Evrenin
kökenindeki Bilincin varlığını görmenin bir diğer yolu
da, popüler ismiyle “Tanrı Parçacığı” olarak ifade
edilen ve parçacıklara kütle kazandırdığı söylenen Higgs
parçacığına göz atmaktır. Ancak, bundan önce birazcık
kütle ve ağırlık kavramlarına değinelim. Newton
kanunlarına göre kütle, bir cismin kendisine uygulanan
net kuvvete karşı gösterdiği bir direncin ifadesidir.
Maddenin kendisine ait bir özellik değildir. Ayrıca
kütle, bir nesnenin sahip olduğu miktardır da. Ağırlık
ise, bir kütlenin diğer bir kütle üzerine uyguladığı
kuvvettir, tıpkı dünyanın bize uyguladığı kuvvet gibi.
Kütle, evrenin her yerinde aynı iken, ağırlık, bulunduğu
mekâna göre değişir. Bir insan, Dünyada diyelim ki, 60
Nt ağırlığında iken, Ay’da yaklaşık 10 Nt ağırlığında,
bir beyaz cücenin yakınlarında ise, on binlerce, …vs.
ton Nt ağırlığında olur. Kütlesi ise, her ikisinde de
yaklaşık, 6 kg dır.
“Peki o halde, evrenin o çok sıcak plazma durumunda
iken parçacıkların enerjisi nasıl kütleye dönüşmüştür ?”
Bunun cevabı, big-bang’ in hemen sonrasındaki o sıcak
plazmada diğer kuantum parçacıkları (ya da bir açıdan
alanları) gibi “gerçek Vakumda” ortaya çıkan ve hemen
yok olan Higgs adındaki bir başka boson parçacıklarının
(alanlarının) o kuantum parçacıklarıyla (fermiyon ve
bosonlarla) etkileşime girerek onlara kütle
kazandırmasıyla oluşmuştur (Higgs parçacığı, Higgs
alanının kuantumudur. Ayrıca, bu tanecikler de kararsız
olup başka başka taneciklere de bozunabilmektedirler
(1)).
Vakumun sıfır enerji düzeyine çok yakın bir seviyede var
olan bu parçacık dalgalanmaları bütünü, Higgs dediğimiz
parçacıkları (alanları) meydana getirerek tüm nesneleri
tıpkı bir okyanus gibi sarar. Ayrı bir deyişle, tüm
tanecikler, haliyle gördüğümüz tüm madde, Higgs okyanusu
içinde yer almaktadır. Kütlesi şu an için kesin
bilinmeyen, ancak sıfır spinli ve yüksüz olan bu boson
tanecikleri, evrenin ilk anından beri var olan ve
pozitif enerji olarak adlandırılan kütle çekim kuvvetine
karşı negatif bir enerji (basınç) oluşturarak evrenin
genişlemesini sağlayan güce de çok büyük katkıda
bulunmakta, varlığını günümüzde de çeşitli şekillerde
göstermektedir (eğer Higgs taneciği bulunursa evrenin
(10 üssü (-35). saniyede uğradığı süper genişlemenin de
– bu esnada evren atomdan da çok çok küçük bir haldeyken
bir portakal büyüklüğüne ulaşmıştır- nasıl gerçekleştiği
tam olarak anlaşılacaktır).
Parçacıkların Higgs bosonlarıyla etkileşimi ise nasıl ki
serbest hareket eden tanecikler, yoğun bir ortama
girdiklerinde boşlukta olan hızlarına nispetle ortamdaki
taneciklerin yükleri ya da kütleleriyle sürtüşerek
hızları düşüyorsa ve bu sırada enerjilerinin bir kısmı
Einstein’ın ünlü E= M x C (kare) formülüne göre kütleye
dönüşüyorsa, aynı şekilde evrendeki tüm tanecikler de,
sahip oldukları parçacık boyutları itibariyle her an
Higgs bosonlarıyla etkileşime girerek, tabiri caizse
onlarla sürtüşerek hareketlerine karşı bir direnç
oluşmakta, dolayısıyla da kütleleri meydana gelmektedir.
Tıpkı denize soktuğumuz ayaklarımızı ileri geri
salladığımızda veya içinde yürüdüğümüzde suyun ayağımıza
oluşturduğu direnç gibi. Böylece bizler ayağımızın
yerçekimine karşı olan ağırlığı yanında suyla olan
etkileşme dolayısıyla, bir kütlenin varlığını
hissederiz. Çünkü az önce belirttiğimiz üzere,
bedenimizi oluşturan tanecikler Higgs bozonları
tarafından çevrildiğinden, hareket kabiliyeti kısıtlanır
ve ünlü enerji, kütle eşitliği denklemine göre gerçekte
enerji olan taneciklerimiz kütleye dönüşmüş olmaktadır.
Bu arada, bir Higgs bozonunun kendisi bile kütlesini
tıpkı, sanal ve gerçek parçacıklarında olduğu gibi,
diğer Higgs bozonlarıyla olan etkileşimlerinden alırlar.
Ayrıca bu alan, düzgün doğrusal harekete karşı etki
göstermezken, ivmeli (zamanla hızı değişen)
hareketlerde, o ivmelenme oranında etkinliğini
göstermektedir. İşte, parçacıkların türüne göre
kütlelerinin farklı oluş nedeni, taneciklerin Higgs
bosonlarıyla olan güçlü veya zayıf etkileşmeleri sonucu
olmaktadır. Bu sebeple, bir parçacık bu bosonlarla (ya
da alanlar gözüyle alanla) çok büyük şekilde
etkileşiyorlarsa (proton, nötron, …vb.) kütlesi fazla,
çok az ya da hiç etkileşmiyorsa tanecikler üzerinde
direnç çok az ya da hiç olmayacağından parçacıklar az
kütleli veya kütlesiz olarak hareket edeceklerdir (nötrüno,
foton gibi). Böylece Higgs alanını çok çok az ya da hiç
hissetmezler.
Tüm bunları göz önüne aldığımızda, Higgs bosonları
kuarkların kütlelerini oluştururken bunlar da (p) ve (n)
dan oluşan atom çekirdeklerinin kütlelerini meydana
getirirler. Bununla birlikte, Kuarkları birbirine renk
dinamiği yaslarıyla bir arada tutan ve çok güçlü bir
kuvvet alan parçacığı olan glonlar da
(2)(b),
çok yüksek enerjilere sahip olduklarından meşhur kütle-
enerji eşdeğer prensibi gereğince enerjinin bir kısmını
kütleye dönüştürerek kuarklara, dolayısıyla proton ve
nötronlara, Higgs mekanizmasına ek olarak ayrıca
kütle kazandırırlar. Sonuçta bu çekirdekler de, yine
bu Higgs parçacıklarıyla etkileşen elektronlarla
birlikte, atomların bilinen kütlelerini oluştururlar.
Anlaşılacağı üzere, Boş uzaydaki Higgs alanı ve
bunların parçacıklarla olan etkileşimleri de aklımızın
alamayacağı hassas bir dengede bulunmaktadır. Eğer
bu Higgs alandaki çok çok küçük bir değişim mesela,
azalsaydı kütlelerimiz azalır ya da şeffaflaşır, fazla
olsaydı o zaman da hareket bile edemezdik. Bu bozonların
şu anda birden tamamen ortadan kalktıklarını düşünürsek,
her bir parçacığımız enerji aslına dönüp ışık hızında
hareket edeceklerinden bir anda darmadağın olurduk.
Milyonda, milyarda bir değişiklik bile parçacık
kütleleri başta olmak üzere, diğer çeşitli
özelliklerini, parçacık reaksiyonlarını, parçacıkların
birbirlerine dönüşümlerini, kuvvet alanlarının gücünü
(erişim mesafelerini- mesela zayıf nükleer kuvvetin
fotonları olan bozonlara kütle kazandırarak), bu
alanların birbirlerine olan oranlarını, dolayısıyla
evrenin bilinen diğer tüm (evrensel) sabitlerini o kadar
çok büyük şekillerde etkilemiş olurdu ki, evrende düzen
daha doğrusu evren diye bir şey oluşamazdı (ayrıca bütün
parçacıklar birbirlerine benzeyeceğinden ya da
aralarında çok çok az bir fark oluşacağından yine evren
meydana gelemezdi).
Bu arada, teorik olarak varlığı güçlü olan Higgs bosonu
eğer meşhur hızlandırıcılarda oluşturulacak olan çok
daha yüksek enerjili gulon-kuark plazmasında
(a) (3)
bulunamayacak, daha doğrusu hiçbir zaman var olmamış
olsa dahi, bunun yerini alacak sistemdeki parçacıkların
kütle kazanma mekanizması da, yine evrenin hassas bir
denge üzerinde kurulu gerçeğini değiştiremeyecektir.
Neredeyse her an tamamen dağılacakmış, yok olacakmış
gibi duran dört temel kuvvet alanında var olan o çok
hassas denge, ayrıca vakumdaki var olup yok olan
Higgs dışındaki diğer sanal parçacıkların, bir diğer
ifadeyle tanecik dalgalanmalarının, bu kuvvet alanları
ve kararlı parçacıklara, haliyle evrendeki tüm yasalara
olan etkilerini de göz önüne aldığımızda, durum daha da
ince hassas bir dengeye oturmaktadır. Çünkü bu etki bir
yönüyle de vakumdaki parçacıkların olması gereken
miktarlarıyla da alakalıdır. Bu taneciklerin sayısız
olduklarını düşünürsek olaydaki hassasiyetin daha
nerelere kadar uzanacağını artık hafsalalarımız bile
almamaktadır.
Böylece, vakumdaki parçacık dalgalanmaları olmasaydı
mesela, yüklü parçacıklar arasındaki elektromanyetik
kuvvet çok daha fazla olurdu. Bu durum 10 üssü (-15) m
den daha düşük mesafelerde Elektromanyetik kuvvetin
olması gerekenden daha fazla ortaya çıkmasıyla
kanıtlanmıştır. Bunun sebebi ise, bildiğimiz gibi yüklü
parçacıklar arasındaki itme-çekme kuvveti, bu yüklü
parçacıklar arasında foton alış verişi sonucu
oluşmaktaydı. Oysa bu fotonlar, vakumdaki parçacıklardan
etkilenerek bazıları elektron-pozitron taneciklerini
(çift oluşumunu) meydana getirmekte, dolayısıyla bu da
iki parçacık arasındaki kuvvetin azalmasına yol
açmaktadır. Buna karşın, vakum parçacıkları, güçlü ve
zayıf nükleer kuvvetler üzerinde de artırıcı etkiler
göstererek onların olması gerekenden daha güçlü
olmalarını sağlamaktadırlar.
Bununla birlikte, önceki yazımızda da değindiğimiz üzere
taneciklerin ve kuvvet alanlarının (doğa yasalarının),
Vakumun Sonsuz Potansiyelden (parçacıkların açığa
çıktığı Hiçlikten) ya da bunun bir dış boyutu olan tüm
olasılığın bir arada bulunduğu Evrensel Süper Pozisyon
durumundan, sınırlı özelliklere sahip bir biçimde açığa
çıkışı (dolayısıyla yaşamın da her yönüyle sınırlı bir
yapıda olması), gerçek vakumdaki ne tür ve ne özellikli
parçacıkların hangi oranlarda yaratılacağı ve bunlardan
hangilerinin devam edeceği, hangilerinin de tamamen yok
olacakları veya hangi devam edecek olan parçacıklara
dönüşerek tamamen devre dışı kalacakları ve bu esnada
saniyenin milyonlarca milyarlarca kesri içinde
zamanlamanın da tamı tamına kusursuz bir biçimde olması
(zamanlamanın bu mükemmel oluşu, evrenin tüm
aşamalarında, canlıların meydana gelişinde de kendini
göstermektedir), gördüğümüz evrenin meydana gelmesi
ve bunun ince bir ayarda ayakta kalması için, aslında
ekstra çok sayıda daha kuvvetin mevcut olması
gerekirken, bunun böyle olmayıp tam aksine bu dört
kuvvetten her birinin, fazladan diğer kuvvetlere ihtiyaç
bırakmasızın bu ince hassas olayda birden fazla noktada
devrede olmaları, evrenin yok olması için o evrende
geçerli olan fizik yasalarına ait temel sabitlerinden
mesela, kütle çekimi sabiti, ışık hızı sabiti, planck
sabiti, …vs. den sadece biri veya hepsinin değerinde
bizler için önemsiz bir orandaki değişiminin yeterli
olması, evrende var olan o çok hassas dengenin birkaç
tane değil, çok fazla sayıda olması ve
bir bilince (algılamaya) dayalı olarak her 10 üssü (-43)
sn de bir evrenin yok olup aynı anda var olması ve bunun
her an en ufak bir hata bile oluşmaksızın şaşmaz bir
biçimde sonsuz kez tekrarlanması da
vakumun özünde Mutlak bir Şuur olmaksızın bunların
hiçbir şart ve zamanda gerçekleşemeyeceğini,
gerçekleşecek olasılığını dahi barındırmadığını açık ve
net bir biçimde bizlere göstermektedir.
Bu durum kendisini moleküler, hücresel düzeyde yani,
canlıların oluşumunda da kendini göstermektedir.
Bildiğimiz üzere, bir hücre dolayısıyla bundan oluşan
canlılar, bilgi alabilen, bunları kaydedebilen bunu
kopyalayıp çoğaltabilen, üretebilen, haliyle o bilgileri
bir sonraki nesillere aktarabilen varlıklardır. Aynı
zamanda tüm bu işlevlerin gerçekleşmesi içinse
simgeleme sistemi kullanılmaktadır. Diğerlerinde
olduğu gibi bilhassa bu çok önemli nokta her zaman
atlanılmaktadır. Bu hep görmezden gelinen noktayı biraz
açarsak, bir D.N.A zincirinin, bir hücrenin varlığı ve
içindeki işlevler hep kodlama sistemine dayanır (bir
D.N.A zincirinin kendi başına oluşması bile yine
imkânsızlıkla eş sayılarla ifade edilmektedir). Yani,
bir tür dil kullanılmaktadır. Bilgilerin
kayıtlanması, bu bilgiler istikametindeki işlevler
farklı deyişle, kimyasal reaksiyonların oluşması hep bu
kodlama (dil) sistemine dayalı olarak gerçekleşmektedir.
Kısacası doğa, varlığın oluşumu ve devamı için
kodlama yani, soyut bir dil oluşturup kullanmaktadır ki,
bu da açıkça yoruma bile gerek kalmaksızın belli bir
amacın, bu amaca göre bir işlevin gerçekleştiği,
temeldeki bir Bilincin var olduğu anlamına gelmektedir.
Görüldüğü gibi böyle bir oluşumda tesadüflük
kavramının kendisi ortadan kalkar. Materyalistler, bu
şuursuz maddenin (yani madde ve yapıtaşlarının)
kendisinin, neden ve nasıl meydana geldiğini
açıklayamamakla birlikte, yine bu bilinçsiz maddenin,
temeli bir mantık sistemine dayalı simgeler, semboller
kullanıp, bu dille kodlanmış kimyasal işlevleri
oluşturarak nasıl canlıları meydana getirdiğini, bunları
kesintisiz bir biçimde nasıl hareket ettirdiğini, nasıl
üreme sistemiyle bu durumu devam ettirdiğini hiçbir
biçimde açıklayamamaktadırlar, hiçbir zaman da
açıklayamayacaklardır. Çünkü bu onların anladığı şekilde
açıklanabilecek türden bir şey değildir.
Bu yüzden, nasıl ki bilinçsiz bir madde parçasının
sonsuz bir süre sonunda bile doğal süreçlerle
kendiliğinden mesela, Amerika’nın güney Dakota
eyaletinde yer alan Rashmore dağındaki Black Hills
kayaklıklarına oyulmuş dört Amerikan başkanına ait dev
heykellerine dönüşmesi mümkün değilse, bununla kıyas
bile edilemeyecek derecede komplex ve ileri düzeyde
mesela,
tüm evrende geçerli olan dört temel kuvvete ve
parçacıklara sahip bilinçsiz bir taş parçası da,
sonsuza dek beklese bu madde (ki taşın böyle uzun bir
bekleyebilmesi bile fizik kanunlarına göre yine mümkün
değildir), Ben Bilincine sahip bir canlıyı, bir
insanı meydana getiremeyecektir (bu nedenle bir taş
parçasında oluşamıyorsa evrende de böyle bir şey
kesinlikle oluşamaz). Çünkü madde, böylesi bir özelliğe
hiçbir biçimde sahip değildir ve olamaz da.
Başka bir deyişle, bir kısım cansız nesnenin, maddesel
olmayan, maddeyle hiçbir ilişkisi bulunmayan akıl,
düşünce, mantık, dil, anlama, anlamlandırma, duygu, aşk,
soyut kavramlar, …vb. bir gerçekliği meydana getirmesi
söz konusu bile olamaz. Bu yüzden materyalistlerin
temeldeki söylemleri, bilimin ve mantığın aksine hep
varsayımlara, var kabullere, inançlara dayanmaktadır.
Buna karşın bizler ilkokuldan beri bilimin temelinin
kesinkes akla ve mantığa dayandığını bilmekteyiz.
Sonuçta yine bizler, güçlü zekâlarımızla doğayı
belirleyen denklemleri, belli bir mantık sistemiyle
çözümlemekte, böylece temeli bir sisteme dayalı olan
doğayı anlamaya çalışmaktayız. Yani, temelde böyle bir
şey olmasaydı, zaten ne denklem olurdu ne de o denkleme
kaynaklık eden bir sistem, ne de bunların çözümü.
Evrende ve bilimsel araştırmalardan bizlerin gördüğü
şey, Mantığın veya Bilincin temelinde, yine bir Mantık
veya Bilincin var oluşudur.
Varlığa ve boyutlarına baktığımızda (günlük yaşantımızda
da böyledir) eğer bir noktada bir sistem varsa, o
sistemin geri planında o sistemi meydana getiren ve onu
açıklayan bir bilincin, dolayısıyla bir amacın
bulunduğunu görmekteyiz. Aynı şekilde bu durumu evrenin
başlangıcındaki o ilk oluşumuna uygulayıp zamanın ta
gerisine yani, boyutsal olarak varlığın özüne doğru
gittiğimizde ise, tüm oluşumları, tüm sistemleri meydana
getiren t=0 anı ya da öncesi dediğimiz uzay zamanın
bulunmadığı bu yüzden de zaman ve mekânla kayıtlı
olmayan Mutlak Bir Bilincin varlığına ulaşmaktayız ki,
bu ilk neden olarak da ifade edilmektedir. Bu ilk neden
olmasaydı evren oluşamazdı. Kısacası, evrende mekânsal
ya da boyutsal her şeyin bir nedeni, bir amacı varsa,
kesintiye uğramaksızın var olan bu nedensellik
zincirinin başı olan o ilk oluşumun da bir sebebi,
haliyle bir amacı bulunmaktadır. Bu arada Kuantum
Boyutunun da “temel olmadığını, olamayacağını” birçok
şekilde açıklamıştık. Çünkü Kuantum boyutunun da sonuçta
yine bir boyut olması, kendi varlığının bir nedeninin ve
bir açıklamasının olması gerektiğini (materyalistler
bunun cevabını da verememektedirler),
bu açıklamanın da kuantum altı boyutta yer aldığını
detaylarıyla belirtmiştik.
Bu şekilde olmasaydı, mesela, tüm varlık her 10 üssü
(-43) saniyede bir, (Kuantum Altı Boyutunun var kıldığı)
Kuantum boyutuna yani, kaosun, belirsizliğin bulunduğu
boyuta geri dönüp her seferinde, o an içinde tekrardan
tüm evrenler, evren içere evrenler, düzenler şekilde
yeniden ortaya çıkamazdı.
Oysa her zaman akıl ve mantığı, bilimsel veriyi
insanların önüne çıkartan materyalist bilim adamları,
hep vurguladığımız gibi açıklayamadıkları, açıklanması
mümkün olmayan ya da görmezden geldikleri konulara,
savuna geldikleri aklın ve mantığın tam tersine, bir
varsayımı (inancı) bir cevap olarak rahatlıkla
verebilmektedirler. Biz bunu, her şeyin özünde temelde
bir bilinç, bir sistem mevcut olmasına karşın, bilimsel
verilerin tam aksine evrenin temelde anlamsız, amaçsız,
dolayısıyla bir mantığının olmadığı veya gördükleri
sistem ve düzen içindeki bilinmeyen bir zamanda, daha
doğrusu zamanlarda akıl, mantık, sistem dışı şeylerin
oluşarak günümüz evren ve canlıların oluşumunu meydana
getirdiği gibi fahiş bir yanlışı, inancı
dillendirmelerinde de görmekteyiz. Yukarıda da
vurguladığımız gibi, anlamsız bir var oluşun ne olduğunu
açıklayamamaları bir yana, bunun neden ve nasıl var
olduğunun da cevabını verememektedirler. Çünkü bunlar da
diğerleri gibi o düşünceyle (aslında buna düşünce bile
denemez) açıklanabilecek türden şeyler değillerdir.
Evrende var olan tüm bu yasaların sistemin, sistemdeki
mantığın temelde o ya da bu şekildeki bir Bilince
dayandığı, bu Bilincin ise, yaratıcının Aklı
olduğuna ilişkin görüşler geçmişte ve günümüzdeki birçok
önde gelen bilim adamı ve düşünürlerce de dillendirilmiş
ve hala dillendirmektedir. Buna son yüzyılda olanlardan
A. Einstein’ı, Max Planck’ı, E. Shördinger’i,
Haysenberg’i, J. A. Wheleer’i, Paul Dirac’ı, Roger
Penrose’u Freeman Dyson’u, John Bhorrow’u küçük bir
örnek olarak gösterebiliriz. Bunlardan en çok bilinen A.
Einstein bu Bilinci, “Üstün
Akıl”
ya da
“Sonsuz Üstün Ruh”
şeklinde tanımlarken ve önemli olanın Yaratıcının
Zihnini Okumak olduğunu söylerken
(4),
Max Planck da, bunu
“ Tüm Maddelerin Matriksi (İlahi Matrix)”
şeklinde betimlemiştir. S. Hawking ise, en son
röportajlarının birinde açıkça (öyle ya da böyle)
evreni var eden Akıllı bir Yaratıcıya İnandığını
belirterek, o da tıpkı Einstein gibi, işin asıl yanının
bu Yaratıcının Zihnindekileri anlamak olduğunu
vurgulamıştır.
(Yararlanılan Kaynaklar:
Yanılmışım Tanrı Varmış – Antony Flew / İlahi Matrix –
Gregg Braden / Tanrı ve Fizik – Doç Dr. Ferit Uslu /
Hiçlik Denen Yer – Zeynep Camat / Tubitak Bilim Ve
Teknik Dergisi- Nisan 2008, Nisan 2010)
(1) Higgs bozonları,
parçacıklar arasındaki değiş tokuş taneciği olan foton,
glon, …vs. gibi düşündüğümüzde parçacık dönüşümlerini de
meydana getirebilmekte, parçacık reaksiyonlarında da
açığa çıkabilmektedirler. Bununla ilgili bazı
reaksiyonlar,
e(+) + e(-) = Z(o) + H / H = w(+) + w(-) / H (Higgs) =
f +f (foton, gamma ışını)
H = d (kuarkı) + anti d (kuark)
http://universe-review.ca/I15-76-Higgs4.jpg
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/
8/87/Gluon-top-higgs.svg/271px-Gluon-top-higgs.svg.png
http://www.hep.ph.ic.ac.uk/cms/physics/HIGGS/
Higgs_prod_graphs_new.jpg
(2) Bkz. Birleşik Alanlar Teorisi II
http://www.youtube.com/watch?v=RFGpNMe5eEQ&feature=related
(a)
http://www.youtube.com/watch?v=1
HrQVhgbeo&feature=related
http://www.youtube.com/watch?
v=TGrDj5vFefQ&feature=related
(b)
(3)
http://th.physik.uni-frankfurt.de/~hossi/Bilder/QGP.gif
http://hep.itp.tuwien.ac.at/~ipp/imagesphysics01/
QGPdiagram.jpg
http://www-alice.gsi.de/fsp201/qgp/hist_univ.gif
(4) A. Einstein, Tanrı kavramını, hele hele kişisel bir
Tanrı anlayışını hayatı boyunca reddetmiştir. Yaratıcıyı
bu şekilde tanımlayan Hıristiyan İlahiyatçılar ile yine
bu anlayışın karşısında bulunan Materyalistler, bu
yüzden Einstein’ın hep Ateist olduğunu söylemektedirler.
Ancak Einstein, her şeyin kökeninde, her şeyi önceden
belirlemiş olan “Üstün Bir Şuurun” varlığına inandığını
söylemekle birlikte Materyalistlerin, kendi inançlarını
desteklemek için kendisine ait bilimsel ve düşünsel
ifadelerden alıntı yapmalarına da her zaman karşı
çıkmıştır. |