Kuantum ve
Mistisizm – 8

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

“Kar

Evrenin kökenindeki Bilincin varlığını görmenin bir diğer yolu da, popüler ismiyle “Tanrı Parçacığı” olarak ifade edilen ve parçacıklara kütle kazandırdığı söylenen Higgs parçacığına göz atmaktır. Ancak, bundan önce birazcık kütle ve ağırlık kavramlarına değinelim. Newton kanunlarına göre kütle, bir cismin kendisine uygulanan net kuvvete karşı gösterdiği bir direncin ifadesidir. Maddenin kendisine ait bir özellik değildir. Ayrıca kütle, bir nesnenin sahip olduğu miktardır da. Ağırlık ise, bir kütlenin diğer bir kütle üzerine uyguladığı kuvvettir, tıpkı dünyanın bize uyguladığı kuvvet gibi. Kütle, evrenin her yerinde aynı iken, ağırlık, bulunduğu mekâna göre değişir. Bir insan, Dünyada diyelim ki, 60 Nt ağırlığında iken, Ay’da yaklaşık 10 Nt ağırlığında, bir beyaz cücenin yakınlarında ise, on binlerce, …vs. ton Nt ağırlığında olur. Kütlesi ise, her ikisinde de yaklaşık, 6 kg dır.

 “Peki o halde, evrenin o çok sıcak plazma durumunda iken parçacıkların enerjisi nasıl kütleye dönüşmüştür ?” Bunun cevabı, big-bang’ in hemen sonrasındaki o sıcak plazmada diğer kuantum parçacıkları (ya da bir açıdan alanları) gibi “gerçek Vakumda” ortaya çıkan ve hemen yok olan Higgs adındaki bir başka boson parçacıklarının (alanlarının) o kuantum parçacıklarıyla (fermiyon ve bosonlarla) etkileşime girerek onlara kütle kazandırmasıyla oluşmuştur (Higgs parçacığı, Higgs alanının kuantumudur. Ayrıca, bu tanecikler de kararsız olup başka başka taneciklere de bozunabilmektedirler (1)). Vakumun sıfır enerji düzeyine çok yakın bir seviyede var olan bu parçacık dalgalanmaları bütünü, Higgs dediğimiz parçacıkları (alanları) meydana getirerek tüm nesneleri tıpkı bir okyanus gibi sarar. Ayrı bir deyişle, tüm tanecikler, haliyle gördüğümüz tüm madde, Higgs okyanusu içinde yer almaktadır. Kütlesi şu an için kesin bilinmeyen, ancak sıfır spinli ve yüksüz olan bu boson tanecikleri, evrenin ilk anından beri var olan ve pozitif enerji olarak adlandırılan kütle çekim kuvvetine karşı negatif bir enerji (basınç) oluşturarak evrenin genişlemesini sağlayan güce de çok büyük katkıda bulunmakta, varlığını günümüzde de çeşitli şekillerde göstermektedir (eğer Higgs taneciği bulunursa evrenin (10 üssü (-35). saniyede uğradığı süper genişlemenin de – bu esnada evren atomdan da çok çok küçük bir haldeyken bir portakal büyüklüğüne ulaşmıştır- nasıl gerçekleştiği tam olarak anlaşılacaktır).

Parçacıkların Higgs bosonlarıyla etkileşimi ise nasıl ki serbest hareket eden tanecikler, yoğun bir ortama girdiklerinde boşlukta olan hızlarına nispetle ortamdaki taneciklerin yükleri ya da kütleleriyle sürtüşerek hızları düşüyorsa ve bu sırada enerjilerinin bir kısmı Einstein’ın ünlü E= M x C (kare) formülüne göre kütleye dönüşüyorsa, aynı şekilde evrendeki tüm tanecikler de, sahip oldukları parçacık boyutları itibariyle her an Higgs bosonlarıyla etkileşime girerek, tabiri caizse onlarla sürtüşerek hareketlerine karşı bir direnç oluşmakta, dolayısıyla da kütleleri meydana gelmektedir. Tıpkı denize soktuğumuz ayaklarımızı ileri geri salladığımızda veya içinde yürüdüğümüzde suyun ayağımıza oluşturduğu direnç gibi. Böylece bizler ayağımızın yerçekimine karşı olan ağırlığı yanında suyla olan etkileşme dolayısıyla, bir kütlenin varlığını hissederiz. Çünkü az önce belirttiğimiz üzere, bedenimizi oluşturan tanecikler Higgs bozonları tarafından çevrildiğinden, hareket kabiliyeti kısıtlanır ve ünlü enerji, kütle eşitliği denklemine göre gerçekte enerji olan taneciklerimiz kütleye dönüşmüş olmaktadır. Bu arada, bir Higgs bozonunun kendisi bile kütlesini tıpkı, sanal ve gerçek parçacıklarında olduğu gibi, diğer Higgs bozonlarıyla olan etkileşimlerinden alırlar. Ayrıca bu alan, düzgün doğrusal harekete karşı etki göstermezken, ivmeli (zamanla hızı değişen) hareketlerde, o ivmelenme oranında etkinliğini göstermektedir. İşte, parçacıkların türüne göre kütlelerinin farklı oluş nedeni, taneciklerin Higgs bosonlarıyla olan güçlü veya zayıf etkileşmeleri sonucu olmaktadır. Bu sebeple, bir parçacık bu bosonlarla  (ya da alanlar gözüyle alanla) çok büyük şekilde etkileşiyorlarsa (proton, nötron, …vb.) kütlesi fazla, çok az ya da hiç etkileşmiyorsa tanecikler üzerinde direnç çok az ya da hiç olmayacağından parçacıklar az kütleli veya kütlesiz olarak hareket edeceklerdir (nötrüno, foton gibi). Böylece Higgs alanını çok çok az ya da hiç hissetmezler.

Tüm bunları göz önüne aldığımızda, Higgs bosonları kuarkların kütlelerini oluştururken bunlar da (p) ve (n) dan oluşan atom çekirdeklerinin kütlelerini meydana getirirler. Bununla birlikte, Kuarkları birbirine renk dinamiği yaslarıyla bir arada tutan ve çok güçlü bir kuvvet alan parçacığı olan glonlar da (2)(b), çok yüksek enerjilere sahip olduklarından meşhur kütle- enerji eşdeğer prensibi gereğince enerjinin bir kısmını kütleye dönüştürerek kuarklara, dolayısıyla proton ve nötronlara, Higgs mekanizmasına ek olarak ayrıca kütle kazandırırlar. Sonuçta bu çekirdekler de, yine bu Higgs parçacıklarıyla etkileşen elektronlarla birlikte, atomların bilinen kütlelerini oluştururlar. Anlaşılacağı üzere, Boş uzaydaki Higgs alanı ve bunların parçacıklarla olan etkileşimleri de aklımızın alamayacağı hassas bir dengede bulunmaktadır. Eğer bu Higgs alandaki çok çok küçük bir değişim mesela, azalsaydı kütlelerimiz azalır ya da şeffaflaşır, fazla olsaydı o zaman da hareket bile edemezdik. Bu bozonların şu anda birden tamamen ortadan kalktıklarını düşünürsek, her bir parçacığımız enerji aslına dönüp ışık hızında hareket edeceklerinden bir anda darmadağın olurduk. Milyonda, milyarda bir değişiklik bile parçacık kütleleri başta olmak üzere, diğer çeşitli özelliklerini, parçacık reaksiyonlarını, parçacıkların birbirlerine dönüşümlerini, kuvvet alanlarının gücünü (erişim mesafelerini- mesela zayıf nükleer kuvvetin fotonları olan bozonlara kütle kazandırarak), bu alanların birbirlerine olan oranlarını, dolayısıyla evrenin bilinen diğer tüm (evrensel) sabitlerini o kadar çok büyük şekillerde etkilemiş olurdu ki, evrende düzen daha doğrusu evren diye bir şey oluşamazdı (ayrıca bütün parçacıklar birbirlerine benzeyeceğinden ya da aralarında çok çok az bir fark oluşacağından yine evren meydana gelemezdi).

Bu arada, teorik olarak varlığı güçlü olan Higgs bosonu eğer meşhur hızlandırıcılarda oluşturulacak olan çok daha yüksek enerjili gulon-kuark plazmasında (a) (3) bulunamayacak, daha doğrusu hiçbir zaman var olmamış olsa dahi, bunun yerini alacak sistemdeki parçacıkların kütle kazanma mekanizması da, yine evrenin hassas bir denge üzerinde kurulu gerçeğini değiştiremeyecektir. Neredeyse her an tamamen dağılacakmış, yok olacakmış gibi duran dört temel kuvvet alanında var olan o çok hassas denge, ayrıca vakumdaki var olup yok olan Higgs dışındaki diğer sanal parçacıkların, bir diğer ifadeyle tanecik dalgalanmalarının, bu kuvvet alanları ve kararlı parçacıklara, haliyle evrendeki tüm yasalara olan etkilerini de göz önüne aldığımızda, durum daha da ince hassas bir dengeye oturmaktadır. Çünkü bu etki bir yönüyle de vakumdaki parçacıkların olması gereken miktarlarıyla da alakalıdır. Bu taneciklerin sayısız olduklarını düşünürsek olaydaki hassasiyetin daha nerelere kadar uzanacağını artık hafsalalarımız bile almamaktadır.

Böylece, vakumdaki parçacık dalgalanmaları olmasaydı mesela, yüklü parçacıklar arasındaki elektromanyetik kuvvet çok daha fazla olurdu. Bu durum 10 üssü (-15) m den daha düşük mesafelerde Elektromanyetik kuvvetin olması gerekenden daha fazla ortaya çıkmasıyla kanıtlanmıştır. Bunun sebebi ise, bildiğimiz gibi yüklü parçacıklar arasındaki itme-çekme kuvveti, bu yüklü parçacıklar arasında foton alış verişi sonucu oluşmaktaydı. Oysa bu fotonlar, vakumdaki parçacıklardan etkilenerek bazıları elektron-pozitron taneciklerini (çift oluşumunu) meydana getirmekte, dolayısıyla bu da iki parçacık arasındaki kuvvetin azalmasına yol açmaktadır. Buna karşın, vakum parçacıkları, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler üzerinde de artırıcı etkiler göstererek onların olması gerekenden daha güçlü olmalarını sağlamaktadırlar.

Bununla birlikte, önceki yazımızda da değindiğimiz üzere taneciklerin ve kuvvet alanlarının (doğa yasalarının), Vakumun Sonsuz Potansiyelden (parçacıkların açığa çıktığı Hiçlikten) ya da bunun bir dış boyutu olan tüm olasılığın bir arada bulunduğu Evrensel Süper Pozisyon durumundan, sınırlı özelliklere sahip bir biçimde açığa çıkışı (dolayısıyla yaşamın da her yönüyle sınırlı bir yapıda olması), gerçek vakumdaki ne tür ve ne özellikli parçacıkların hangi oranlarda yaratılacağı ve bunlardan hangilerinin devam edeceği, hangilerinin de tamamen yok olacakları veya hangi devam edecek olan parçacıklara dönüşerek tamamen devre dışı kalacakları ve bu esnada saniyenin milyonlarca milyarlarca kesri içinde zamanlamanın da tamı tamına kusursuz bir biçimde olması (zamanlamanın bu mükemmel oluşu, evrenin tüm aşamalarında, canlıların meydana gelişinde de kendini göstermektedir), gördüğümüz evrenin meydana gelmesi ve bunun ince bir ayarda ayakta kalması için, aslında ekstra çok sayıda daha kuvvetin mevcut olması gerekirken, bunun böyle olmayıp tam aksine bu dört kuvvetten her birinin, fazladan diğer kuvvetlere ihtiyaç bırakmasızın bu ince hassas olayda birden fazla noktada devrede olmaları, evrenin yok olması için o evrende geçerli olan fizik yasalarına ait temel sabitlerinden mesela, kütle çekimi sabiti, ışık hızı sabiti, planck sabiti, …vs. den sadece biri veya hepsinin değerinde bizler için önemsiz bir orandaki değişiminin yeterli olması, evrende var olan o çok hassas dengenin birkaç tane değil, çok fazla sayıda olması ve bir bilince (algılamaya) dayalı olarak her 10 üssü (-43) sn de bir evrenin yok olup aynı anda var olması ve bunun her an en ufak bir hata bile oluşmaksızın şaşmaz bir biçimde sonsuz kez tekrarlanması da  vakumun özünde Mutlak bir Şuur olmaksızın bunların hiçbir şart ve zamanda gerçekleşemeyeceğini, gerçekleşecek olasılığını dahi barındırmadığını açık ve net bir biçimde bizlere göstermektedir.

Bu durum kendisini moleküler, hücresel düzeyde yani, canlıların oluşumunda da kendini göstermektedir. Bildiğimiz üzere, bir hücre dolayısıyla bundan oluşan canlılar, bilgi alabilen, bunları kaydedebilen bunu kopyalayıp çoğaltabilen, üretebilen, haliyle o bilgileri bir sonraki nesillere aktarabilen varlıklardır. Aynı zamanda tüm bu işlevlerin gerçekleşmesi içinse simgeleme sistemi kullanılmaktadır. Diğerlerinde olduğu gibi bilhassa bu çok önemli nokta her zaman atlanılmaktadır. Bu hep görmezden gelinen noktayı biraz açarsak, bir D.N.A zincirinin, bir hücrenin varlığı ve içindeki işlevler hep kodlama sistemine dayanır (bir D.N.A zincirinin kendi başına oluşması bile yine imkânsızlıkla eş sayılarla ifade edilmektedir). Yani, bir tür dil kullanılmaktadır. Bilgilerin kayıtlanması, bu bilgiler istikametindeki işlevler farklı deyişle, kimyasal reaksiyonların oluşması hep bu kodlama (dil) sistemine dayalı olarak gerçekleşmektedir. Kısacası doğa, varlığın oluşumu ve devamı için kodlama yani, soyut bir dil oluşturup kullanmaktadır ki, bu da açıkça yoruma bile gerek kalmaksızın belli bir amacın, bu amaca göre bir işlevin gerçekleştiği, temeldeki bir Bilincin var olduğu anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi böyle bir oluşumda tesadüflük kavramının kendisi ortadan kalkar. Materyalistler, bu şuursuz maddenin (yani madde ve yapıtaşlarının) kendisinin, neden ve nasıl meydana geldiğini açıklayamamakla birlikte, yine bu bilinçsiz maddenin, temeli bir mantık  sistemine dayalı simgeler, semboller kullanıp, bu dille kodlanmış kimyasal işlevleri oluşturarak nasıl canlıları meydana getirdiğini, bunları kesintisiz bir biçimde nasıl hareket ettirdiğini, nasıl üreme sistemiyle bu durumu devam ettirdiğini hiçbir biçimde açıklayamamaktadırlar, hiçbir zaman da açıklayamayacaklardır. Çünkü bu onların anladığı şekilde açıklanabilecek türden bir şey değildir.

Bu yüzden, nasıl ki bilinçsiz bir madde parçasının sonsuz bir süre sonunda bile doğal süreçlerle kendiliğinden mesela, Amerika’nın güney Dakota eyaletinde yer alan Rashmore dağındaki Black Hills kayaklıklarına oyulmuş dört Amerikan başkanına ait dev heykellerine dönüşmesi mümkün değilse, bununla kıyas bile edilemeyecek derecede komplex ve ileri düzeyde mesela, tüm evrende geçerli olan dört temel kuvvete ve parçacıklara sahip bilinçsiz bir taş parçası da, sonsuza dek beklese bu madde (ki taşın böyle uzun bir bekleyebilmesi bile fizik kanunlarına göre yine mümkün değildir), Ben Bilincine sahip bir canlıyı, bir insanı meydana getiremeyecektir (bu nedenle bir taş parçasında oluşamıyorsa evrende de böyle bir şey kesinlikle oluşamaz). Çünkü madde, böylesi bir özelliğe hiçbir biçimde sahip değildir ve olamaz da.

Başka bir deyişle, bir kısım cansız nesnenin, maddesel olmayan, maddeyle hiçbir ilişkisi bulunmayan akıl, düşünce, mantık, dil, anlama, anlamlandırma, duygu, aşk, soyut kavramlar, …vb. bir gerçekliği meydana getirmesi söz konusu bile olamaz. Bu yüzden materyalistlerin temeldeki söylemleri, bilimin ve mantığın aksine hep varsayımlara, var kabullere, inançlara dayanmaktadır. Buna karşın bizler ilkokuldan beri bilimin temelinin kesinkes akla ve mantığa dayandığını bilmekteyiz. Sonuçta yine bizler, güçlü zekâlarımızla doğayı belirleyen denklemleri, belli bir mantık sistemiyle çözümlemekte, böylece temeli bir sisteme dayalı olan doğayı anlamaya çalışmaktayız. Yani, temelde böyle bir şey olmasaydı, zaten ne denklem olurdu ne de o denkleme kaynaklık eden bir sistem, ne de bunların çözümü. Evrende ve bilimsel araştırmalardan bizlerin gördüğü şey, Mantığın veya Bilincin temelinde, yine bir Mantık veya Bilincin var oluşudur.  

Varlığa ve boyutlarına baktığımızda (günlük yaşantımızda da böyledir) eğer bir noktada bir sistem varsa, o sistemin geri planında o sistemi meydana getiren ve onu açıklayan bir bilincin, dolayısıyla bir amacın bulunduğunu görmekteyiz. Aynı şekilde bu durumu evrenin başlangıcındaki o ilk oluşumuna uygulayıp zamanın ta gerisine yani, boyutsal olarak varlığın özüne doğru gittiğimizde ise, tüm oluşumları, tüm sistemleri meydana getiren t=0 anı ya da öncesi dediğimiz uzay zamanın bulunmadığı bu yüzden de zaman ve mekânla kayıtlı olmayan Mutlak Bir Bilincin varlığına ulaşmaktayız ki, bu ilk neden olarak da ifade edilmektedir. Bu ilk neden olmasaydı evren oluşamazdı. Kısacası, evrende mekânsal ya da boyutsal her şeyin bir nedeni, bir amacı varsa, kesintiye uğramaksızın var olan bu nedensellik zincirinin başı olan o ilk oluşumun da bir sebebi, haliyle bir amacı bulunmaktadır. Bu arada Kuantum Boyutunun da “temel olmadığını, olamayacağını” birçok şekilde açıklamıştık. Çünkü Kuantum boyutunun da sonuçta yine bir boyut olması, kendi varlığının bir nedeninin ve bir açıklamasının olması gerektiğini (materyalistler bunun cevabını da verememektedirler), bu açıklamanın da kuantum altı boyutta yer aldığını detaylarıyla belirtmiştik. Bu şekilde olmasaydı, mesela, tüm varlık her 10 üssü (-43) saniyede bir, (Kuantum Altı Boyutunun var kıldığı) Kuantum boyutuna yani, kaosun, belirsizliğin bulunduğu boyuta geri dönüp her seferinde, o an içinde tekrardan tüm evrenler, evren içere evrenler, düzenler şekilde yeniden ortaya çıkamazdı.      

Oysa her zaman akıl ve mantığı, bilimsel veriyi insanların önüne çıkartan materyalist bilim adamları, hep vurguladığımız gibi açıklayamadıkları, açıklanması mümkün olmayan ya da görmezden geldikleri konulara, savuna geldikleri aklın ve mantığın tam tersine, bir varsayımı (inancı) bir cevap olarak rahatlıkla verebilmektedirler. Biz bunu, her şeyin özünde temelde bir bilinç, bir sistem mevcut olmasına karşın, bilimsel verilerin tam aksine evrenin temelde anlamsız, amaçsız, dolayısıyla bir mantığının olmadığı veya gördükleri sistem ve düzen içindeki bilinmeyen bir zamanda, daha doğrusu zamanlarda akıl, mantık, sistem dışı şeylerin oluşarak günümüz evren ve canlıların oluşumunu meydana getirdiği gibi fahiş bir yanlışı, inancı dillendirmelerinde de görmekteyiz. Yukarıda da vurguladığımız gibi, anlamsız bir var oluşun ne olduğunu açıklayamamaları bir yana, bunun neden ve nasıl var olduğunun da cevabını verememektedirler. Çünkü bunlar da diğerleri gibi o düşünceyle (aslında buna düşünce bile denemez) açıklanabilecek türden şeyler değillerdir.

Evrende var olan tüm bu yasaların sistemin, sistemdeki mantığın temelde o ya da bu şekildeki bir Bilince dayandığı, bu Bilincin ise, yaratıcının Aklı olduğuna ilişkin görüşler geçmişte ve günümüzdeki birçok önde gelen bilim adamı ve düşünürlerce de dillendirilmiş ve hala dillendirmektedir. Buna son yüzyılda olanlardan A. Einstein’ı, Max Planck’ı, E. Shördinger’i, Haysenberg’i, J. A. Wheleer’i, Paul Dirac’ı, Roger Penrose’u Freeman Dyson’u, John Bhorrow’u küçük bir örnek olarak gösterebiliriz. Bunlardan en çok bilinen A. Einstein bu Bilinci, “Üstün Akıl” ya da “Sonsuz Üstün Ruh” şeklinde tanımlarken ve önemli olanın Yaratıcının Zihnini Okumak olduğunu söylerken (4), Max Planck da, bunu “ Tüm Maddelerin Matriksi (İlahi Matrix)” şeklinde betimlemiştir. S. Hawking ise, en son röportajlarının birinde açıkça (öyle ya da böyle) evreni var eden Akıllı bir Yaratıcıya İnandığını belirterek, o da tıpkı Einstein gibi, işin asıl yanının bu Yaratıcının Zihnindekileri anlamak olduğunu vurgulamıştır.

 

(Yararlanılan Kaynaklar: Yanılmışım Tanrı Varmış – Antony Flew / İlahi Matrix – Gregg Braden / Tanrı ve Fizik – Doç Dr. Ferit Uslu / Hiçlik Denen Yer – Zeynep Camat / Tubitak Bilim Ve Teknik Dergisi- Nisan 2008, Nisan 2010)

(1) Higgs bozonları, parçacıklar arasındaki değiş tokuş taneciği olan foton, glon, …vs. gibi düşündüğümüzde parçacık dönüşümlerini de meydana getirebilmekte, parçacık reaksiyonlarında da açığa çıkabilmektedirler. Bununla ilgili bazı reaksiyonlar,

e(+) + e(-) = Z(o) + H  / H = w(+) + w(-) / H (Higgs) = f +f (foton, gamma ışını)

H = d (kuarkı) + anti d (kuark)

http://universe-review.ca/I15-76-Higgs4.jpg

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/
8/87/Gluon-top-higgs.svg/271px-Gluon-top-higgs.svg.png

http://www.hep.ph.ic.ac.uk/cms/physics/HIGGS/
Higgs_prod_graphs_new.jpg

(2) Bkz. Birleşik Alanlar Teorisi II

http://www.youtube.com/watch?v=RFGpNMe5eEQ&feature=related (a)

http://www.youtube.com/watch?v=1
HrQVhgbeo&feature=related

http://www.youtube.com/watch?
v=TGrDj5vFefQ&feature=related
(b)

(3) http://th.physik.uni-frankfurt.de/~hossi/Bilder/QGP.gif

http://hep.itp.tuwien.ac.at/~ipp/imagesphysics01/
QGPdiagram.jpg

http://www-alice.gsi.de/fsp201/qgp/hist_univ.gif

(4) A. Einstein, Tanrı kavramını, hele hele kişisel bir Tanrı anlayışını hayatı boyunca reddetmiştir. Yaratıcıyı bu şekilde tanımlayan Hıristiyan İlahiyatçılar ile yine bu anlayışın karşısında bulunan Materyalistler, bu yüzden Einstein’ın hep Ateist olduğunu söylemektedirler. Ancak Einstein, her şeyin kökeninde, her şeyi önceden belirlemiş olan “Üstün Bir Şuurun” varlığına inandığını söylemekle birlikte Materyalistlerin, kendi inançlarını desteklemek için kendisine ait bilimsel ve düşünsel ifadelerden alıntı yapmalarına da her zaman karşı çıkmıştır.

 

 
 

Kenan Keskin
İstanbul - 08.06.2010
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com