Öncelikle bazı inançsız insanların iddia ettiği üzere,
Kıyamet olayını anlatan ayet ve hadislerdeki bazı
ifadelerin, çelişkili olduğu, bildiğimiz zaman
sıralamasına uymayan anlatımlar içerdiği yolundaki
görüşlerin, kesinlikle doğru olmadığını hemen belirtmem
gerekir. Ne gariptir ki, aynı görüşü bazı
tanrıbilimciler hadisler için dile getirerek
hadislerdeki benzer ifadelerin de böyle olduğunu iddia
etmekte, sanki Kur’an’da olan benzerlerini çözmüş,
halletmiş, anlamışçasına, Resulullah sözlerini bir
kalemde reddetmektedirler. Çelişki varmış gibi
görmelerinin nedeni ise, Kuran’ın ve hadisin kendi
bakış açısı ve onu açıklayan günümüz çağdaş bilimler
eşliğinde anlamak yerine, “Kur’an apaçık, net bir
kitaptır, gizlisi saklısı yoktur” deyip düz mantıkla,
eksik ve şartlanmalı bilgi birikimleriyle olaya
yaklaşmaları sonucu oluşmaktadır. Bu şekilde olunca da
ayet ve hadislerdeki verilerin yorumları, akıl, mantık
ve bilim dışına çıkarak kendi fantezilerinin ürünleri
haline gelmekte ve sonuçta da adeta saçmalama noktasına
gelinmektedir. Evet, Kur’an apaçık net bir kitaptır,
ancak tek bir idrak göz önüne alındığı için açık bir
kitap değil, tüm idrak seviyelerinin bütününe hitap
ettiği için açık ve net bir kitaptır. Yoksa Kur’an,
“her
bir bilenin fevkinde bir bilen vardır” (12/76)
ya da
“ Onun tevilini Allah ve ilimde Rasih olanlar bilir”
(3/7)
der miydi? Bu da otomatikman biri için bilinen şeyin,
bir başkası için bilinmeyen bir durum olduğunu arz eder
ki, “Sır” denilen şey de bu anlamdadır. Zaten
Tanrıbilimciler, işlerine gelince akıldan, bilimden
bahsederler, idrak edemeyip işlerine gelmeyince de bu
sefer dini, ötedeki bir tanrının emirnamesi olarak lanse
edip “dinde her zaman iki kere iki dört etmez” diyerek,
rahatlıkla akıl ve mantık dışına çıkarak dini
sistemsizliğe ait bir şey olarak ifade ederler,
kendileriyle çelişir bir şekilde. Oysa ayette,
“Allah indinde Din İslam’dır”
denerek geçmişte ya da gelecekteki bir günde veya bir ya
da birkaç boyutta geçerli olan Din, İslam’dır değil, her
Boyut ve “An” da geçerli olanın İslam olduğunu, bu
nedenle de İslam denilen Din’in, Evrensel Sistem
olduğunu ve bu sistemin dışında sistemsizliği de
içerecek şekilde başka sistem ve sistemlerin mevcut
olmadığını bize açıklamaktadır. Dolayısıyla
Resulullah, “iki kere ikinin dört etmediği” bir
sistemsizliği değil, varlığını çağdaş bilimlerin de
tespit ve işaret ettiği sistemlere dayanan düzenleri
bize anlatmıştır. Kur’an’ın ilk emri de, “Oku” değil
miydi? “Oku”ma işlemi ise, bir sistemin mevcut olduğu
boyutta geçerli değil midir? Ortada bir sistem ve düzen
olmasa, “Oku” ma işlemi gerçekleşebilir miydi? Başka bir
deyişle, eğer bir yerlerde sistemsiz bir boyut olsaydı,
sistemin varlığına bağlı olan “Oku” ma işleminin
gerçekleştirilmesi istenir miydi? Bu yüzden Resulullah
hem, tüm Evrensel Sistemi hem de o Sistemin var
edicisini boyutsal derinliğinde “Oku”muştur
(1).
Zaten olay, tanrı bilimcilerin ifade ettiği gibi
olsaydı, ayetlerin tamamıyla tersi olarak, tefekkürün,
düşünmenin, akletmenin, idrak etmenin işlev gördüğü ve
dayandığı bir sistem ve düzenin olmamasına bağlı olan
sistemsizlik içinde,
“ hâlâ tefekkür edemeyecek, hâlâ akletmeyecek, hâlâ
düşünmeyecektik”.
Bu yüzden Kuran’daki anlatımlar bir çelişkinin ifadesi
değil, çeşitli boyutlarda da karşılığı olacak şekilde
bir ilmin, ilimsel verinin, bir sistemin gereği olarak,
bu sistemin tabanda görür gibi anlaşılması, tavanda ise,
bilinç boyutundan idrak edilebilmesi için,
zamansızlık boyutundan sistemin Okunması, anlaşılması
gerekliliğini vurgulamaktadır. Çağdaş bilimler bize,
tabanda da olsa bunun anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
Bu yüzden mesela, sistemimizin ana kaynağı olan
Güneşin Siyah Cüceye dönüşmesinin önce, genişleyerek yok
edeceği sistemi ise sonra anlatmasının bir nedeni de,
temel olarak en geniş zaman dilimi ya da olayın sonucu
anlatılmakta olup bu ifadeden sonra anlatılanların ise,
bu geniş sürecin içindeki olaylar olduğunu bize
bildirmesi sebebiyledir.
“Göz kamaştığı, Ay’ın Nuru tutulduğu, Güneşle
Ay bir araya getirildiği zaman”
(Kıyamet-7/9),
“O günün şiddetinden Gök (Sema) bile parçalanır”
(müzemmil-18),
“O gün Arz ve dağlar sarsılır, dağlar heyelana uğramış
bir kum yığını olup akıp gider”
(Müsemmil-14),
“ O gün göğü kitabın sayfalarını dürer gibi düreriz ve
başlattığımız gibi onu geri iade ederiz” (Enbiya-104), “
O gün gökyüzü açılır ve orada pek çok kapılar oluşur.
Dağlar yürütülür ve serap haline getirilir. Azgınların
barınağı olacak Cehennem de (avını yakalamak için)
pusuda bekler ”
(Nebe-18-22),
Cehennem ile ilgili açıklamalarımızı
“ Güneşin Siyah Cüceye Dönüşümü Ve Kıyamet”
ile
“Din-Bilim Soru Cevapları- (5)”, “Cehennemin Gölgesi”
makalelerimizde değinmiştik. Şimdi de değinmediğimiz
bazı noktaları açıklamaya çalışalım. Bildiğimiz gibi
güneş, bugünkü hacminin yüz milyonlarca katı kadar
büyüyüp dünyayı (ve dolayısıyla Ay’ı) vurmaya başladığı
ve ucundan içine aldığı sırada, büyüyen hacmi nedeniyle
güneşe sarı görünümü veren frekans yayını, kırmızı dalga
boyuna kayarken, parlaklığı (ışığın yoğunluğu) da
bugünkünün kat be kat daha fazla olacaktır, öyle ki, o
anda bakacak bir göz olsaydı, şiddetli ışık karşısında
gözleri önce kamaşır sonra da kör olur, karanlığa
bürünürdü. Ayet,
“gözlerin kamaştığında…”
diyerek bu durumu çok güzel bir biçimde ifade etmiştir.
Kaldı ki, Ruh beden, güneşin bu yoğun etkisini maddi ve
manevi olarak görecektir. Dolayısıyla,
“Ay’ın Nuru tutulduğu zaman”/ “ Yıldızların ışığını
vermediği (söndüğü) zaman”/ “ Güneş dürülüp karardığı
(ışığı gittiği) zaman”/ “Yıldızlar (kayıp) döküldüğü
zaman”
ayetlerine bakacak olursak Güneşin, Yıldızların ve Ayın
yaydığı ışıkların sönmesi (kararması) olayı, bir önceki
bölümde açıkladığımızın yanı sıra, “Güneşin dürülüp
kararması” ifadesiyle, güneşin en son aşamada Siyah Cüce
yıldızına dönüşmesi, “Ay’ın kararması” sözüyle,
yıldızlar gibi ışığını kendisinin üretmeyip güneşten
aldığını yansıtması ve
“Güneşle, Ay bir araya getirildiği zaman”
ayeti hükmünce Ay’ın, dünyayla birlikte yok olması
esnasında gerçekleşecek olan bir olayı, yıldızların
ışığının sönmesiyle de, bunlardan farklı olarak güneşin
kızıl dev halini alıp dünyaya yaklaşması esnasında ve
“Gözlerin kamaştığı zaman”
ayeti hükmünce, parlaklığının kat be kat artarak
yıldızların artık hiçbir şekilde dünyadan görünmez oluşu
anlatılmaktadır. Görüldüğü üzere her üç olay için sonuç
aynı olsa da sistemleri oldukça farklı.
Mekansal anlamda,
dünyanın yüzeyi ve iç katmanları (ki bu da, yedi
katmandır) Arz iken, atmosfer katları ile Ay, Güneş,
gezegenler de, Gök, Gök katları olarak ele alınmaktadır
(2).
Böylece, güneşin yaklaşması sonucu, gök (sema) kapsamı
içinde olan bugünkü mavi renkli görünümlü atmosferimiz,
önce çatlayacak, yarılacak, sonra da dağılacak yani, gök
kapı, kapı açılacak, parçalanacak, giderilecek,
sürüklenecek ve göğün rengi kırmızıya dönecektir (ki
buna daha önce değinmiştik). Haliyle, atmosferimiz
çalkalanarak tüm katmanları parçalanıp yok olacaktır. Bu
sırada yine, içine Marsı da alacak şekilde genişleyen
güneş, planetlerin bir kısmını yok edip diğer geri
kalanı da uzay boşluğuna fırlatması sonucu bu anlamda da
göğü çatlatıp, parçalayacaktır.
“Yedi kat göğün (semanın) kitabın sayfaları gibi
dürülmesinin ve başladığı gibi iade edilmesinin”
bir nedeni de, hacminin genişlemesi sırasında ve ondan
sonraki süreçteki
“Beyaz Cüce”
olma evresinde güneşin, çevresindeki kitap sayfasına
benzeyen “uzay-zamanı” eğmesi, bükmesi, dalgalandırması,
çalkalandırmasıdır.
“Göğün başlatıldığı gibi iade edilmesi olayı”
ise, güneş sistemimizin yani, bize göre Arzın
(dünyamızın) ve Semanın (bildiğimiz mekansal göğün)
güneşten meydana geldiğini ve en sonunda yine onun
tarafından yok edileceği, ilk baştaki duruma
döndürüleceği anlatılmaktadır. Ayrıca bu ayetin daha
derin boyuttaki Stringler açısından bir açılaması daha
vardır ki, ona da bir başka yazıda değiniriz. Özetle,
kıyamet sürecinde dünyadan göğe bakış açısına göre
atmosferimizin ve diğer planetlerin yok olması
ayetlerde,
“göğün çatlaması, giderilmesi, sürüklenmesi,
parçalanması, açılması, göğün kapı kapı olması, yedi kat
Semanın (göğün) kitabın sayfalarının dürülmesi gibi
dürüleceği (sistemin yok edileceği)”
şeklinde anlatılmıştır. Elbette bu esnada dünyanın tüm
dengesi bozulacak, yükselen sıcaklık nedeniyle, yerler
devamlı sarsılacak, katı maddesi de yavaş yavaş dağılıp
erimeye başlaması dolayısıyla, yerle dağlar birleşmeye
başlayacak en sonunda da buharlaşacaktır.
Son ayette ise, güneşin pusu kurduğunu, dünyayı
gözetlemekte olduğunu belirterek, en ufak bir hata
yapmamak, özenle hedefini on ikiden vurmak için güneşin
aşama aşama, kademe kademe hareket edeceğini, avına
yaklaşmakta olacağını anlatmaktadır. Böylece, onun
varlığının önceden var olduğunu belirtmektedir. Buna
karşı gibi görünen Tekvir Suresi 12. ayetteki,
“cehennem tutuşturulup alevlendirildiği zaman”
sözü ise, cehennem şu anda mevcut değil de sonradan
alevlenecek anlamında değildir. İlgili tüm verileri
düşündüğümüzde bu ayet, yine bilimsel bir gerçeğe işaret
etmektedir. Şöyle ki, kurduğu pusunun bir evresinde
(aşamasında) güneş, merkezindeki yakıtı bitmeye
başlayınca çekim gücüne karşı itici kuvvet oluşturan bu
yakıtın oluşturduğu güç de ortadan kalkmaya ve bu da
güneşin kendi üzerine çökmesine neden olur. Ancak bu
büzülme olayı, yanmamış olan dış katmanlarındaki
hidrojenlerin birbirlerine yaklaşmasına ve en sonunda
tepkimeye girmesini sağlayarak bu tepkime sona erinceye
kadar bir daha geriye dönmeyecek olan bu dış kabuğu,
dışa doğru itmeye yani, güneşin hacminin büyümesine
neden olur. Bu sırada merkeze doğru çöken kütle de
sıcaklığın daha fazla artmasına neden olarak yeni bir
reaksiyon başlatıp bu sefer de Helyumu, Karbon ve
Oksijene dönüştürür. Böylece güneşin merkezinde ve dış
kabuklarında yeni bir ateşlenme meydana gelir. İşte
bu ayet, daha önceden tepkimeye girmeyen, ancak zamanı
gelince dış kabukta bekleyen hidrojen atomları ile
merkezindeki Helyumun daha şiddetli bir şekilde
termonükleer reaksiyona girerek kıyametin oluşumunu
başlatmasını anlatmaktadır
(3).
Kaldı ki bu ayet bir anlamda da
“cehennem daha da kızıştırıldığında”
anlamına gelmektedir ki, zaten bu durum olayı daha da
net açıklamaktadır. Ayrıca,
“güneş dürülüp ışığı giderildiği (karardığı) zaman” (Tekvir/1)
ayeti,
“yakıtı,
enerjisi biten güneşin, genişlemeyi ve haliyle kıyameti
başlatmak üzere içeri çökmesi”
olayına da işaret etmektedir ( o aşamada “Kararması
olayını”, parlaklığının gitmesi anlamında değil de
enerjinin geçici süreliğine bitmesi, sona ermesine
işareten düşünmek gerekir). Dolayısıyla güneş, mutlak
kıyamet öncesinde başka özelliklerini ağırlıklı
sergilerken, kıyamet süreci ve sonrasında ise, bizler
açısından cehennem olma özelliğini tamamıyla ortaya
koyacaktır.
“Yer şiddetle sarsıldığı zaman” (Vâkıa- 4) / Yer
uzatılıp düzlendiği, içinde bulunanları dışarı atıp
boşaldığı zaman” (İnşikak- 3/5) / Yer bütünüyle
sallanıp, paramparça edildiği zaman” (Fecr- 21)/ “Dağlar
ufalanıp savrulduğu zaman” (Mürselât- 10)
/“Dağlar
parçalanıp da toz duman haline geldiği zaman” (Vâkıa-
5/6) “Resul’üm! Sana kıyamet günü dağların ne olacağını
sorarlar. De ki: Rabb’im onları kül gibi ufalayıp
savuracak! Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır.
Öyle ki, orada ne bir çukur ne de bir tümsek
görebileceksiniz! ”
(Tâhâ- 105- 107)/ “O gün yer ve dağlar sarsılır, dağlar
dağılmış kum yığınına döner” (Müzemmil- 14)/ “Biz
onun üzerindeki her şeyi elbette kupkuru bir toprak
haline getireceğiz” (Kehf- 8)/ O gün dağları
yürütürüz, yeryüzünün ise çırılçıplak olduğunu görürsün”
(Kehf- 47)/
“insanların ateşin etrafında yayılmış pervaneler gibi
olduğu, dağların da didilip dağılmış (atılmış) renkli
yüne döndüğü gündür, Karia” (Karia- 4, 5) / “ O
gün sema erimiş maden gibi olur. Dağlar boyanmış renkli
yün gibi olur” (Mearic – 9)
Güneşin dünyaya yaklaşması sırasında, ortamdaki ısının
artmasıyla, yumuşamaya başlayan katı maddenin altındaki
magma da daha da hareketlenerek, dünya yüzeyine yaptığı
basıncı artırır ve sonuçta depremler, artmaya başlar.
Öyle ki, bu uzun süreç alacak olan dönemin ilk
başlarında (aşamalarında), günümüze kıyasla daha fazla
ve güçlü sarsıntılar olsa da zaman ilerledikçe depremler
her geçen gün sayısal ve şiddetsel anlamda çok daha da
artarak artık her an olmaya başlar. Böylece ısı artışına
bağlı olarak zamanla toprakta ve dağlarda aşırı
yumuşama, oynama, çatlama, çökme, yer kabuğunda hareket
etme, birbiri içine geçme (girme), toprakta sıvılaşmanın
başlaması, birbirlerine karışma, kabarma, içteki ateş
sıvının dışarı giderek daha da fazla çıkması,
fışkırması, toprağın da ateş sıvısına dönmesi, …vb
durumlar meydana gelir. İşte bir anlamda, giderek
sarsılan, oynayan, kayan yeryüzü nedeniyle dağların
hareketi ve parçalarına ayrışması ayetlerde,
“dağların yürütülmesi ile heyelana uğramış, kum yığınına
dönüşüp etrafa savrulması, …vs”
şeklinde tasvir edilmiştir. Lav sıvısı üzerinde bulunan
tüm yeryüzü kabuğu, çok küçük sarsıntı (ki, çoğunu
hissetmemekteyiz) ve depremlerle yılda ortalama 3- 5
metre yer değiştirdiğinden, şu anda bile çok yavaş bir
biçimde hareket etmektedir. Bu yüzden, bundan yaklaşık
iki yüz elli milyon yıl önce tüm kara parçaları bütün
halde birleşikti (Pangea). Bugün ise mesela, güney
Amerika ile Afrika kıtası arasında birkaç bin km uzaklık
oluşmuştur. Kıyamet süreci yüz milyonlarca yıl gibi çok
uzun bir süreyi kapsayacak olsa da kıyamete yakın zaman
diliminde bu olaylar, çok daha hızlı ve şiddetli
gerçekleşecektir. Böylece daha ileriki aşamada ısının
çok daha artmasıyla ateş topuna dönen dağlar ile yer,
artık aynı seviyeye inip tek bir lav kütlesi olarak
adeta bir seraba dönüşüp dümdüz olur ki, ilgili
ayetlerde bu durum açıkça belirtilmiştir. Haliyle dünya
tıpkı soğumaya başladığı dönemdeki durumuna bu sefer
ısınarak tekrar dönüşecektir. Daha olayın başlarında
toprak üstünde, bırakın insanları ve hayvanları tüm
bitki örtüsü yanıp yok olarak kupkuru bir çöle, bomboş
bir hale dönüşecektir. Güneşin dünyaya iyice yaklaşıp
onu içine almaya ve daha güçlü ısıyla vurmaya başlayınca
katı olarak gördüğümüz yeryüzü kabuğu ve onun bir
parçası olan dağlar, belli aşamalar sonucunda toz haline
yani zerreciklerine ayrılarak dünyanın dönüşünün
artmasıyla da uzaya daha doğrusu içine girdiği güneşe
savrulacaktır. Bildiğimiz gibi ısınan katı nesneler bir
anda buharlaşma fazına geçiş yapmazlar. Öncelikle,
moleküller, artan ısı nedeniyle daha da hareketlenerek
aralarındaki uzaklıkların artmasına, kendilerini bir
arada tutan bağların da zayıflamasına yol açar ancak,
henüz kopma da yoktur. Böylece gevşeyen katı madde,
tıpkı zincir gibi birbiri içinde akmaya, kaymaya başlar.
Biz bu durumu sıvılaşma olarak algılarız. Isının
artmasıyla daha da hareketlenen moleküller artık yavaş
yavaş birbirlerinden ayrılmaya ve gaz fazına geçmeye
başlar. Önce dünya yüzeyinde başlayan bu durum, zamanla
tüm dünya maddesinde görünmeye başlar. Sonuçta eriyen
(sıvılaşan) dünya maddesi, önce moleküllerine, sonra
atomlarına en sonunda da, atom çekirdeği, serbest
hareket eden elektronlar, nötrünolar ve ışımadan oluşan
yüksek enerjili plazma haline dönüşür. Böylece, artık
güneş maddesine karışarak onun hammaddesi olur. Özetle,
zamanla dengesini kaybederek hızla dönmeye de başlayan
dünyanın, belli faz geçişleri sonrasında toz halinde
zerreciklerine yani, moleküler, atomik gaz, duman, bulut
halini alması ve dışa savrulması, uçması durumu farklı
bir deyişle dağların, dolayısıyla yeryüzünün
parçalanarak sanki hiç var olmamışçasına seraba
dönmesi olayı, diğer bir anlam olarak yine ayette, “Dağların
(yani, yeryüzünün) yürütülüp, serap haline getirilmesi”
(Nebe- 19)
şeklinde ifade edilmiştir. Bununla birlikte, bu ayetin
bundan bir sonraki, dünyanın güneşe tamamen karıştığı
aşamayı da bize anlattığını görmekteyiz.
Dikkat edilecek olursa iki ayette, akıp giden kum
taneciklerine, küle, didiklenmiş yüne yani, maddenin
temel bileşenlerine ayrılan dağların, dolayısıyla
yeryüzü maddesinin, bu esnada
renkli
olduğu vurgulanmaktadır. “Neden renklidir?” diye soracak
olursak bunun cevabını, kuantum fiziğinin gelişimine
neden olan “Siyah Cisim Işıması” adlı ilkede
bulabilmekteyiz. Bu ilkeye göre, ısınan katı nesneler
belli bir frekansta değil, o nesneyi oluşturan
malzemeden, elementlerden tamamen bağımsız olarak aynı
anda tüm frekanslarda ışıma (Elektromanyetik dalgalar)
yaptığını ancak, nesne hangi sıcaklık değerindeyse o
sıcaklık değerine karşılık gelen frekansta daha şiddetli
(yoğunlukta) ışımada bulunduğu için, o yoğunluklu
ışımanın frekansında görüntü verdiğini söyler. Bu sırada
diğer dalgaların şiddeti de bir önceki ısı durumuna göre
daha da güçlü (yoğun) olarak yayınlanır. Dolayısıyla,
Ruh bedenin algılama araçlarınca bu renkli oluş yani,
yayınlanan tüm dalga boyları, çok net olarak
algılanacaktır ki ayet, bu duruma işaret etmektedir.
Bunun yanında dünya, yüksek ısı altında çözülmeye
başladığında bulunduğu sıcaklık değerine göre daha
yoğunluklu olarak önce, radyo dalgaları, mikro dalgalar,
kızıl ötesi dalga boylarında sonra da, maddesel
gözümüzün görmeye başladığı kırmızı ve tonlarında,
buradan da turuncu rengi ve peşinden gelen sarı ve
tonlarında, sarı beyaz renginde görüntü vermenin hemen
ardından da artık gaz halinde güneşe karışınca onun
içinde yeşil ve tonlarında peşinden de sırasıyla, mavi
ve tonlarında, mor ötesinde, X, gamma ışınları şeklinde
devamlı değişen renklerde görüntü verecektir ki ayette,
“Renkli
Yün gibi”
tabiriyle dünyanın yüksek ısı altında yok olup
buharlaşacağını bize anlatmaktadır
(4).
Daha öncede belirttiğimiz gibi, güneşin dünyayı hemen
ucundan içine almaya başladığı ama henüz yok olmadığı
süreçte, dünyanın manyetik alanı zayıflayıp ortadan
kalktığında, insan ruhları güneşin manyetik alanı içine
çekilmeye başlar. Bu sırada serbest hale gelen insan
ruhları, alev dilimleri ucunda çekirge sürüleri gibi
oradan oraya dalgalar halinde hareket ederler ki, bu
durum da ayette çok net bir biçimde “insanların
ateşin etrafında yayılmış pervaneler gibi olmaları”
şeklinde bize anlatılmıştır.
Kenan keskin
(Kaynakça:
İnsan Ve Sırları I, II / Allah / Tecelliyat / Ruh,
İnsan, Cin /Neyi Okudu / Okyanus Ötesi -1 / Evrensel
Sırlar /Tekin Seyri)
(1). Din-Bilim Soru Ve Cevapları- 11/12/13 (2). bkz.
Atmosfer- Ahmed Fevzi Yüksel/(3). Yıldızların Yaşam
Hikayeleri/
(4). Dalgalar Ve Özellikleri- 4 /www.sufizmveinsan-fizik). |