Öncelikle belirtmek
gerekir ki, bedenin (tabiatın) istekleri ayrı şeydir,
nefsin istek ve arzuları farklı şeylerdir. Kesinlikle
aynı şeyler değillerdir. Bedenin istek ve arzuları, iyi
yiyip içmek, güzel giyinmek, iyi seks yapmak, bolca
yatıp uyumak, çok iyi eğlenmek, …vs. şeylerdir. Nefsin
istek ve arzuları ise, ön plana çıkmak, baş olmak,
etrafa maddi, manevi hükmetmek, sevilmek, takdir görmek,
övülmek, makam, şan, şöhret sahibi olmak, …vb.
şeylerdir. Cehennemden tam anlamıyla çıkabilmek içinse,
yaşarken bedenin ve nefsin tüm istek ve arzularından
kurtulmak yeterli değildir. Başka bir deyişle, tüm
bunlardan sıyrılmakla bunların neden olduğu fiziksel
ve şuursal anlamda azaplardan arınılsa da, (şekli ve
boyutları değişse de)
“vehmi benlikten”
haliyle Cehennemden asla kurtulmuş olunmuyor. Mesela bir
üst düzey Budist rahibinde olduğu gibi, tamamıyla (aklın
alamayacağı verileri barındıran imana dayalı değil) akla
(felsefeye) dayalı bir biçimde bedenin ve benliğin tüm
isteklerinden sıyrılmak mümkün olsa da,
var sandığı
“vehmi benlikten”
arınmak yani,
“Vehmi Benliğin”
hiçbir zaman var olmayıp var olanın
“Mutlak Benlikten”
ibaret olduğunu fark etmek, sadece ve sadece, bir
birimde
“İman Nurunun”
bulunması ve bu
“İman Nuruna”
dayalı bir biçimde bu hallerin tamamından arınılmasıyla
gerçekleşmektedir ki, birim
“Mutlak Benliğini”,
“Hakikatını”
yaşamış olsun. Yani,
“Nefs perdesinin”
kalkması, terkipsizliğe dönüşme ancak iman ya da
Resuller aracılığıyla bildirilen verileri öncelikle
şeksiz şüphesiz kabul edip sonra da bunları
değerlendirme ve o yönde çalışmalar yapmak suretiyle
mümkün olmaktadır. Terkipsel aklı zirve kabul etmeleri
nedeniyle, daha da derinliklerinde daha farklı
gerçeklerin var olabileceğini göremedikleri için, o
yöndeki şuursal ve fiili çalışmalarla, doğal olarak
bunlar oluşmaz. Dolayısıyla
“Vehmi Benliğe”
dayalı olarak Allah’ı bilme ile “Vehmi Benliksiz”
yaşayarak Hakikâti olan Allah’ı tanıma aynı şeyler
değildir. Aralarında kıyasa gelmez farklılıklar
bulunur.
Birinde kuru, sınırlı bir bilgi ve sonucunda da
Allah’tan mahrum olmanın acısı varken, diğerinde
yaşayarak bilmenin getirdiği sonsuz bir huzur ve
mutluluk vardır.
“İman Nuruna”
sahip (said) olan cennetin büyük çoğunluğunu oluşturan
sıradan Müslümanlar ise, dünya yaşamında beden ve
benliğin istek ve arzularından tam anlamıyla
arınamamaları sonucu olarak
cehennemliklere göre
kısa bir süre, kendilerine göreyse çok uzun süreçler
içinde arınmaya tabi tutularak
taban düzeyde
bunlardan sıyrılıp cennet denen boyuta dönüşüme
uğrayacak, dolayısıyla
Allah’ı kısmi olarak tanıyıp Özlerinde O’nu,
arınmışlıkları oranında müşahede edeceklerdir, maddi
ve manevi her tür azap ve sıkıntıdan beri olarak.
Ancak yine de
“Vehmi Benlikten”
kurtulmuş değillerdir. Çünkü mistisizmin belirttiği
üzere
“Vehmi Benlik”
anlayışı tam anlamıyla ancak,
“Mardiye Nefs” denilen
Bilinç Düzeyinde
ortadan kalkmaktadır.
“ …Narda ebediyen kalıcı
ve sıcak kaynar su içirilmiş de, bu yüzden onların
bağırsakları parçalanmış, kimse gibi midir ?” (47-15)
/
“ Kâfir olanlara gelince, onlar için ateşten
elbiseler kesilip biçilmiştir. Kafalarının üzerinden
de kaynar su dökülür. Onunla karınlarında olanlar ve
ciltleri eritilir” (22-19/20)
/
“ Ateş onların yüzlerini yalayarak yakarda onun içinde
onlar, etleri sıyrılmış olarak sırıtan dişleriyle
kalıverirler” (23-104)
/
“Cehennemliklerin
tepelerine kaynar su dökülür. Bu su, bedenlerinin
içine kadar girer, karınlarına kadar ulaşır.
İçlerinde ne var ne yok söker atar ve ayaklarını
deler geçer” (hadis)
Bildiğimiz üzere elbise,
vücuda en yakın ve onu güneşin ışınlarından ya da
ortamın soğuğundan yani, her an bedene zarar veren ve
onu tahrip eden çeşitli frekanstaki dalgalardan,
maddesel pisliklerden, nesnelerden, sudan, …vs koruyan
nesnedir. Cehennemde
“elbisenin de ateşten olması”
ise, insanı o ortamdaki dalgalardan, plazma sıvısından
koruyacak hiçbir şeyin olmayacağını, bulunamayacağını
anlatmaktadır. Bir başka anlamda da, nasıl ki dünya
yaşamında Bilincin elbisesi, beyin, dolayısıyla beden
ise, ruhtaki Bilincin elbisesi de (ruhun bilinci olan)
bellek dalgalarının yüklü olduğu, taşıyıcı dalgalar
dediğimiz insan bedeninin karşılığı olan (ölüm anındaki
bedenin son suretindedir) holografik özellikli bedendir
ki, deforme olduktan sonra eski haline dönebilmesi ya da
elastiki özelliği nedeniyle,
“ ateşten kesilip biçilen elbiseler giymeleri”
şeklinde ifade edilerek, bu ışınsal bedenin içinde yer
alacağı plazma ve dalgaların şeklini alması, onların
şekline bürünmesi anlatılmaktadır (Cinlerin bedeni de bu
taşıyıcı dalgalarla aynı yapısal özelliklere
sahiptir).
“Kaynar suyun birimin
kafasından başlayarak dökülmesi, derisini eritmesi,
içine kadar işlemesi, içinde olanlar ile birlikte mide
ve bağırsaklarını (tüm hayati organları) parçalayıp
ortadan kaldırması ve ayak ucundan çıkarak bedeni terk
etmesi…” ifadeleri de bir taraftan ruh beden yapısı
üzerindeki etkilerini, “ yine bu kaynar suyun, baştan
(beyinden) başlayarak dökülmesi, yüz dersini soyarak iç
yüzüne (beyinlerinin derinliklerine) kadar işlemesi,
yediklerini ortadan kaldırması yani, Ruhlarına kayıt
ettikleri belleğindeki bilgilere kadar sirayet edip
onları etkilemesi ve birimi arındırması” yönüyle de aynı
zamanda bu işlevin bilinç boyutlarına olan yansımasını
göstermektedir. Daha açık bir biçimde, birimin beden
kabulü ve bedenine ait tüm (negatif olan)
özelliklerinden arınması, böylece beden kayıtlarından
sıyrılması ve bunun sonucu olarak bedenin ve ona ait
olan azabın onlarda hiçbir şey ifade etmemesi,
kendilerinin aslında bir beden olmadığının asgari
temel düzeyde şuurlarında yer etmesi yani, şuurun
bedenle, bedene ait özelliklere olan bağlılığından,
kayıtlılığından arınması için gerçekleştirilecek
işlemler mecazen anlatılmaktadır.
Ya da günümüz anlayışıyla,
çok yüksek enerjili yani çok büyük yoğunluklu foton ve
taneciklerin, başka deyişle “plazma sıvısının” ruh
bedenin içinden geçeceğini, etkisini o bedenin her bir
noktasında hissettireceğini, onu tahrip edip deforme
edeceğini ve yaşamı boyunca
“bedensel kayıtlılıklarının”
bilgisini ruhlarına kaydetmelerinden dolayı, bu olayı
şuursal boyutlarında çok büyük azap olarak
algılayacaklarını, azabın maddi yönünün de olacağını
vurgulayarak maddesel beden üzerindeki örnekleme ile
bu durum bize anlatılmaya çalışılmaktadır.
Orada istinasız
yaşanılacak en büyük azaplardan biri de birimlerin, bu
bedensel kayıtlılığı dünya yaşamında on, yirmi, otuz
yıl, …vs gibi çok daha kısa sürelerde üzerlerinden atma
imkânı varken bunu yapmayıp hatta düşünme zahmetine bile
girmeyip bir gün veya yıl gibi kısa bir süreye oranla,
milyarlarca, trilyonlarca, …vs yıl sürecek olan
(bilinenden çok daha şiddetli) azap ortamında, bunları
üstünden atma durumuyla karşı karşıya kaldıkları ve
bunun telafisinin de asla mümkün olmadığını
anlamalarıyla gerçekleşecektir ki, bu da sonsuza dek
akıllarından hiçbir zaman çıkmayacağından her an bu
azabı yaşamaya devam edeceklerdir. Şunu da söylemek
gerekir ki, çekilecek azaplarla ilgili yapılan tasvirler
her ne kadar mecaz olsa da hissedilecek olan azabın
şiddeti en azıyla, o sembolik anlatımın gerçekleşmesi
durumunda hissedilecek olan kadardır.
“ O alevli ateş (cehennem)
onları uzak mekândan gördüğünde, onlar onun kaynayan
öfkesini ve şiddetli horultulu nefes verişini,
uğultulu sesini işitirler” (25/12) / “
Onun içine atıldıklarında
o kaynayıp feveran ederken onun hırıltılı teneffüsünü
işitirler” (67/7)
Birimin cehennemin sesini
uzaktan işitmesi iki şekilde olmaktadır. Birincisi
maddesel boyuttan, ikincisi de ruh beden itibariyledir.
Şimdi bunları görelim:
Bildiğimiz gibi, saniyede
on milyonlarca ton hidrojenin Helyuma dönüşmesiyle açığa
çıkan enerji, plazma durumunda olan gazı öyle büyük,
güçlü ve hızla çalkalamaktadır ki, kaynayan, titreşen,
fokurdayan plazmanın çıkarttığı homurdama, gürleme,
…gibi insanı ürküten sesler Soho uydusu tarafından
görüntünün sese çevrilmesi yöntemiyle tespit edilmiştir.
Bizim bunların sesini duyamayışımızın nedeni ise,
uzaklığından çok, ses dalgalarını iletecek olan ortamın
yani, sesi iletecek olan atom ve moleküllerin (havanın)
olmamasıdır (bkz. Dalgalar Ve Özellikleri – 1). Bunun
yanında, birimin ölümü tadıp kabirden, kabir âlemine
geçerken kendi bilincinde olan kuvvelerin suret boyutuna
yansımasıyla ortaya çıkan Münker ve Nekir isimli iki
meleğin, birimi o boyutun algılama araçlarına göre soru
sorması ve aldıkları cevapların akabinde (tıpkı
Cebrail(as)’ın, Sistemi Okuması için Resulullah’ı
sıkması gibi) onları sıkarak algılama kapısını açması
sonucu birimler, bir taraftan güneşin tüm ikiz yapısını
ve içindeki zebanileri görürken diğer taraftan da
yıldızların ikiz yapısı ve içindeki varlıkları görmeleri
ve gideceği yere (akibetine) göre de cehennemden
kurtulacağı için sevinmeleri ya da cenneti kaybedip
sonsuz uzun süre boyunca cehennemde azap göreceğini
apaçık görmeleri (seyre dalmaları) anında cehennemin bu
gürültüsünü, uğultusunu net bir biçimde duyarlar.
Bildiğimiz üzere ürkütücü
seslerin, insan psikolojisi üzerinde çok olumsuz
etkileri mevcuttur. 1999 gölcük depremi hemen öncesinde
(ki cehennemdeki seslerin belki milyonda biri bile
değildir) kayaların birbirine sürtünmesi sonucu toprak
aracılığıyla hava moleküllerine aktarılan titreşimlerin
çok güçlü gümbürtü ve uğultu olarak algılandığını ve
insanlar üzerinde çeşitli olumsuz etkiler meydana
getirdiğini hatırlamakta fayda var. Gök gürlemesinin,
“hiç korkmam” diyen birisini bile nasıl ürperttiğini de
yaşayan bilir. Bunun yanında yine bildiğimiz üzere,
insanı çıldırtan ve ona en büyük azap veren şeylerden
biri de, bugün işkence amaçlı olarak kullanılan, hoş
olmayan ya da insanı etkileyen ses veya müziğin
tamamıyla eli, kolu bağlı bir insana saatlerce başa
sararak ya da devamlı dinletilmesidir. Dolayısıyla
ayetler, hareketleri tamamıyla sınırlanan ve bu yüzden
de üzerine gelen şeylerin hiç birine karşı koyamayan
birimin, yüz milyarlarca, trilyonlarca, katrilyonlarca,
…vb. yıl aynı ürkütücü sesi duymakla ayrıca çok büyük
azaplardan biri içinde kendini bulacağını haber
vermektedir, şimdiden. “Peki! O halde, mekanik
dalgaların, yıldız ve gezegenler arası uzayın boşluk
olması sebebiyle yayınlanamamasına, ruh bedende maddesel
(ses) dalgalarını duyacak maddesel organ da olmadığına
göre bu olay nasıl gerçekleşmektedir?” diye bir soru
soracak olursak, buna cevap olarak,
“ Din-Bilim Soru Ve Cevapları – 3 ”, “Lisan mı? , Mana
mı?”
başlıklı makalelerimizde
de değindiğimiz üzere, görüntünün bellek dalgalarındaki
sesle ilgili datalarla eşleşmesi sonucu algılanacağını
söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, ayetin
birinde,
“ (cehennemi)
ilmel yakin
olarak bilseydiniz, And olsun cehennemi mutlaka
görürdünüz” (102/ 5,6)
denerek (bazılarının söylediklerinin aksine, anlayana)
cehennemle ilgili birçok veri verildiği, birimin kendi
kapasitesi oranında sanki görüyormuşçasına (görür gibi)
bunları bilebileceği, üstelik
güneşin bizatihi cehennem olduğu ve onun gözlenip
incelenmesi
yani, çağdaş bilimlerin verileriyle bunlar (ilgili
ayetler) daha da derinlikli olarak deşifre edilebileceği
ve bunun sonucunda da maddi ve manevi yönden
gerekenlerin yapılması gerekliliği belirtilirken, bir
başka ayette de,
“Aynel
yakin
olarak göreceksiniz” (102/ 7)
denerek ölümün akabinde keskinleşen algılamalar (ki, ruh
boyutunda mesafeler ortadan kalkar) ile bizatihi
içindeymişçesine, olay yaşanmadan önce yaşıyormuş gibi
cehennem ortamını hissedecekleri ve bundan da çok büyük
azap duyacakları anlatılmaktadır. Diğer iki ayette ise
birimi çıldırtan sesler, ruh bedenlerin mahşerde
güneşin içine girmeleriyle artık
yakinen yaşanılarak
işitilecektir.
Ayrıca ayetlerde mucizevi
bir biçimde güneşin,
“nefes alış verişinden”,
“onun solumasından”
bahsedilmektedir. Bu ifade bir anlamda mecaz olsa da bir
anlamda da bir gerçeğe işaret etmektedir. Bildiğimiz
gibi nefes alma verme sırasında ilgili organımızın hacmi
genişler ve büzülür. Bu esnada da hava, ciğere girip
çıkarken yolu üzerindeki farklı geometrik boşluklardan
geçerek hırıltılı, eğer bu yollardan biri geçici olarak
büzülürse (gece horlayan insanlarda olduğu gibi) bu
sefer de yanındaki insanları rahatsız edip sabaha kadar
uyutmayan, uyusa da uykusunu sağlıklı aldırtmayan,
üstelik sinir sistemini bozan çok güçlü homurtulu,
gürültülü sesler çıkartır. Bu arada ciğere oksijen
molekülleri girerken kimyasal reaksiyon sonucu
karbondioksit molekülleri de dışarı çıkar. Benzer
şekilde güneşimiz de, kütlenin neden olduğu kütle-çekime
karşı, Hidrojenin Helyuma termonükleer reaksiyon
dönüşümü ile açığa çıkan enerjinin neden olduğu dışa
olan basıncın kısa süreli küçük oranlı dengesizliği ya
da denge durumunu sağlaması sırasında
genişleyip büzülerek nefes alıp vermekte ve bu esnada da
o korkunç sesler üretilmiş olmaktadır.
Bilim adamları güneşin bu nefes alış verişi sırasındaki
büyüyüp küçülmesinin
her beş dakikada bir, periyodik olarak 8 km kadar
olduğunu tespit ederek aslında yeni bir şeyi değil, bin
dört yüz yıl öncesinden Vahiy yoluyla bildirilen ve
Kur’an’ın ikiz kardeşi olanlarca bilinen bir gerçeği
günümüz anlayışıyla dillendirmişlerdir,
her ne kadar kendileri bunun farkında olamasalar da.
( Kaynakça: İnsan Ve
Sırları I, II, Hz Muhammedin Açıkladığı Allah, Akıl Ve
İman, Tek’in Seyri, Kendini Tanı – Ahmed Hulusi) |