Uzaylılar da insanlar gibi bir tanrıya inanmakta,
kendilerinin de aynı tanrının kulu olduklarını
belirtmekte ancak bir farkla, o tanrının ne olduğunu
açıkça söyleyerek insanlardan o tanrıya inanmalarını
istemektedirler. Onlar,
“Tanrı her şeydir. Tanrı içimizdedir. Biz onun bir
parçasıyız. Fakat, yine de o, bizden sonsuzca bir
fazladır”
diyerek, artık olan o parçayla birlikte parçaların
toplamından oluşmuş bir bütünselliğe tanrı
dediklerini görmekte, yanı sırada herkesin, parçası
olduğu o tanrıyı içinde taşıyarak onun tanrısal
güçlerine potansiyel olarak sahip olduğunu, ancak
bunu kinetik hale uzaylıların geçirebildiğini,
insanların ise (Sai Baba ya da büyük spritüel önderler
gibi çok çok az sayıda insanlar hariç) bunu
başaramadığını, eğer kendilerindeki tanrısal güçleri
kullanmak istiyorlarsa tek yolun uzaylılara inanmak ve
kendilerini onlara tamamen teslim etmek gerektiğini ve
bunun sonucunda topluca Altın Çağın yaşanacağını
(şimdilerde ise tarih de verilerek bunun 22 Aralık 2012
olacağını) belirtmektedirler, gelecekte Deccal’in de
dillendireceği gibi. Görüldüğü üzere burada takdim
etmeye çalıştıkları tanrı bile, subjektif olarak kendi
düşüncelerinin şekillenmiş biçimi olup ispatı
niteliğinde de zaten bizlerin dünyadan bildiği, dünyada
var olan panteist anlayışıyla benzerlik kurarak kendi
hayallerini bizlere dayattırmaya çalışmakta ve bu yönlü
olarak hükmetmeye çalışmaktadırlar.
Bununla birlikte, tanımladıkları bu tanrının aslında
günümüz diliyle
“enerjisel bütünlük”
şeklinde düşünülmesi gerektiğini söylemektedirler. Yani
tanrı,
“bir enerji, enerjinin sahip olduğu bir bilinçtir”.
Uzaylı suretine bürünmüş Cinlerin neden tanrıyı enerji
yaptıklarını Kuran ve hadisler ışığında bizler,
kendilerinin bir enerji yapısına sahip olmaları yanında,
bu enerji yapısının getirdiği ego ve birtakım üstün
özelliklerinden ötürü olduğunu öğreniyoruz
(1).
Dolayısıyla kendilerini uzaylı kimliğinde saklayarak
evrenin kendilerinden ibaret olduğunu, meleklerin ve
tanrının da temeli kendileri olan, kendilerinden
oluşmuş, kendilerinin toplamı bir varlık olduğunu,
haliyle tanrının da bu enerjisel anlamda bir Cin
olduğunu söylemeye getirmektedirler ki, artık kendi
tebliğlerinde bunu gizleme gereği duymaksızın
rahatlıkla, açıkça dillendirebilmektedirler.
Böylece güya uzaylılar, bizden ve her şeyden daha
üst planda olduklarından, mesela, kendilerini enerji
boyutlarına kolaylıkla dönüştürebilmelerinden, tanrı
olarak gördükleri daha latif enerjiye çok yakın
olmalarından ve hatta bu yapının yine kendileri
olmalarından ötürü onu bizden çok daha iyi bilip
tanımakta ve üstelik onu yaşamaktaymışlar. Bu nedenle
onlar açısından biz aciz insanlar, onların aracılığı
olmadan o tanrıya ulaşamazmışız. Bir taraftan biyolojik
yapıda olduklarını söyleyip diğer taraftan da insanların
beceremedikleri enerji planına da dönüşebildikleri ve o
enerji formunda da kalabildiklerini dillendirerek de,
asıl yapıları olan “Nar” boyutunu ön plana çıkartmaya
çalışarak “Nar boyutunda” olmanın, beden boyutunda
olmaktan daha önemli olduğunun altını çizip tüm varlık
skalalarındaki enerjisel varlıkların bu enerjiden
yaratıldığını, dolayısıyla onlarında birer Cin
olduklarını belirtmekte, haliyle kendileri dışında
varlıkta boşluk bırakmamakta, enerjinin maddeye hâkim
olduğu da göz önüne alındığında insanların, öyle ya da
böyle kesin olarak kendilerine hep bağlı ve muhtaç
olduklarını anlatmaya çalışmaktadırlar. Böylece Hz.
Resulullah’ın
“Alemlere RAhmed olarak geldiğini”
daha
baştan açıkça reddetmektedirler. Oysa, Allah,
“Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim”
diyerek halifeliğin, “Nari boyutta” olan varlıklara
değil, bizatihi Yeryüzünde (Arz’da) bulunan
insana, daha doğrusu insanlar içindeki
İnsanlara
verildiğini söylerken buna karşılık İblis de
“onu topraktan beni ise, toprağa nüfuz edip onu her
şekilde etkileyebilen görünmeyen ateşten yani,
radyasyondan yarattın”
diyerek insanın zahirine bakıp maddi ve manevi anlamda
yani, hem fiziki yetenekler hem de sahip olduğu
özellikler yönüyle kendisini üstün görerek insanda
mevcut olan çok daha büyük bu hilafet özelliğini
reddetmiştir, kendisindeki hilafetin olmamasının ispatı
olarak.
Onların anlatımlarından, farklılıkları çok iyi görmek
gerekir. İfadeye dikkat edecek olursak,
“tüm evren ve sonsuzluk Onun bir parçasıdır. Ama yine O
sonsuzca daha fazladır”
denerek bu fazlalıkla, tanrıyı parçalardan ayrı
kılmaktadırlar. Yani tanrıyı tanrı yapan bu fazlalıkmış.
Çünkü tanrı o parçaların sadece toplamı olduğundan,
bizatihi kulları arasında yer aldığında bu fazlalık onu
bu kayıtlılıktan kurtarmaktadır. Biraz daha
detaylandırırsak, maddeye ait, maddenin enerji planı ve
bu enerjideki şuur açısından varlıklara bakışın sonucu
olarak tanrı, tüm parçalarda aynıyla, bütün olan
kendisinin mevcut oluşuyla birlikte, tüm bu parçaların
arasına sızmış ve onları kapsayan bütünsel enerjinin
bilincidir. Yani tanrı, parça olarak algılanan boyutları
en tepe noktası olarak kabul edip daha üst planda var
olabilecek şeyleri görmeksizin (kabul etmeksizin),
kendisindeki bu zirve bakışın mekansallığında,
parçaların bitip bu parçaları kapsayan, kendisini kendi
yapan başka bir şeyin bulunduğu şeklinde ya da kendi
bütünselliğinde sınırlar oluşturan varlık olarak,
kendini tanımlamaktadır. Görüldüğü gibi olay yine
mekansallığa dayandırılmakta, mekansal bir bakış
açısıyla sistem değerlendirilmektedir.
“Tanrıya ulaşma”,
“Onunla bir olma”
derken de, tüm parçalarla birlikte o artık olan parçayı
da müşahede etmek kast edilmektedir.
İslam Sufizminin belirttiği
“Vahdeti Vücut”
anlayışı ise, ne varlıkların ya da bunların özü olan
mana terkipleri toplamından, ne de bu mana terkiplerin
bir ve sonsuz fazlası olan daha büyük mana terkibi veya
terkipleşmemiş parçadan bahseder. Çünkü Allah, alt
boyutlardaki tüm varlığa ait mana terkiplerinin toplamı
ve fazlası değil ki, kendisinden bir sonsuz eksik parça
çıkartıldığında varlıklar meydana gelmiş olsun. Allah’ın
sonsuz ve sınırsız oluşu, onun bir sınırla ayrılan
yanının ve buna bağlı olarak da bir merkezinin, haliyle
parçalarının olmamasını, böyle bir şeyin düşünülmesini,
daha baştan silip atmaktadır
(2).
Bu görüşler, terkipsellik içinde hapsolmuş ama yine de
mana terkipselliğin bir boyutunda bu durumunu fark
etmiş birimlerin bir algı yanılmasından başka bir
şey değildir. Dolayısıyla tüm boyutları bu
terkipselliğe, bu terkibindeki manalara göre
değerlendirme yapmaktadırlar.
Yeri gelmişken tasavvufi tabirle “Mülhime Nefs”
bilincine, bu bilincin çeşitli düzeylerine gelmiş bir
birimin (ki, cinler şuursal olarak bu bilinç
düzeyindedirler) almış olduğu İlhamların yüzde
altmıştan fazlası, birimin kendi veri tabanının
yetersizliği ve cinlerin etkisi nedeniyle tamamıyla
yanılgılardan, yanlış algılamalardan ibarettir.
İnsanlar, Allah ve Sistemi hakkındaki bilgileri, onlarda
gördükleri yüzde yirmilik, otuzluk doğruluğa göre
değerlendirme yaptıklarından tamamıyla o birimlerin her
şeyi anlayıp idrak ettikleri gibi bir yanılgıya
düşmektedirler. Yine bu bilinç düzeyinde olup da İman
Nuruna dönük olan birimleri ise bunlardan farklı olarak
değerlendirmek gerekir. Bir birim terkibiyetten
tamamıyla sıyrılmadıkça, velayete adım atmadıkça Allah
ve Sistemi hakkında tam anlamıyla doğru tespitlerde
bulunması mümkün değildir. Ancak onlar da Allah’ın
örtüsü altında olduklarından bize düşen, Zahiri ve
Batini İlmimizi elden geldiğince güçlendirmektir.
Tekrardan konumuza dönersek, her zaman dediğimiz gibi
olayı, belli boyutları (boyutsallığı) barındıran
mekansallık içinde değil, mekansallık kavramı dışında,
mekansallık kavramı olmaksızın tamamıyla boyutsal
anlamda ele almak durumundayız. Çünkü terkipsellik
boyutunun da üst boyutunda, terkibe gelmemiş salt
haldeki manalar, Allah’ın özellik ve vasıfları bulunur.
Yani Allah’ı en azıyla, terkibe gelmemiş
manaların salt halde olduğu boyut olan Esma Boyutu
(doğal olarak alttaki tüm boyutları kapsar) itibariyle
düşünmemiz gerekir ki, buda bir “nokta” dan ibarettir.
Amaç ise, “noktayı da” oluşturan Zati İlimdir
(bkz. Din –Bilim Soru ve Cevapları - 10 ).
İşte
“Vahdeti Vücut”,
“ Varlığın Tekliği” görüşünü dile getirirken, tüm
varlığın ya da bu tüm varlığın temeli olan “mana
terkiplerinin” veya “salt manaların” toplamı anlamındaki
Bütünsellik ve bu Bütünselliğin seyrinden değil, tüm bu
mana terkiplerinin, tek bir mananın farklı yönü, yüzü
olan salt manaların, alt boyutta meydana getirdiği
“mana terkiplerinin Bütünselliğinden” ve bunun seyrinden
bahseder. Öyle ki bu mana terkiplerinin de
kendilerine has bir varlığı yoktur. Dolayısıyla
Tek’in oluşturduğu parçalardan da bahsedilemez.
“Vahdeti Vücudu”
tanımlarken kullanılan
“Tek Bir Vücut Vardır, O da Allah’ın Vücududur”
dan kasıt da budur,
“Mutlak Varlık”
anlamında. Bunun bir üst boyut anlayışı da vardır ki,
ona da
“Vahdeti Şuhud”
denir ve Zat’a nispetle Vücudun yani, “nokta’nın”,
gölge yada hayal olduğu belirtilir. Sufizm, bunun da
bir üstünde
“Sırf Zatla”
alakalı olan
“Şuhudu Zat’ın”
varlığından da bize haber vermektedir. Bu nedenle
Vahdeti Vücut ile “Panteizm” arasında hiçbir benzerlik
yoktur.
Başka bir söylemle, her bir parçada bütünün olması
nedeniyle bir birimin (parçanın) tanrıdan bir eksik olan
parçaların bütününe, artık olan o kısımla birlikte
ulaşması sonucu, bu toplamın sahip olduğu şuurla varlığı
değerlendirmesiyle, bu parça- bütün ilişkisinden tamamen
farklı olarak Allah’ın, holografik bir biçimde Bütünde
ve o Bütünün her bir noktasındaki zerrede, birimde, o
Bütünle birlikte mevcut olması sebebiyle bir birimin,
sonsuz olan ve bu yüzden artım ve eksilme kabul etmeyen
tüm varlığı, özündeki Salt Manalar, haliyle o tek mana
indinde hiçbir zaman var olmadığını müşahede etmesi
arasında asla bir benzerlik yoktur, olamaz da
(bkz. Din-Bilim -9, Boyutlar Ve Maddeleşmeler -6,
Dönüşebilmek ).
Birincisinde tanrı, bir parçası da olabilen bütünün
ta kendisi iken, ikincisinde Allah, bütünle
kayıtlanmayan ve boyutsal anlamda onu kapsayan, onu var
eden bir varlıktır. Ve bu bütünün, Panteizmin
belirttiğinin tam aksine kendisine ait bir varlığı da
söz konusu değildir. Kaldı ki, Bütünlük kavramı bile,
kapsam (derinlik, boyut) açısından panteizmin
belirttiğinden tamamıyla farklıdır.
Bu sebeple uzaylılar yaratıcı gücün, dışta, ötelerde
değil insanın içinde olduğunu söyleseler de, onu enerji
boyutuna sıkıştırmaları ve o parçasal enerjilerle
birlikte, o parçaların varlığına dayalı bir biçimde
bütünü görmeleri sonucu, sonuçta yine tanrısal bir
anlayışa inanmaktadırlar, içteki tanrıya. İşte
belli bir boyutta kayıtladıkları bu içte olan tanrı
anlayışı sebebiyledir ki, hariçte bizim aramıza gelecek
olan insan gibi, (insana sıkışan) bir tanrıdan
rahatlıkla bahsedebilmekte, insanları rahatlıkla
kandırabilmekte, o tanrı yeryüzüne müşerref olduğunda
onunla birlikte aldatmaya da devam edeceklerdir.
Yine bu konuda uzaylılar, Kur’an’ın birçok yerinde geçen
“Alemlerin Rabbi Allah’tır”
ifadesindeki
“Alemler”
kelimesinin dünya dışı uzaylı varlıklara işaret ettiğini
belirtmektedirler. Oysa Kur’an’ın bahsettiği
“Rabbin”
anlamı, onların anladığı gibi mekansal ya da boyutsal
bir yerde, mekanda, belli bir forma da dönüşebilen
(biçimlenebilen) bir tanrı ve o tanrının, tıpkı diğer
isimlerinde de (Esmasında) olduğu gibi varlıkta hiçbir
etkisi olmayan (varlıkta açığa çıkmayan) bir isimi
olmayıp Allah’ın kendi Esmasının (özelliklerinin) açığa
çıktığı çokluk yani, Rububiyet boyutunda hükmünü
yürütmesi nedeniyle aldığı isimdir. Böylece, nasıl
ki bir birime ait olan özellikler o birimden ayrı bir
şey değilse Allah’ın özelliklerinden meydana gelmiş olan
evrenler, evren içere evrenler, Ondan ayrı değildir. Ama
Allah, o alemleri meydana getiren isim bileşimiyle,
isimlerle de kayıtlı değildir. Dolayısıyla Allah,
canlı-cansız ayrımı olmaksızın (ki, Kur’an’a göre cansız
diye bir şey yoktur) istisnasız tüm varlık, istese de
istemese de onun her an hükmü altındadır,
“Hiçbir canlı yoktur ki Rabbim alnında çekip
götürmesin!”
ayetinin söylediği gibi.
Benzer bir ifadeyle Allah, çokluk boyutu itibariyle Rab
ismini alır. Rab, birimin terkibidir. Birim kendi
terkibindeki isimleri fark ettiği an Rabbini tanımış
olur ve Allah’ı bu terkibindeki isimlere göre tanır. Her
birimde hükmünü yürüten ise Hak’tır, …vs. Birim, Rabbi
yani terkibi içinde ama öze dönük olan bilgileri kabul
edip bunları maddi ve manevi (tefekkür ve ibadetler)
alanda uygulamadıkça terkibinden asla sıyrılamaz. Başka
deyişle, daha özden, Salt İsimlerden Vasıflarına işaret
eden Sıfat (Rahmaniyet) boyutundan açılım olmadıkça tüme
geçiş gerçekleşmez. Dolayısıyla Rab ismi diğer tüm
boyutları kapsamaz ve açıklamaz. Rab ismi bir boyutun
ismidir Mutlak anlamda Allah’ı, hele hele O’nun
hiçliğini anlatan, o şeye işaret eden bir isim değildir
(3).
Bu yüzden uzaylılar tebliğlerinde, Kur’an’daki kimi
yerde Rab ya da kimi yerde Hak, Rahman, Ben, Hu, …vs.
dendiğine dikkat etmeksizin büyük çoğunlukla da Rab
kelimesini ve Allah İsimleri içinde yer almayan İlah
(Tanrı, God) kelimelerini kullanarak Allah’ı bize
tanıtmaya çalışmaktadırlar, yalan yanlış olarak. Bu da
onlar açısından manidardır. Çünkü kendileri Rububiyet
(çokluk) boyut içinde kayıtlı olmakta ve bu çokluk
boyutunun gereği olarak ortaya çıkan İlah (Tanrı)
kavramından kurtulamamakta, dolayısıyla Allah’ı bilip
tanıyamamaktadırlar. Bu sebeple, Vahdet sırrına asla
vakıf olamazlar. Bu yol onlara kapalıdır. Ehli ise
hangi boyuttan konuşuyorsa o boyutu tanımlayan ya da
o boyutta işlev ortaya koyan ilgili ismi kullanarak
konuşur. Ezbere konuşmaz.
Rahman ismini kullanmamaları onlar açısından manidardır
dedik, çünkü Rahman ismi,
“Rahmaniyet Boyutuna”
işaret etmekte olup birimin kendisini bilmesiyle ilgili
bir isimdir. Tıpkı,
“Allah, Adem’i kendi suretinde yarattı”
sözüyle,
“Rahman, Adem’i kendi sureti üzerine yarattı”
sözü arasındaki fark gibi. Allah kelimesinin, özel
değil, genel bir isim olup tüm boyutları içine alan
(Uluhiyetini anlatan) bir isim olması sebebiyle birinci
anlatımla tüm boyutların her bir birimde potansiyel
olarak mevcudiyetinden bahsederken, ikinci ifadede de,
insanın kendi Hakikatini bilebilme potansiyeliyle var
oluşundan ve Hakikatin, belli birimlerce çeşitli
düzeylerden ortaya konuşundan bahsetmektedir. Dikkat
edilecek olursa gerek burada, gerekse de diğer
ifadelerde, Cinler için böyle bir tanımlama
kullanılmıyor. Yine Kur’an’ın başka bir yerinde,
“Rahmana secde edin denildiğinde- Rahman da ne dediler-”
(Furkan:60)
denilerek müşriklerin ya da inkar ehlinin
“Rahmana secde etmeleri”
yani o boyutu önce kabul edip sonra da hissedip
yaşamaları tavsiye edilerek kendi Hakikatlerini bilir
bir biçimde o hakikatin kuvveleriyle yaşamaları
istenmektedir. Dolayısıyla bu ayet bir yönü (boyutuyla)
Müslümanları da kapsamakta olup onların da
“Rablerine secde etmelerinden”
yani, terkibi yapılarından sıyrılıp
“Rahmana secde etmeleriyle”,
“Rabbül Alemine (Alemlerin Rabbine)”
geçiş, dönüşüm yapmaları istenmektedir.
Çünkü,
“Alemlerin Rabbi olan Allah’tır”.
Farklı deyişle
“Rabbinin Ahlakından”,
“Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmaya”
geçiş. Aksi takdirde
“Allah’a secde ediyoruz, Hz. Muhammed, Hu’nun Kulu ve
Resuludür, …vb”
sözleri ezbere söylemiş olup, hâlâ
“Rabbimize Secde etmeye”
devam etmekte olduğumuzu dillendirmiş oluruz.
Cehennemden tamamıyla kurtulmak da, tabanda da olsa
“Rabden”, “Rabbül Alemine”
dönüşüm yapmakla gerçekleşmektedir.
Aynı şekilde
“Rahmandan yüz çevirene biz şeytanı musallat ederiz”
ayeti de, zahiri anlamı dışında batını (boyutsal)
anlam olarak, Rahmaniyetin değerlendirilmemesinin,
otomatik olarak bizi o boyuttan mahrum bırakacağını
anlatmaktadır. Yani, kendinde olup da ortaya koymamanın
getirdiği sonuç
“şeytanın musallat olması”
olarak ifade edilmektedir. Aynı zamanda bu ayet,
Cinlerde, şeytani vasfın (ki, bu vasıf, birçok vasfı ve
özelliği kapsamaktadır) ortaya çıkışını da bize
anlatmaktadır(iman ehli ile cinlerin arasındaki ayrımı
sanırım anlamışızdır). Özetle ayet, uzaylıların,
Rahmandan bihaber olduklarını, haberdar olamadıkları
içinde asıllarını, hakikatlerini asla bilemeyeceklerini
bu yüzden Allah hakkındaki tüm tanımlamalarının,
söylemlerinin çok çok eksik ve fahiş yanlışlar, hatalar
içerdiğini daha işin başında bize bildirmektedir. Bu
da uzaylıların hep dillendiredurdukları, bizlere yol
göstermesi için dinleri ve kutsal kitapları
göndermediklerini (zaten vahiyde mekansal gönderme,
verme diye bir şeyde olamaz) bunun yerine Kuran da
“Rahmandan yüz çevireni biz şeytanı musallat ederiz”
şekliyle belirtildiği üzere kendilerini uzaylı olarak
tanıtanların, aslında şeytani vasıfların ortaya
çıktığı Cinler olduklarını bize açıklamaktadır.
Kısacası, Gökyüzündeki bir sistemden üstün güçlerle bir
tanrı da gelse, mutlak gerçekleri öğrenmesi ve o
gerçekler doğrusunda yaşaması için onun da ehline kulak
vermesi zorunludur.
Kenan Keskin
(Kaynakça: İnsan Ve Sırları I / Ruh, İnsan, Cin / Akıl
Ve İman / İnsan Ve Din / Kendini Tanı / Allah / Tek’in
Seyri – Ahmed Hulûsi / Rahman Suresi, Bir Bilene Sordum
II – Ahmed Fevzi Yüksel)
(1) 55- 15, 15- 27, 6- 128, 7- 11, 18- 50, 38- 74, 7-
12/13, 7- 14, 38- 82/83, 4- 118/120 / Din- Bilim Soru Ve
Cevapları – 11 /Enerji Alanları Ve Biz – 14.
(2)
Bkz. Allah – Ahmed Hulûsi, İhlas Suresinin
Açıklaması.
(3)
www.allahvesistemi.org , Rabb / (1) Enerji
Alanları Ve Biz- 10, Dalgalar Ve Özellikleri- 5. |