Bir de
hadislerde, Cebrail (a.s) ile şeytana ait bir Arş’ın
olduğu belirtilerek Cebrail’in (a.s) Gökle, Yer arasında
bir taht (Arş) üzerinde oturduğu, şeytanın ise Allah’ın
Arş’ı gibi deniz ya da su üzerinde bir Arş’ının olup
çevresinin, yılanlarla çevrildiği, İnsanları saptırmak
içinse, oradan yardımcılarına emirler yağdırıp
isteklerini dünyaya yaydığı anlatılmaktadır. Bu
ifadeleri anlamak için öncelikle, holografik özelliğe
göre, gerek Arş’ın üst boyutundaki özelliklerin gerekse
Arş’ın altındaki sistemin mekansal yapıda olmadığını,
bunun yerine, mikrodan- makroya her birimin özünde
olması sebebiyle, bu birimlerin yani, tek bir fotondan,
zerreden, Galaktik boyutlara kadar hangi noktadan
boyutsal inişle yola çıkarsak çıkalım, aynı Sistem ve o
Sistemin kaynağı olan Özellikler (İsimler) boyutuna
gelmiş olacağımızı anlamamız gerekir. Dolayısıyla, her
birimde hem bir yönüyle tüm boyutlar vardır, hem de
diğer yönüyle bu boyutlar idrak düzeylerince, bulunulan
boyut gereğince açığa çıkmaktadır. Birim, bu durumun
farkındadır ya da değildir. Yani, her varlık en Özdeki
Özellik ve bu Özelliklerin açığa çıkışı olan Sistemi
kendinde barındıracak şekilde, o Özellik ve Sistemi
kendi boyut ve düzeylerince ortaya koyar. Böylece,
Evrende Arş, Kürsü, Yedi Kat Sema ve Yedi Kat Yer var
olduğu gibi, insanın özünde de Arş, Kürsü, Yedi kat Sema
ve Yedi Kat Yer aynen mevcuttur. Keza Meleklerde de.
Böylece Cebrail (a.s)’ ın Arş’ı, Bilincindeki
özellikleri kendi Arş’ı adı altında kuvveden fiile,
soyuttan somuta (tabi ki kendine göre olan somutluluktan
bahsediyorum) ortaya koyarak (açığa çıkartarak) alt
melekleri ve bu meleklerle sistemleri oluştururken,
İblis de, çokluk boyutuna, maddesel dünyaya dönük olacak
şekilde oluşturulan terkibindeki manaları müşahede edip
bu manalar istikametinde kendi Arş’ının altında şeytani
cinlere hükmederek kendi programını yerine getirmekte,
insanları yoldan çıkartmaktadır. Şeytanın Arş’ının
yılanlarla çevrili olması, süfli özelliklere ya da süfli
boyutlara dönük olan yaşantısını anlatmaktadır. Burada,
şeytanın Arş’ının olması ise, onun Sema melekleri gibi
kendini, Hakikâtini bilmesi, tanıması ve yaşaması
anlamında değildir. Kendi boyutlarında ortaya koyduğu
şeyleri, bilincinin eseri olarak ortaya koyduğu
anlamındadır. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
Bunun yanında,
“Şehitlerin ruhlarının Arş’ın altında dolaşmakta”
olduğunu belirten hadiste de, şehitlerin Dinin bekası,
diğer İnsanların rahat yaşayıp ölüm ötesi yaşama
hazırlanmalarını sağlamaları ve en önemlisi Allah için
kendi bedenlerinden vazgeçmeleri dolayısıyla, Zahir
anlamda, Arş boyutunun altında kalan Berzah boyutunda
yani dünyanın ışınsal boyutlarında hapis kalmaksızın
yeryüzünde serbest dolaşmalarına karşın, Batın anlamıyla
kendi Hakikâtlerine vakıf olamadıklarını, Hakikâti
yaşayamadıklarını anlatmaktadır. Batın anlamdaki
şehitlik ise, Velayetle olmaktadır. Yani, “ölmeden
önce ölünüz”
hadisi uyarınca yaşarken ölümü tatmakla mümkün
olmaktadır. Bu da otomatikman Arş’ın üstüne, birimin
kendinde mevcut olan Arş’ın üstüne geçmesiyle
olmaktadır.
Yine bu konuyla ilgili iki hadisinde Resulullah,
“ Onun Arş’ı, Semavatın şöyle üstündedir-parmaklarıyla
işaret ederek – tıpkı üzerinde bir kubbe gibi Arş, Zatı
Zülcelalin sebebiyle inleyip ses çıkartır, tıpkı
süvarisi sebebiyle atın ses çıkartması gibi”,
“ Sema gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamakta da haklıdır.
Onda bir ayak basacak kadar yer yoktur
ki, bunda secde ya da rüku halinde bir melek bulunmasın”
derken, bununla paralel olarak,
Resulullah kaynaklı
“Eşyanın
Hakikâtinden”
konuşan ünlü İslam Sufisti M. İ Arabi ise,
“
bir secde mahalli kadar fezada, semada, boşlukta yer
yok. Meleklerden hali yer yok”
diyerek, çok çok ilginç bir noktayı yüzyıllar öncesinden
açıklamışlardır. Peki neydi o açıklama? Şimdi de bunu
görelim: Arş’ın inlemesinin birinci anlamı, Arş’ın, üst
boyutu olan Allah’ın İlim ve Kudretinin kapsamı, hükmü,
ağırlığı…altında olması yani O İlim ve Kudret
istikametinde olan şeyleri yansıttığını ve yansıtamaması
diye bir şeyin olamayacağını anlatmaktadır. Yani, Arş’ın
hemen altındaki O Tümel Boyutun ve haliyle Sonsuz
Boyutların ve varlığın ortaya çıkışının, hayatiyetinin,
hareketinin …vs. kesintisiz bir biçimde hep Arş’ın
üstündeki boyutun varlığına ve dilediklerine bağlı
olduğu vurgulanmaktadır. Başka bir deyişle, Arş’ın
altındaki evren içre evrenlerin, paralel evrenlerin ve
tüm Kâinatın (ve Bilinç Boyutlarının), Arş’ın üstündeki
boyutta programlanan, hükme bağlanan, değişmesi mümkün
olmayan bir programlamayla var olup hareket ettiği
anlatılmaktadır, arada bir mesafe kavramı olmaksızın.
İşte Tanrı ile Allah arasındaki en büyük farklardan
biri de, tanrının, meâansal olarak bulunduğu, Arş’ın
üstündeki yerinden seyrettiği kullarına, zamana bağlı
olarak zaman içinde belli sürelerde gerekli müdahaleleri
yaparken ve böylece tasarrufunda kesintiye uğrama
varken, buna karşın Resulullah ve Kuran’ın belirttiği
Allah kavramında ise, zaman ve mekândan münezzeh olarak
hükmünü, tasarrufunu sonsuz tüm boyut ve varlıkta
kesintisiz bir biçimde her an sürdürmektedir, Arş’ın
altında yer alan yarattıkları arasında zerre kadar
mesafe olmaksızın.
İkinci anlamı ise, her iki hadiste de açıkça
belirtildiği üzere, bize çok şaşırtıcı bir gerçeği,
ilginç ve mucizevi bir tespiti yapmaktadır. Çünkü
Arş’ın, evren içere evrenlere, paralel evrenlere, tüm
Kainata enfüsi ve afaki boyutlarından hakim olması,
içermesi, kapsaması, yanı sıra birinci hadiste de yine
enfüsi ve afaki boyutlarda meleklerin varlığı
dolayısıyla, tüm Sema (Gök) katları ile bu boyutun
projeksiyonu olan maddesel boyutların inlediği,
gıcırdadığı, sallandığı… , yani, titreştiği, belli
frekanslarda hareketli olduğunu, ancak Kuantum Fiziğinin
gelişmesiyle anlaşılabilen bir durumu bin dört yüz yıl
öncesinden bize açıklamaktadır. Başka bir ifadeyle,
enfüsi boyutlarda enerji- data halinde, afaki boyutlarda
da gerek maddesel boyutumuzun gerekse de madde ötesi
afaki (Arz) boyutlarının dalgasal bir yapı olarak
titreştiğini belirtmektedir. Biraz daha detaya
girersek, Arş’ın inlemesi yani, Arş’ın kapsamı içinde
yer alan sonsuz boyutların inlemesi ya da Göğün
(Semanın) her bir noktasında bir zerre bile boş
kalmayacak şekilde meleklerin bulunması ifadesiyle,
boşluk denilen şeyin olmadığını, her şeyin meleklerden
meydana geldiğini, enfüsi ve afaki olarak Yer ve Göğün
tüm katlarında meleklerin dışında bir şey olmadığını,
meleklerinde güç, kuvvet taşıyan bilinçli kudret
olduğunu göz önüne aldığımızda da görülen ya da
görülmeyen tüm nesnelerin, boyut ve varlıklarının bu
meleklerin içinde bir şey olduğu, onların bu nesne ve
varlıklarda kesintisiz olarak varlıklarının devam
ettiği, dolayısıyla Yer ve Gök katlarının bizatihi
kendilerinin bile bir melek olarak titreştiği
anlatılmaktadır. Bunlardan sadece maddesel
boyutumuza yani, Arz boyutlarından sadece biri olan ve
bu Arz boyutu içinde dünyayı Yer, mekânsal uzayı Gök
olarak ele alacak olursak bile, bildiğimiz gibi
Einstein’ın Genel Rölativite Teorisine göre, üç boyutlu
uzayın, içinde yer alan kütleler nedeniyle dördüncü
yani, zaman boyutuna doğru eğrildiğini ve böylece
birleşik dört boyutlu uzay-zaman dediğimiz yapıyı
oluşturduğunu, sonra bir adım daha ileri giderek katı,
sıvı, gaz şeklindeki tüm nesne ve varlıkların da aslında
göründüğü gibi bir şey olmayıp eğri uzay olarak
adlandırılan alanın daha da yoğun bir eğri alan bölgesi
olduklarını, böylece Kâinatın, “Tek Bir Alandan”
başka bir şey olmadığını anlatmaktaydı. Bu alana daha
derinden bir zumlama yaptığımızda ya da Kuantum Fiziği
açısından baktığımızda ise, Alan dediğimiz şeyin sonsuz
frekanslara ait tek bir Enerji Alanından, Enerji
Titreşimlerinden meydana geldiğini söylemektedir ki,
daha önceki birçok makalemizde ayrıntılarıyla
açıklamıştık.
Nasıl ve ne şekilde bir teori, anlayış, görüş ortaya
konulursa konulsun, bu ilke temel ve değişmez
olarak hepsinde aynen geçerli olacaktır. Bunun değişmesi
asla mümkün değildir. Günümüzde eşyanın (şeylerin)
Hakikâti konusunda daha da derinlikli bir çalışma olan,
evrenin temelde Hiper Uzayda 11 boyutlu ya da 11 boyutlu
bir Hiper uzayda, 11 boyutlu bir yapının (Membranın) ya
da yapıların (Membranların) hem boyutsal hem de her bir
boyut içinde sonsuz sayıdaki frekansta titreştiğini ve
bu boyutlardan son dört boyutun yani, dört boyutlu madde
ve ışınsal boyutların (uzay-zamanların, Arz
boyutlarının) ise, diğer geri kalan 7 boyutun (ki bunlar
diğer dört boyuttan farklı yapıda olarak Bilinç
boyutlarıdır) birer izdüşümü halinde açığa çıkan
titreşimleri olduğunu bize bildirmektedir. (1)
Kısacası Hz Resulullah bu kısa, net ama her boyutta
derinliği olan bu sözüyle, ister her kesin
anladığı şekilde mekansal anlamda, isterse de boyutsal
anlamda fark etmez, hangi boyutta ele alırsak alalım
Gök (Sema) kavramının kendisinin bile durağan, katı,
sert …vb bir şey olmayıp sonsuz frekansa karşılık
gelecek şekilde titreştiğini, bin dört yüz yıl
çöl insanların lisanıyla günümüze ve geleceğe
anlatmıştır.
Artık şimdi, neden güneşimizin diğer yıldızlardan
farklı olarak çift yıldız sistemi şeklinde değil de, tek
başına olduğunu, gerek Göğün (Semanın) gerekse de Yerin
(Arzın) Yedi kat olduğu belirtilerek gerçekte neyi ve
neyin özelliklerini yansıttığını, dolayısıyla Allah’a
kemal haliyle ayna olabilecek İNSANIN (Halifenin) neden
bu yıldız sisteminde ve dünya gezegeninde açığa
çıktığını anlayabiliyor muyuz?. Diğer
sistemlerle, bizim sistemimiz arasındaki farkı artık
çıkartabiliyor muyuz?.
Tüm bunlardan sonra, Arş somut bir şey olmadığı için
hareket etmesinin de söz konusu olamayacağına göre,
Arş’ın, mahşerde Yere inecek olmasının; Ruh (enerji)
bedenin, dünya boyutunda geçerli ve moleküler harekete
bağlı olan ses dalgalarını üretemediğine ve Arş’ın da
mekânsal bir yerde olmadığına göre, “kabre giren kişinin
öyle haykırışla haykırır ki, sesi ta Arş’a kadar
yükselir” deki mananın (mistisizm dışında) yıllardır
cevaplanmayan Arş’ın ezelden beri Allah ile birlikte
olup olmadığı gibi bir tartışmanın; Yerler ve Gökler
yaratılmadan birkaç bin yıl öncesinde Arş’ın
sütunlarında Kelime-i Tevhidin yazılı olmasının
anlamının; Mahşerde herkesin baygın düştüğü ve ilk
ayılanın Resulullah olduğu esnada, Hz. Musa (a.s)’ ın da
yarı baygın bir şekilde Arş’ın bacaklarından birine
sarılı vaziyette olmasının; Hz Resululla’ın Cennetin
üzerinde ve Arş’ın sağında özel bir yerde bulunmasının;
yine Sitrei Müntehanın, Altıncı ya da Yedinci Gökte
Arş’ın sağında bulunmasının;
Kıyamet gününde İnsanların hesaba çekilmesi için Hz
Resulullah’ın Arş’ın altında secdeye kapanarak şefaat
dileyecek olmasının ve
Allah’ın kıyamet günü Kürsüsünü yere koyacak olmasının
çözümünü bulmak artık kolay olsa gerek.
Bu arada, Din karşıtları, buradaki ayet ve hadislerde
geçen ifadelerin (ki, diğer birçok ayet ve hadis için de
aynı şeyi iddia etmektedirler) eski kaynaklarda da
geçmesi dolayısıyla, güya Resulullah’ın bunları o
kaynaktan alıp birazcık değiştirerek Kuran ve Hadislere
yerleştirdiği gibi, ilkel ve temel dayanağı olmayan
düşüncelerle İslam’a saldırmaktadırlar. Oysa bu durum,
Resulullah’ın onlardan bir şeyleri aldığını değil (o
veriler zamanla deforme olsa da), onların dayandığı aynı
kaynakla irtibatta olduğunu bize açıkça ispatlamaktadır.
Kaldı ki anlatılanlara baktığımızda, eski anlatımlardaki
yanlışların düzeltilip eksikliklerin giderildiğini,
bunun yanında, onlardan çok daha detaylı açıklamaların
yapıldığını, hiç değinilmemiş ve can alıcı noktalara da
daha fazla değinilip açıklamalarda bulunulduğunu,
dolayısıyla temelde aynı şeyler dile getirilmiş olsa da
diğerlerini tamamlaması dışında, aslında bambaşka
şeylerin dile getirildiğini, üstelik de her zaman
dediğimiz üzere tüm bunların da, günümüz fiziği ve
biliminin verilerine ait kodları içerecek şekilde
anlatıldığını görmekteyiz. Ayrıca, birtakım payelere de
sahip bu Din karşıtlarının payelerini ön plana
çıkartmalarının ise, insanın (beşerin) bulundukları
seviyeye göre birbirine takdim ettikleri bu payelerle
kayıtlanmasının söz konusu olamayacağı dolayısıyla, bu
tür şeylerin Resulullah karşısında hiç ama hiçbir önemi,
değeri ve anlamı yoktur. Görüldüğü üzere, çağlar
öncesinden, her çağa ve çağlar sonrasına hitap eden
ve bu nedenle hiçbir şeyle kayıtlanmayan, kayıtlanması
mümkün olmayan bir Birim için böyle bir şey öne
sürülebilir mi? Onun Evrensel kimliği, Evrensel Şuuru,
Evrensel Ruhu ve Yapısı yanında, değil kendi
dünyalarının, Güneş, Galaksi ve Galaktik Sistemlerinin
bile bir değeri yokken böyle bir şeyden bahsetmeleri,
konumlarının bile, asıl olması gereken durumlarından çok
daha aşağı bir düzeyde olduklarını bize göstermektedir.
Şimdi çok önemli iki hususa değinelim. Bunların ilkine
baktığımızda, Resul ve Nebilerin dağlara çıkmasının
nedeni, Gökteki meleklere ya da Arş’ın üstündeki tanrıya
daha yakınlaşmaları için değildir elbette. Bu devirde
hala bu düşüncelere sahip olanları bir kenara bırakıp
olayı Resulullah’ın, “dağlara bakmak sevaptır”
hadisiyle açıklamaya çalışalım. Bildiğimiz gibi dağlar,
toprağın yüz milyonlarca yıl boyunca depremler ve yer
sarsıntılarıyla preslenmesi sonucu açığa çıkan yoğun
moleküler, dolayısıyla yoğun enerji yapılarıdır. Böylece
dağların, üzerinde düşünüldüğü takdirde insanda acziyet
duygusunu oluşturması sonucu, insanı Yokluğuna, Hiçliğe
götüren yapılar olması ve bu durumun Ruhun bellek
dalgalarına yansıması yanı sıra da gerek bu halin
gerekse de, dağların sahip olduğu bu enerji yayınının,
yine beyin tarafından Ruhtaki anti-çekim dalgalarına
pozitif enerji (sevap) yüklenmesini sağlamaktadır ki, bu
konuyu Enerji Alanları ve Biz – 3. ile10. arası
makalelerimizde detaylarıyla değinmiştik. Resul ve
Nebilerin böyle yapılara çıkmalarının en önemli nedeni
ise, yıllar önce de değindiğim üzere dağlardaki bu
enerji alanlarının ve bilhassa o dağlarda mevcut yüksek
düzeyli enerji alanlarının beyindeki randımanı
artırmasından daha da önemlisi ve asıl nedeni,
varlıktan, çokluktan sıyrılarak Yedi Kat Semasına,
Kürsü’süne, Arş’ına ve Öz varlığı olan Tekliğe daha
kolay yönelmek (rezonans kurmak) ve dolayısıyla Vahyi
daha iyi bir şekilde değerlendirip bunu halka
açıklamaları içindir.
İkinci husus
ise, iki makale önce değindiğimiz hadiste yer alan,
“Güneşin battıktan sonra Arş’ın altında gidip secdeye
kapanması ve belli bir süre secde halinde kaldıktan
sonra aşağıya, tekrar yerine geri dönüp doğudan
doğması…” olayı da elbette, mekaniksel anlayışın ürünü
olarak güneşin maddesel yapısının mekaniksel ya da
boyutsal anlamda yer değiştirmesi (hareket etmesi)
şeklinde yanlış değerlendirilmemelidir. Bunun anlamı,
varlığı öz boyutlara kadar uzanan güneşin, her an bu
boyutlarla olan devamlı iletişiminin, bilgi alış
verişinin, boyutsal iletişimin var olduğunu
anlatmaktadır.
(Yenilen, İnsan Ve
Din, Kendini Tanı, Tek’in Seyri, Akıl Ve İman – Ahmet
Hulusi /Hallacı Mansur ve Ene’l Hak- Ahmet Fevzi Yüksel
/ İslam Ansiklopedisi, 3. Cilt, Syf. 407)
(1). Stringler konusu ile ilgili ayrıca yazacağımız
yazıda, Mistik açıdan Stringlerin farklı olan konumunu,
durumunu açıklayacağız. |