“(Kıyamet
gününde şöyle hitap edilir) Ey Cinler ve insanlar,
Göklerin (Semanın) ve Yerin (Arzın) etrafından
(çevresinden) gücünüz yetiyorsa mahşeri geçip gidin. Ama
Allah’ın verdiği Sultan bir Güç (Ferman) olmadıkça bunu
asla gerçekleştiremezsiniz. Üzerinize ateşten Alev ve
(Zehirli) Duman gönderilir de birbirinizi ne
kurtarabilir ne de yardımlaşabilirsiniz. Gök yarılıp da
erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül şeklini aldığı zaman,
işte o gün insana da cine de günahı sorulmaz”. (55/
33-35-37-39)
“Resulullah, Cehennemden kaçışın müjdesinin “La İlahe
İllallah” sözü olduğunu söyledi”
Hadis.
Bunu iki anlamda düşünebiliriz. Birincisi Zahir,
ikincisi ise Batıni anlam olarak. Öncelikle zahiri
yönüne bakacak olursak, bildiğimiz üzere güneş beş
milyar yıl sonra bugünkü hacmini yüz milyonlarca kat
artırarak önce dünyaya yaklaşacak sonra da ona vuracak,
en sonunda da onu, ucundan içine alarak tamamen
buharlaştırıp yok edecektir. “Mahşer anı” denilen
dünyayı ucundan içine aldığı esnada, dünyanın
zayıflayarak yok olmaya başlayan manyetik alanı,
etkisini kaybetse de bu seferde güneşin sahip olduğu çok
güçlü manyetik alanın içine girer. Yine bu sırada
çekirge sürüleri gibi dünyanın manyetik alanında hapis
kalan ve mahşer ortamında yeniden bir yapılanmaya (Baas)
uğrayarak kendine gelen (kabir aleminden kalkan, uyanan)
Elektik, Manyetik alanlardan, Elektromanyetik
dalgalardan oluşan insan ruhları, eğer ruh bedenlerinde
varsa, sahip oldukları anti çekim dalgalarına yüklü
pozitif enerji gücü nispetinde bu çekim alanından
kaçmaya başlarlar. Allah’ın “El Veli” ismi açığa çıkan
ve Velisi Allah olan yani, dünyevi, dünyaya ait tüm
değer yargıları ve duygularından, bedenin tüm istek ve
arzularından tamamıyla arınmış olan birimler, yine kendi
içinde var olan farklı hızlarla ama bize göre yine
şimşek gibi çok büyük hızlarla güneş yüzeyinin hemen
altından kaçarlar. Cehennem ortamından kaçan diğer mümin
ruhları ise daha yavaş kaçmaları dolayısıyla, bu esnada
idrak edip de kendinde var olan özellikleri
kullanamamaları, bunları kuvveden fiile çıkaramamaları
ya da bu özellikleri nasıl kullanması gerektiğini fark
etmeleri için arınmaya tabi tutulurlar. Ancak bu maddi
ve manevi anlamdaki bu arınma işlemleri de çok uzun
süreçlerde gerçekleşir. Ruhlarında bu tür dalgaları
yani, sevap ya da pozitif enerji olarak adlandırılan
enerjinin yüklü olduğu anti çekim dalgaları bulunmayan
birimler (şakiler) ile şeytani vasıflı cinler (ki
bildiğimiz duyduğumuz Cinlerin çok, çok büyük çoğunluğu
şeytani yapılıdır) ise, bu güçlü çekim alanından
kaçamayarak cehennemin (güneşin) içine doğru çekilir ve
çıkmaları da ebediyen mümkün değildir.
Bu çekim gücünün, kudretinin aslında melek olması
nedeniyle de Kuran ve hadislerde bu durum bir anlamda,
“meleklerin cehenneme atmaları, itmeleri…”
şeklinde tasvir edilmiştir. Ayrıca bu manyetik çekim
alanı o kadar güçlüdür ki, yine bu durum ayette, “…Ant
olsun Rabbine, biz onları da, şeytanları da mutlaka
haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz
üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız…
Sizden ona girmeyecek hiç kimse yoktur… Sonra, takva
sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş
olarak bırakıveririz. (Meryem Suresi, 66 -72)”
şekliyle anlatılmaktadır. Bu arada mahşerde, güneşin
dünyaya çok yaklaşıp içine alması sırasında klasik fizik
açısından dünyanın tüm dengesini kaybetmesi sonucu,
kendi ekseni etrafındaki dönüş şekli, ekseninin de
hareket etmesiyle tamamıyla bozulacağından (alt üst
olacağından) dünyadan bakış açısına göre güneşin
doğuşu, bazı anlarda sık sık batıdan doğuya doğru
olacaktır ki, “kıyamette, güneş batıdan doğacaktır”
hadisi bu gerçeğe işaret etmektedir.
Yukarıda değindiğimiz cehennemden kaçış olayı ise
hadislerde, “ Sırat köprüsünde onları, amelleri
götürür”, “Sıratı geçenlerin kimisi şimşek gibi geçer,
kimi deve hızıyla geçer, kimi hayvan hızıyla geçer, kimi
de sürüne, sürüne geçer”, “Allah yarattıkları arasında
hüküm edip de kalan sevapları çok geldiğinde (ki bu bir
sevap bile olsa) kul cennete girer. Eğer sevapları ile
günahları eşit gelirse kırk yıl sıratta hapsedilir.
Eğer günahları sevaplarından fazla gelirse (ki günahları
bir fazla gelse bile) cehenneme girer”, “ Müminler
cehennemden kurtulup cennetle, cehennem arasındaki
köprüde (sıratta) bir süre hapsedilirler. Bu sırada
aralarında dünyada geçmiş olan haksızlıklardan dolayı
hesaba çekilirler. Böylece günahlarından tamamen
arındıktan sonra cennete girmelerine izin verilir”.
Ayrıca, bu kaçışı belli bir noktaya kadar
mekansal olarak düşünsek de genel olarak bu Boyutsal
Bir Olay, Boyutsal Bir Dönüşüm olup yıldızların Nur
Boyutlarına ya da başka bir deyişle, yıldızların Şuur
Boyutuna dönüşüm yaparak o yıldızların zahir, ama bize
göre yine ikiz yapılarında kendindeki güçlerle hüküm
sürerler. İşte bu kaçışın ve cennet boyutuna dönüşümün
temel dayanağı, Sultan Güç denilen Allaha ait Kudret
Sıfatının yeterli oranlarda ve kapasitelerince o
birimlerdeki Zuhurudur. Bu ise ancak “La İlahe
İllallah” sözünün anlamının birim tarafından tabanda
yaşanılır hale gelmesiyle mümkün olacağı
söylenmektedir. Yani, Tanrı ve Tanrılık kavramının
hiçbir zaman var olmadığını, her zerrede o zerrenin
kendisi olarak hükmünü yürütenin Allah olduğunu bu
yüzden de ötelerden değil, özlerinden açığa çıkan Onun
İlim ve Kudretinin fark edişleri ile bunu
gerçekleştirebileceklerini anlatmaktadır.
Arş’ın etrafından, çeperlerinden Gök (Sema) katlarını
geçerek Cennet olarak tarif edilen hali yaşayabilmenin
Batıni anlamı ise, bir Birimin Dünya üzerinde ya da Arz
katlarında yaşarken Arz denilen bedenin algıladığı
çokluk boyutlarından ve elbette bu boyutlara ait bilinç
boyutlarından Salt Şuur boyutlarına dönüşüm
yapabilmenin ya da kendi aslı olan Mutlak Benlik
boyutunu kapasitesince tanıyıp yaşamına o boyutlarda
devam etmenin, birimin Bilincinde Allah’a ait olan
Kudretin (dolayısıyla İlmin) belli bir eşik değerin
üstünde açığa çıkmasına bağlı olduğu vurgulanmaktadır
ki, bu tür birimler, daha dünyada yaşarken bunu elde
etmelerinden ötürü, hem dünyadaki ve kabir alemindeki
yansıması olan hallerinden hem de gelecekteki Mutlak
Cehennemin maddi ve manevi azap ve sıkıntılarından
tamamen azat olmuşlardır.
Burada, yy. öncesinden bilinmesi mümkün olmayan, bundan
beş milyar yıl sonrasına ait doğru bir tespitte,
dünyadan bakış açısına göre Göğün, güneşin bize
yaklaşması ve vurması sırasında güneş alevinin ve
plazmanın göğü kaplaması, güneşin genişleyen hacmi
dolayısıyla da sarı-beyaz renginin kırmızı frekansa
(bant aralığına) dönüşerek tıpkı erimiş bir yağ gibi
kırmızı gül renginde bir görüntü verecek olmasıdır.
Ayrıca bir kez daha tekrar edersek, güneşin cehennem
oluşu her ne kadar bu boyuttaki yapısına yansıması
nedeniyle gaz yönüyle de bağlantılı olsa da gerçekte
güneşin cehennem oluşu şu anda bize görünmeyen ve hiçbir
cihazla da algılanamayan ikiz boyutundaki yapısı
dolayısıyladır. Cehennemden kaçacak fermanı yani, Gücü
(Kudreti), hakikatlarinden açığa çıkartamayanların
üzerine gelen ya da maruz kalan alevli ateş ve zehirli
duman ise bir anlamda görünen ateşin yanı sıra güneşin
maddesel görünen yönünün, görünür olmayan, ama ruh
bedenin içine kadar sızan ve onu yıpratan, yakan
Radyasyondan bahsedilmektedir ki, gerçekten de güneşin,
gerek bugün ve gerekse gelecekteki yapısında görünür
frekans band dışında aynı anda görünmeyen radyasyon yönü
de mevcuttur (kızıl ötesi, radyo, mikrodalga, X ve gamma
ışınları gibi). Ayrıca diğer ve gerçek anlamda da, bu
görünmeyen, algılanamayan radyasyon ile güneşin ikiz
yapısındaki dalgalar anlatılmak istenmiştir.
* “Allah Yerleri (Arz ve boyutlarını) ve Gökleri (Sema
ve boyutlarını) yoktan var etti”.
Bu kavrama detaylı olarak Din-Bilim Soru Ve Cevapları –
10 yazısında değinmiştik. Gerçekten de Göklerin ve Yerin
yaratılışına, bildiğimiz zahiri anlamda bile birkaç
boyuttan düşünürsek, gerek dünyamız gerekse de güneş
sistemi ve tüm uzay, ilk aşamaların birinde % 75’ i
Hidrojen, % 25’ i ise Helyum olan Tek bir yapı halinde
bir duman (gaz) halindeydi ki, doğal olarak Yerler ve
Gökler yoktu. Keza bu durumu, daha da geri götürerek
evrenin saniyenin milyarda, trilyonda, … bir anındaki
devirler (aşama, süreçler) içindeki parçacık ve fotonlar
açısından da düşünebiliriz. Daha derin boyuttan
baktığımızda ise gözlemlediğimiz şu anki evreni ya da
parçacık-enerji boyutunu meydana getiren Vakumdaki
Planck ölçekli evren parçacığı (enerji yumağı), bu hale
(boyutlara) gelmeden önce meydana gelmemişti ki, gerçek
anlamda bir üsttekilerden dolayısıyla mevcut olan bir
şeyden farklı olarak, evrenin tam bir yokluktan
meydana geldiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle
bizler, bu Vakum boyutunda daha önce hiçbir şekilde
bulunmayan ve bir anda ortaya çıkıp Planck boyutlarına
ulaşarak enerji kabarcığı halini alan, sonsuz
parçacıklar içinden tek bir parçacıktan, dolayısıyla
yokluktan meydana geldik. Diğer paralel evrenler de
diğer Planck çaplı enerjilerden aynı şekilde hiçlikten
oluşmuşlardır. Keza, bizim madde ötesi tüm sonsuz boyut
ve varlılarda, aynı şekilde tam bir yokluktan
yaratılmışlardır. Ancak olay bununla sınırlı olmayıp
(bu noktada sonlanmayıp) bu durumun da derin boyutu var
olduğundan gerek sonsuz sınırsız evren içinde bizim
algıladığımız evren gerekse de tüm boyutlardaki
yaratılmışlar, Din- Bilim Soru Ve Cevapları -10
yazısında da değindiğimiz üzere daha Öz boyutta zaman ve
mekanın var olmadığı Ruh Adlı Meleğin varlığında
dalgasal olarak iki “an” arasındaki tam bir
yokluktan, hatta yokluk kavramının bile yok
olduğu bir yokluktan meydana gelmiştir. Yani bu yokluk
kelimesi anlatım sadedindedir, çünkü orada tüm kavramlar
düşer. Ruh adlı Meleğin Bilinci ve Varlığı ise, Allah’ın
İlmindeki yokluktan, Hiçlikten oluşmuştur.
Dolayısıyla yaratılış gerçekte, t=0 anında hiçbir şey
yoktu ya da sonsuz yoğunluklu ve ezeli olan bir kuantum
tekilliği mevcut olup da o andan başlayarak önce Planck
boyutundaki 10 üssü (-43). saniyeye bu noktadan da
yaklaşık 15 milyar yıl sonrasındaki şu anki an’a yani,
zamana bağlı bir şekilde değil, her ne kadar t=0
anından, 10 üssü (-43). Saniyeye kadar takyonik
(imajiner, soyut enerji), bu zaman noktasından sonra
bildiğimiz enerji ve madde oluşumuyla birlikte
algıladığımız evrenin oluşumu gerçekten mevcut olmuş
olsa da gerçek yaratılış, t=0 anı ve öncesinde yer alan
zaman ve mekansallığın olmadığı boyutlar içinde Boyutsal
anlamda meydana gelmiştir. Farklı bir deyişle
yaratılış, zaman ve mekanın geçersiz olduğu Esma
(mana) boyutundan, yine Ruh Adlı Melek adı altında,
zamansız ve mekansız bir boyuta açığa çıkmaktan
ibarettir. İşte Gök kavramını boyutsal anlamda
düşünürsek, Gök (sema) dediğimiz Bilinç boyutları,
Allah’ın İlminde tam bir yokluktan, yoktan meydana
gelmiştir.
Burada yanlış anlaşılan, çok çok önemli bir duruma
değinmek istiyorum, o da, önceki yazılarımızda da
belirttiğimiz üzere Kâinatın sonsuz önce ve sonsuz sonra
da yani, daima, hep mevcut olduğunu söylerken, maddenin
ezelden beri var olduğunu söyleyen materyalist
anlayışlarla aynı şeyi kast etmediğimizdir.
Bunlar birbirlerinden tamamıyla farklı iki kavramdır.
Çünkü onlara göre, madde, hem temel esas olarak hem de
nihai son nokta olarak mevcut olup Bilinç dediğimiz
şeyin ise, maddenin varlığıyla, maddeyle birlikte var
olduğu kabul edilmektedir, daha öncesinde değil. Hatta
öyle ki, maddeyi, enerjinin daha yoğun bir formu olması
dolayısıyla bu enerjiyi, madde ve bu madenin maddesel
boyutlarını oluşturması açısından mutlak kabul edip
bunun dışındaki boyut ve varlıkları reddederler yine,
Kuantum Fiziğinin aksine. Başka bir deyişle, maddeye
dayalı enerjiyi zirve nokta olarak kabul ettikleri ve
algılanan ve ölçümlenen tüm maddesel boyutlarıyla
varlık ve bu maddesel varlıklardaki bilinci de, bu
maddenin, dolayısıyla maddenin katmanı olan enerji ve
buna dayalı bilincin, çeşitli suretlerde dönüşeme
uğrayıp belli şekil ve boyutlarda açığa çıkışından
ibaret olduğunu kabul ettiklerinden, maddeye sonsuzluk
ve ebedilik atfedip bir başka boyut ve varlıkları ya da
daha Özde bir başka şeyin varlığını dışlamaktadırlar,
peşinde, ortada olan birçok gerçeği ve soruyu
cevaplamaksızın. Oysa bizim ya da Mistisizmin
kast ettiği şey, bundan tamamıyla farklı olarak
temelde madde diye bir şeyin mevcut olmadığını ancak
algılayana ve algılanan boyuta göre var olan bir yapı
olduğunu, daha doğrusu, çağdaş bilimlerin verilerinin de
bize söylediği üzere bir seyir olduğunu belirtmektir.
Bizim madde olarak gördüğümüz yapı, o boyutlarca (bize
göre değil) madde olarak algılanan sonsuz
boyutlardan sadece biridir. Üstelik madde, onu
algılayanların bilincinden bağımsız, kendi başına, dışta
(hariçte) mevcut olmadığı gibi, Allah’ın sonsuz
özelliklerinin belli terkipler halinde açığa çıkışından
ve haliyle bu terkip adı altındaki bilinçlerin
(birimlerin) maddeyi ve ona dayalı enerjiyi dışta,
hariçte algılamalarından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla hangi boyuttan olursa olsun madde temel
değildir. Nasıl ki Allah’ın özelliklerinin bir sonu,
bir sınırı yok ise, o isimlerin bir görünümü ve
algılayana göre mevcut olan madde dediğimiz şeyin de
sonu ve sınırı yoktur. Bu nedenle tüm boyutlarıyla
Kainat da, sonsuz ve sınırsızdır. Allah, tek bir
katmanla, boyutla (sonsuz ve sınırsız olsa da) sınırlı
olamayacağı gibi, tek bir big-bangin sonucu olarak
oluşan mekansal anlamda da sınırlı bir yapı değildir,
olamaz da.
Özetle, Kainatın öncesiz ve sonrasız (ezeli) oluşu,
bize ya da tüm yaratılmışlığa ait olup, onun Allah
indinde yaratılmış olmasını engellemez. Benzer
ifadeyle, her ne kadar Kainat varlıklara göre
ezeli bir özelliğe sahip olsa da Allah tarafından ancak,
kendi varlığında, varlığıyla İlminde Yoktan
Yaratılmıştır. O’nun Yoktan yaratmasıyla sonsuz Kainat
bir “an” da var olmuştur. Bizim Vakum
boyutundaki evren kabarcıklarının var oluş ve yok
oluşları ya da açılarak evrenleri oluşturması bu bir
“an” içinde açığa çıkan Kainat içindeki oluşumlardır.
Dolayısıyla sadece maddesel evrenimize ait olarak ele
aldığımız bu evren parçacıklarının toplamı Kainat değil,
Kozmik Bilinç dediğimiz Kainatın Bilinci tarafından her
an oluşturulmakta olan oluşumlardır. Bu arada şunu da
belirtmek gerekir ki, Allah, bir Tanrı gibi,
uzay-zamanın dışında bir varlık olmadığı gibi, sadece,
uzay-zamanların kendisi olarak, onunla sınırlı bir
varlık da değildir. Allah gerek uzay-zamanlar gerekse de
uzay-zamanın olmadığı (Allah’a nispetle) yaratılmışlık
boyutlarında o boyutlar olarak mevcut olduğu gibi aynı
zamanda, o boyutların derinliğinde, Öz yapısında, Özü,
Hakiati olarak Esmaları, Esmalarının işaret ettiği
Sıfatları ve yine Esmalarının işaret ettiği Zatıyla da
aynen mevcuttur ki, tüm bunlar Tek Bir Mertebenin
boyutlarıdır. Bu yüzden Tanrı dahi Allah’tır ama
Allah, asla bir Tanrı değildir, Kuran ve Resulullah
açıklamalarına göre. Kuran da, “o İlahlar da
Allah’tır” derken de hem insanların Tanrı kavramını
bırakıp Allah’ın ne olduğunu düşünmeye yönlendirirken
hem de Allah’ın bir İlah olmadığını, olamayacağını
belirtmektedir. Yoksa “Allah da Tanrıdır”
anlayışını ifade etmemektedir. Hangi dinden olursa
olsun ya da hiçbir üstün varlığa inanmasın fark etmez,
bu temel kavramı idrak etmedikçe Allah’ı bir Tanrı
mesafesine indirip, o Tanrıya Allah etiketi yapıştırarak
Onun meleklerini, Kitaplarını, Resul ve Nebilerini,
Ahret boyutunu, Mahşer ortamını, cehennem ve cennetini,
Onun kaderini, … vs hep Tanrısal anlayışlarla
değerlendiririz ki, gerçekte akademik çevreler de dahil
bugün tüm dünyada inanılan ya da eleştirilen hep bu
Tanrısal anlayıştır.
(Kaynakça:
Allah, İnsan Ve Sırları I, II, Ruh- İnsan- Cin – Ahmet
Hulusi / Zaman, Zaman Ötesi – Ahmed Fevzi Yüksel (www.sufizmveinsan.com)) |