İNGİLTERE 'DE GÜNEŞ BATTI...
 

(Bu yazı aylık Yeni Dünya Dergisinde yayınlanmıştır.)

Şayet uçakla İngiltere ye gitmek istiyorsanız, önce Londra'ya uğramanız gerekecektir.

Benim de yolum  altı yüz bin civarında Türk’ün bir o kadar Pakistanlının ve Hintlinin bulunduğu on beş milyon nüfuslu, dünyanın sayılı başkentlerinden birine Londra’ya düştü.

Akdeniz ikliminden çıkınca, burada enteresan farklılıklara şahit oldum.

İngiliz halkının alışageldiğimizin dışında bir yaşamı var. Bildiğiniz gibi, gayet soğukkanlılar, kimse kimsenin işine karışmıyor, dedikodu, tamah, kıskançlık gibi duygular bu yüzden asgari düzeyde. Nezaket, en önemli yaşam kuralı.

"Ben" den önce "sorry" (özür dilerim) geliyor.

Londra, muntazam teşekkül etmiş bir kent görünümünde. Önce altyapı halledilmiş, doğalgaz, kirli hava sorununu temelden yok etmiş, tarihi binalar aynen korunuyor, bizdeki gibi harabe halinde bırakılmamış, yüz yıllık yapılar dahi onarılmış, pırıl pırıl bir hale getirilmiş.

En önemlisi, İnsana değer verilmiş, fakir halkın gayri menkul ve diğer sorunlarını belediye üstlenmiş. Sokaklar, caddeler tertemiz, sabahları yıkanıyor.

Eski tip taksilerin vergileri, tamamen İngiltere kraliçesine aktarılıyor.

İngiltere’nin başka bir özelliği, parlementer sistemin yanında hanedanlığın devam etmesi. Kral, kraliçe, prensler, kontlar...

Tarihe bağlı bir yaşam biçimi, bozulmadan, tüm karakteristiği ile devam ediyor. Eksik olan, tüm batı aleminde olduğu gibi maalesef, mana yönü. Maddeleşme, insanları tekeline almış.

Londra’da da İslam cihetinde muhtelif gruplaşmalar olmuş, bizde olduğu gibi.

Ekseriyetini Süleymancıların oluşturduğu Valide Sultan Cami’inde bir Cuma, namaz kıldık. Namazdan evvel, vaazda bulunan Osman Hoca’ya, kendi izni ile, cemaatten çeşitli sorular yöneldi.

Bir iki sual, gerçekten ilginçti. Kuran’da bahsi geçen "Orta namaz da nedir?", "Kuran’da Allah’a atfen kullanılan 'ben' ve 'biz' kelimeleri ile anlatılmak istenen ne?" gibisinden... Osman Hoca, bu soruları şöyle yanıtladı;

“Orta namazı, ikindi namazıdır!…

Öyle ya, sabah ve öğle namazlarını bir yana, akşam ve yatsı namazlarını da bir tarafa ayır, tam ortada kalan ikindi namazı olmuyor mu?..

Evet, orta namaz ikindi namazıydı kendisince...

Bir kral düşünün, başka bir ülkeye ziyarete gittiğinde oranın halkına, kendisini ülkesinin arasına katarak 'biz' diye hitapta bulunur, ancak kendi ülkesindeki hitabı değişiktir. Orada ise kendini halkın başı olarak kabul eder ve halka ‘biz’ diye hitap etmez, ‘ben’ der!..."

Osman Hoca’ya göre, Kur’an’da ifade edilen "ben" ve "biz" kavramları bunu anlatıyordu…

Anladım ki, bu iş, sadece hocalık işi değil; Din, farklı alanlarda ve çok değişik uğraş istiyor.

Dikkat ettim, cemaat, namazı müteakip dua ederken iki elini bir avuç şeklinde ve göğüs hizasında tutuyor. Sordum; "Gelen Rahmet avucumuza dolsun, onun için böyle yapıyoruz" dediler.

Bildiğim kadarıyla, Hadisi Şerif’te öngörülen tarif şuydu; "Dua ederken elleriniz koltuk altı görününceye kadar kaldırınız."

Abdullah Dağıstanlı’nın Halifesi Şeyh Nazım Kıbrısi ile dostlarımız vasıtasıyla görüştük. Türkçe ve İngilizce olarak yaptığı bir Cuma namazı hutbesi, neredeyse ikindiye varacaktı.

Cat Stevens ise, İslamı, giyim kuşama endekslemiş, Pakistanlıların çoğunlukta olduğu Regents Park Cami’inde Kuran tefsiri yapıyor. Görüşme imkânımız olmadı. Sekreterinin verdiği randevu tarihine zamanım uygun değildi.

Hoca Efendi’nin malum, her yerde okulları var. Bu kolejlerden bir tanesini şehrin kuzeybatısına inşa etmişler ve tedrisata başlamışlar.

İngiltere’nin başkenti Londra, görülmeye değer bir yer. Ulaşım, büyük ölçüde metro yoluyla kolaylıkla sağlanmakta.

İleriyi düşünen insanlar, metro yapımı için bundan tam yüz yıl evvel Afrika’dan zenci köleleri getirerek metro inşaatında çalıştırmışlar. Ne var ki, onların torunları olan zenciler, istisnaları dışında, insanlıktan bihaber.

Bir seferinde, zencilerin çoğunlukta olduğu bir otobüse bindim, en yakın durakta, kendimi dışarıya zor attım. Bir patırtı gürültü, bir şamata gırgır, yüksek sesle konuşmalar, bezdiren kahkahalar…

Ekvatora yakın bir çevrede üreyen bu ırkın genlerinde güneş ışınlarının yaptığı mutasyon, belli ki renklerinde ve yaşamlarında bir karalık meydana getirmiş.

‘Gen’ deyip geçmeyelim, genetik o denli geniş bir sahayı kapsar ki, insanın kaş, göz, saç, cilt, karakter yapısı, hastalıkları, kaderi eceli, sait veya şaki oluşu, yani Cennet ve Cehenneme gitmesi, aklınıza gelecek tüm oluşlar, bilgi bankası ismiyle de anılan gen yapısı ile ilgilidir.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Londra’da da fakir insanlar var. Metrolarda, kilise önlerinde dilenen düşkün insanlar, çeşitli enstrumanları çalarak geçimini sağlayan İngiliz gençlerini gördüm. Dünyaca meşhur "Hyde Park" tam anlamıyla parazit enerjinin boşalım yeri. İnsanlar, burada dinlerken ve konuşurken bu tür bir oluş meydana geliyormuş !...

Şehirde, Madame Tussaud’s adıyla anılan, içinde ünlü kişilerin mumya heykellerinin yer aldığı bir müze var. Thames Nehri, şehri ikiye bölmüş gibi. En önemli caddesi Oxford Street’te, bizim Nişantaşındaki Valikonağı veya Rumeli caddesi misali, dünyanın en önemli mağazaları yer almakta. Ünlü Wembley Stadı şehrin kuzeydoğusunda.

Londra’nın sarayları çok meşhur, Kraliçenin oturduğu Buckingham ile Prensin oturduğu Kensington Sarayı ve önlerinde hiç gülmeyen muhafızları, fotoğraflarda mutlaka görmüşsünüzdür.

Londra’da oldukça büyük iki kilise var. Victoria semtindeki Saint Peter Kilisesi çok geniş kapasiteli ama, ziyaretçisi yok. Girişte, solda, Hazreti İsa’nın ‘Rock’ (kaya) diye isimlendirdiği şakirtlerinden, Petros’un bir heykeli yer alıyor.

Hz. İsa, Petros’a diğer şakirtlerinden ayrı bir değer veriyordu. "Dinimi senin üzerinde kuracağım." dediği bu insanın ve diğer şakirtlerin hayatı, meşakkatlerle geçmiştir. Hatırlatmakta yarar var; Kur’anda bahsi geçen şakirtlerin her biri de velayet sahasına adım atmış birer velidir.

Kilise tavanına ise, çarmıha gerili İsa’nın temsili büyük bir resmi asılı.

Bir başka meşhur kilise daha var Londra’da, St Paul’s Cathedral. Farklı bir kaderi var St Paul’un.

Hanedandan bir prensesin nikahına ve tam on altı yıl sonra da cenaze törenine sahne olan yer. Kimden bahsettiğimi sanırım biliyorsunuz, Prenses Lady Diana.

Detaylara girmeyeceğim, İngiltere veliahtı Prens Charles ile muhteşem bir düğünle evlenen bu hanım, eşinden ayrılarak, çocukları ile yaşamak zorunda kaldığında, tüm gözlerin üzerine çevrilmesine neden oldu.

Her yerde takip edildi, fotoğrafları çekildi, sarayla arası açıldı, yaşam mücadelesi, bıkmadan, usanmadan devam etti. Biz onun yaptıklarını yargılayacak bir merci değiliz. Kimsenin de bu işi yapması beklenemez. Sadece, dünya basınından ve televizyonlardan izlediğimiz kadarıyla, hanedan çerçevesini aşmış bir prenses olarak göze çarptı.

Malum araba kazasında ölmeden önce, "Siz benim yerimde, ben de sizin yerinizde olmak isterim" derken, herhalde, bize çok şeyler anlatmak istiyordu.

Bir iyilik meleği olarak yaptığı tüm çalışmalar, hayranlıkla, takdirle karşılandı. Hastalarla yaptığı sohbetler, onlara karşı şefkat ve merhamet hislerinin göstermelik olmadığını bütün çıplaklığı ile sergiliyordu.

Ölümü ile birlikte insanlar, onu çok sevdiklerini fark ettiler. Öyle ki, Galler Prensesinin ikametgâhı olan Kensington Sarayının çevresine bırakılan çiçek yığınlarını görmek için dahi insanlar Londra’ya akın etti.

Bu onda mevcut "vedud" isminin (her mahalde sevilen) manasının olağanüstü boyutlarda kuvveden fiile çıkması ile ilgiliydi.

Sevgiyi arıyordu, bu bir suç değildi. Sevmek..

Tasavvuf ehli der ki; "Bir kişiyi sevmeyenin, Allahı sevmesi de zordur.”

Bu kavram, Allah’ın Kudret sıfatının bir tezahürüdür. Belli ki  sevgi turlarında bir hayli yıpranacaktı, nevar ki Allah ona bu şekilde bir yaşam izni vermedi.

Cenazesine, başta halkın tepkisini çekmemek için katılan hanedan üyeleri olmak üzere, dünyanın dört bir yanından tam altı miyon kişi geldi. Televizyon ekranlarında iki buçuk milyar insan göz yaşları ile kabristana gidene dek, onu izledi. Dua ve temennilerde bulundu.

Camilerde Kuran okundu, kiliselerde dualar edildi. İnsan, onu son yolculuğuna uğurlarken, insan olduğunu hatırlayabildi.

Resulullah (A.S.) şöyle buyuruyor;

"Şüphesiz ki Allah, bir kulu sevdiği vakit Cebrail’i çağırır da: ‘Ben falanı seviyorum; onu sen de sev!’ der ve onu Cebrail de sever. Sonra semada seslenerek: ‘Gerçekten Allah, falanı seviyor; onu siz de sevin!’ der. Artık onu sema ehli de severler. Sonra onun için yeryüzüne kabul konur (da makbul kişilerden olur). Bir kula da buğz etti mi, Cebrail’i çağırarak: ‘Ben falana buğz ediyorum; ona sen de buğz et!’ der ve Cebrail ona buğz eder. Sonra sema ehli arasında: ’Allah, falana buğz ediyor; ona siz de buğz edin!’ diye seslenir. Onlar da kendisine buğz ederler. Sonra o kul için yeryüzüne buğz (kin duygusu) konur."

Rahmetli Gönenli Mehmet Efendi’nin kıldırdığı bir cenaze namazında bulunmuştum. Namazı müteakip yaptığı kısa bir konuşmada söylediği;

“Bir cenazede şayet kırk kişi, ‘bu mevta iyi bir insandır’ derse Cenab-ı Hak, ben de iyi diyenlerden yanayım diyor.” sözlerini hiç unutmuyorum.

…Ve sessizce gömüldü.

Misafirler de 7 Eylülde Londra’yı terk ettiler.

Unutulmamalıdır ki, hayatta hiçbir şey tesadüf değildir.

Allah Muin’imiz olsun...

 

Please select a language

 
 

 

 
| More
İstanbul - 01.04.1999
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com