1429’a merhaba

 
 
 

Dün 1 muharrem 1429, hicri yeni yılının ilk günüydü. Ona “hoş geldin” derken, onun “hoş bulduk” cevabına ümmet olarak layık bir konumda bulunamamanın ezikliği içindeyiz. Yeni yılın hayırlara vesile olması niyazıyla bu hutbemizi hicri takvime ve dolayısıyla kısa bir özeleştiriye tahsis edeceğiz.

“Hicretin 16. Senesinde Hz. Ömer’e (r.a.) üzerinde tarih olarak bir tek Şaban kelimesi yazılı olan bir senet takdim edildi. Hz. Ömer(r.a.) evvelki senenin mi yoksa o senenin mi Şaban ayının kastedildiğini nasıl bileceğini sordu. Bunun üzerine bütün meşhur sahabelerin hazır bulunduğu istişare meclisini topladı ve bir tarih başlangıcı tespit etme meselesi müzakere edildi”. Söz konusu toplantıda tarih başlangıcı olarak, Hz. Ali’nin (r.a.) önerisiyle hicret kabul edildi. Hicretin Rebiyülevvel ayında gerçekleşmiş olmasına rağmen, kameri ayların ilki Muharrem ayı olduğu için, yılın ilk günü de 1 muharrem olarak belirlendi. Böylece “hicri takvim” kullanılmaya başlanmış oldu.

Ne zaman ki dünyaya hâkim olup insanlığı yönlendirme, bilim ve teknoloji silahıyla ülke yönetimlerinin ve toplumların üzerinde söz sahibi olma yani tarih yapma rolü el değiştirdi. Haliyle, olayların takvimini belirleme de böylece yeni güç sahiplerinin tercihlerine bırakılmış ve 26 Aralık 1925 tarihinde de yürürlükten kaldırılmış oldu.

Burada sorgulanması gereken asıl husus, hicri takvimden miladi takvime niye geçildiği değil; Müslümanların rolünün niçin el değiştirdiği, bilim ve teknoloji öncülüğünü niçin kaybettiği, kıtalar üzerindeki birlik ve hâkimiyetini niçin yitirdiği olmalıdır.

Bu noktada öncelikle değiştirilmesi hedeflenen de, Müslümanların geriliği, bilgisizliği, duyarsızlığı, tembelliği, bölük pürçüklüğü olmalıdır. Aslında “….hicri yılbaşı da miladi yılbaşı da birbirlerine dini yönden üstünlükleri bulunmayan ve zaman ölçmede esas alınan iki ayrı başlangıç noktasıdır.” Üstünlük zamana hükmetmekte, mekâna mührünü vurabilmekte ve tarihin akışını yönlendirebilmektedir.

“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” diyemeyenler için, takvimin başlangıç noktasının ne olduğu ne önem ifade eder ki? Tarihin hiçbir döneminde tatmadığı bir zillete duçar olan İslam dünyasının uğradığı katliamları ve soykırımları, maruz kaldığı işkence ve zulümleri, katlanmak zorunda bırakıldığı işgalleri ve haysiyetsizlikleri, her sahada sergilediği geriliği ve acizliği; tarihin sayfalarına kayıt düşerken hicri takvimin kullanılması neyi değiştirir ve bu hicretin mana ve ruhuna ne derece uygun olur?

Tabiatıyla sözün burasında “yılbaşı kutlamaları” ile ilgili şu önemli hususu da tekrar hatırlatmamız gerekir. “… Hz. Peygamberin, Müslümanlara diğer dini topluluklara göre farklı bir kimlik bilinci ve kültür değerleri manzumesi kazandırmak için gayret ettiği bu uğurda saç sakal, kılık kıyafet, yeme içme adabı da dâhil pek çok konuda tavsiyede bulunduğu düşünülürse, yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir kutlama olarak algılanması ve tabii karşılanması mümkün olmaz.” Tekrar konumuza dönersek, Müslümanlarca öncelikle sorgulanması gereken, kalplerdeki inançların, beyinlerdeki düşüncelerin ve gönüllerdeki duyguların niye değiştiği, daha doğrusu neden yozlaştığı ve bu zilletleri yaşamaya niçin mahkûm olmasıdır. Evet, esas yanlışlık ve sorun budur. Cevabı bulunması zorunlu olan asıl soru da budur.

Muhammed ümmeti olarak ötede cevaplandıramayacağımız sorunların, bir an önce çözümüne ulaşmak en içten dileğimiz ve en öncelikli ana hedefimiz olmalıdır.

Hutbemizi yüce rabbimizin üzerlerine yemin vererek vurguladığı kurtuluş sırlarını hatırlayarak noktalayalım:

“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”
 

Kaynak; Vakit Gazetesi
12.01.2008

 

 

 
 
İstanbul - 14.01.2008
 http://sufizmveinsan.com