akonuksol.gif (449 bytes)akonuksag.gif (438 bytes)

 

 

 

 

 

 

Dini Algılamada Aklın Rolü

Yard. Doç. Dr. Adil Bebek
Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Öğr. Gör.
( Kelam İslam Akaidi (İnanç Esasları) ) Ana Bilim Dalı Öğr. Görv.)


1948 Yılında Hatay-Antakya'nın Tahtaköprü Köyü'nde doğdu. İlkokulu Antakya'da , İmam Hatip Lisesi'ni de Adana'da imtihanlarını dışarıdan vermek suretiyle bitirdi. İstanbul Y.İ.E.'nden 1976-77 yılında mezun oldu. Aynı yıl öğretmenliğe başladı. Öğrenciliği sırasında üç yıl Antakya'da , dört yıl da İstanbul'da imamlık yaptı. 1978-1982 yılları arasında lisede din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yaptı. 1982 yılında asistanlık sınavını kazanarak İstanbul Y.İ.E.'nde Kelam Ana Bilim Dalı’nda asistan olarak göreve başladı. Sonra Enstitü fakülte olup Marmara Ünviversitesi'ne bağlanınca araştırma görevlisi oldu. "İslam Akaidinde Ebu Hanife ve El-Fıkhu'l-Ebsat" konusunda master-yüksek lisans tezi, "Maturidi'de Günah Problemi" adlı bir doktora tezi hazırladı. 1984 yılında fakültede öğretim görevlisi oldu. 1991’den bu yana da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Bir kız, bir erkek iki çocuğu vardır. Bakıllani'den tercüme ettiği "Harikulade Olaylar, Mucize, Sihir ve Keramet" adlı eseri ile "Maturidi'de Günah Problemi" , "Din ve Düşünce Açısından Dua" adlı kitapları yayımlandı. Bazı ortak tercüme çalışmalarında da yer aldı.

Aşağıda kendisiyle yaptığımız sohbeti sunuyoruz:

Hocam, İlahî Din kavramına getirilen şöyle bir eleştiri var:
Deniliyor ki, din ve Allah fikri Allah tarafından insanlara bidirilmiş değildir. İnsanlar bir din ve yaratıcı düşüncesine, zamanla tabiatta karşılaştıkları olaylar karşısında acizliğe düşüp sığınılacak bir varlık ihtiyacı hissederek kendi kendilerine bir din ve yaratıcı  düşüncesine ulaşmışlardır. Hatta "Tanrı insanı yaratmamıştır , insan, zihninde Tanrı’yı yaratmıştır."

Bu konuda görüşlerinizi alabilir miyiz?

- Bu, teorik olarak mümkün gibi görünse de, bir insan düşünelim , bu eğitimlere, ebeveynin şartlanmasına falan tâbi olmamış olsun, bir adada tek başına büyümüş olsun. O insanda fıtrî olarak bir Allah inancı ve hissedişi bulunur. Yani bir insan, yapısında mevcut bir programlama ve özellikler ile dünyaya gelir , fıtrattan kasıt budur. Ve insan bu inancı sadece yaşlılık döneminde hisseder demek doğru değildir. Belki gençlik döneminde biraz daha az olur o hissediş , kaldı ki gençliğinde de bu inancı hissetse, yine onun için iyi olur, zira öbür türlü olunca başına işler açmaktadır. İnsan bu ihtiyacı hissetsin veya hissetmesin, o ihtiyaç vardır. Bu dünyayı insanın başıboş olarak kabul etmesi mümkün değildir. Bir ilahî adaletin, bir ilahî düzenin olmadığı düşüncesi insanların vicdanında kabul görmez. Örneğin bir ölüm gerçeği karşısında insanlar, ölümün ne olduğunu , kendisinin de öleceğini , dolayısıyla ölümden sonra ne olacağını tabiî olarak düşünür. Bunun gibi gerçekleri insanların görmezlikten gelmesi mümkün değildir. İnsan zihninde güneşteki patlamalar gibi patlamalar olmaktadır. Zihniniz size devamlı sorular sormaktadır, durdurmanız mümkün değildir bu faaliyeti, zirâ zihniniz durmuş olsa, o zaman siz yaşamıyorsunuz demektir. Zihninizi durduramayacağınıza göre de, sorular soruları takip edecektir. İşte insanın fıtratı deyince bunları kastediyoruz. Dolayısıyla, insanın tabiatı dini istemektedir. Adına din denilmese de, insanlık pozitif bilimlere ait, mesela bir sosyolojiye ait terimlerle ve değerlerle bu ihtiyacı gidermektedir yaşamında. İşte bu da fıtratı ifade ediyor.

Burada şunu da  belirtmek gerekiyor, eğer Tanrı hiç olmasaydı, insan bu yapısıyla tanrıyı yaratırdı, zihninde o düşünceye ulaşırdı. Ama bu, insanın psikolojik bir zaafı veya aldanması değildir, insanın apaçık bir gerçeğidir. Bunda zorlamaya da gerek yoktur, şu camdır saydamdır , bu duvardır saydam değildir gibi her şeyin bir gerçeği vardır, bu da insanın gerçeğidir. Nitekim, tarihte peygamber olmayan bazı insanlarda, toplumlarda din ve Allah inancı görülmüş, bunlar, adına “din” diyerek tâbi oldukları ve tâbi olunmasını istedikleri sistemler ortaya koymuşlardır. Ama tüm bunlardan bağımsız olarak Allah vardır ve din vardır, çünkü Allah da insanlarla iletişim kurarak “ben varım” demiştir.

Ayrıca insan, Allah ve din düşüncesine genel olarak, toplu olarak ulaşabilir; ama bu konuların tafsiline ulaşamaz , Allah kavramı ile ilgili ayrıntılara giremez, dindeki ayrıntılı hükümleri kendi zihni ile bulup tesbit edemez.

- Peki hocam, insan düşünen bir varlıktır diyoruz. İnsanın,yaratıcıyı kendi düşüncesinde var etmesi görüşüne bu açıdan bakınca, düşünmek insanın bir özelliğidir , oysa insan varlığı yönünden Allah ile irtibatlı değil midir?

Kur'an-ı Kerim'de de öyle buyurulur zaten: "Ve fî enfüsikum , efelâ tübsırûn" " kendinize (kendi varlığınıza) bir baksanıza (kendinize bakmaz mısınız) "İnsanın, dikkâtini önce kendi varlığına yöneltmesi uyarısı yapılır. İnsan düşünürken, bu düşünceyi düşünme işini de yapan asıl kendi varlığına çevirince kendisine dönüyor, kendini seyretmiş oluyor. Bu sefer kendi varlığının da dayandığı , varlığının aslı olan Allah'a yöneliyor. Bu Âyetten , "Nefislerinizde (benliğinizde) mevcut olanı düşünmez misiniz " mânâsı da çıkıyor ayrıca.

İnsandaki akıl özelliği tek başına dahi Allah’ın varlığını bulmaya götürür insanı. Ama insan aklı ile ulaştığı gerçekleri yaşamakla da sorumludur. İnsanın, bu akıl çok değerlidir, ben bunu koruyayım, onu bir güzel muhafaza edeyim demek gibi bir lüksü yoktur. İnsanı belli gerçeklere ulaştırabilmesine rağmen, aklın zaman zaman duygular gibi insandaki diğer özellikler tarafından örtülebilmesi,tam görevini yerine getiremez hâle gelebilmesi ihtimali mevcuttur. Doğruyu bilmesine rağmen, bu duygulara yenik düşmesi yanılması mümkündür. Cenab-ı Hak, insanın çok fazla yanılmaması için insanın aklına yardımcı olarak dini bildirmiştir.

- Hocam, Allah'a , meleklere iman etmek, sadece Allah'ın ve meleklerin varolduğuna inanmak demek midir?

- Allah’a inanmak yetmez; onu tanımak gerekir. Doğru inanması için, inandığını sandığı varlığın ne olduğunu bilmesi için tanıması gerekir. Sadece tanıması, bilmesi de yetmez , bu tanıdığı varlığın kendisine neler getirdiğini, neler götürdüğünü bilmesi ve bunların gereğini yaşamına yansıtması gerekir. Allah ile bu manevî ilişkiye girmesi gerekir. Allah’ın doğru tanınması için onu doğru tanıyanlar gibi tanımak gerekir ve burada devreye Peygamberler girer.

- Akıl eğer duygulardan etkilenmeseydi tüm hakikâte ulaşabilir miydi.?

Akıl sonuçta eldeki veriler ile yola çıktığı için, bilinenlerden hareketle bilinmeyenlerin ne olduğuna ulaşmaya çalıştığı için tam mânâsıyla isabet edemeyecek, bütün gerçeklere ulaşamayacaktır. İnsandaki akıl, bir futbol oyunundaki oyuncu gibidir , oyuncu kendisi kadar kendi özelliklerini sergiler oyunda, ama antrenör oyuncunun içinde bulunduğu oyunda onun yerini, yurdunu, halini, kapasitesini görür ve oyuna göre onun nelere ihtiyacı olduğu konusunda ona yol gösterir. Dinin akla verdiği destek bu şekildedir.

- Antrenör ile oyuncu, yani akıl arasında bir bağ yok mudur. "Nefahtü min ruhî" (içine de ruhumdan nefhettim) Âyetindeki mânâda antrenör, bize kendi gözüyle bakabilme özelliği vermemiş midir?

- Her ne kadar öyle de olsa, oyun içinde bunu başaramayabiliyor insan, tutuyor diğer oyuncuya çelme takıyor, yumruk bile atabiliyor. Yani diğer bazı özelliklerle örtülebiliyor insanın o yönü. Burada antrenörsüz olmuyor yine. Şu da var ki, aklın ilham alması, doğruları zaman zaman görebilmesi mümkündür. Bu görüş ve ilhamların yoğunlaşması sağlanabilirse, ki bu da ancak dışarının gürültü ve patırtısından, bazen bedeninin ağrı, sızı, açlık ve tokluk hissinden, çevreden, etraftan gelen şu şöyledir, bu böyledir şeklindeki telkinlerden arınabilmekle sağlanır, o zaman akıl salt doğrulara ulaşabilir.

- Hocam son sorumuz şöyle olacak: İlahiyat Fakültesinde ve özellikle sizin sahanız olan İslam itikadını ihtiva ettiği için bu kelam alanında ve derslerinizde Allah kavramının, Allah'ın doğru anlaşılması ve bilinebilmesi yönüyle , açık seçik anlatıldığı kanaâtinde misiniz?

- Allah’ı ne kadar ispat etmeye çalışsanız bir noktaya kadar gidiyorsunuz, Allah’ı ne kadar, “Allah iki nokta üst üste” deyip anlatmaya başlasanız, bir noktaya kadar geliyor dayanıyorsunuz. "Leyse kemisilihi şey' ve huve's-semîu'l-basîr" Semi ve Basîr, ama hiçbir şeye de benzemiyor. Şu değildir bu değildir, şuna benzemez buna benzemez denince, demiş ki bektaşi de : "İnkâr edecek, ama korkuyor cemaatten" tabî böyle de değil ama, bu sefer de şudur budur , şöyle şöyledir derken, “ama...” diyorsunuz... Şimdi insan kendisinden yola çıkıyor düşünürken , "ve fî enfüsiküm..." (Nefislerinizde mevcut..." Âyeti bu mânâda uyarıcıdır zaten ve kendisi gibi düşünerek şöyle olmalı, böyle olmamalı Allah şeklinde düşüncelere dalıyor. Ve siz bu yolda giderken , temsilî olarak konuşalım, Allah size sesleniyor “neredesiniz?” diye,siz diyorsunuz “zeytin ağacının altındayım.”Ve o zaman Allah anlatmaya başlıyor, öyle değilim şöyle değilim, böyleyim böyleyim...

Ve orada onunla bağlı kalıyorsunuz.

http://afyuksel.com
1 Ağustos 2000