akonuksol.gif (449 bytes)akonuksag.gif (438 bytes)

 

 

 

 

 

 

Allah’ın Varlığının İspatında Bir Tümden Gelim Metodu Olarak Ontolojik Delil (Varlık Delili)

Prof.Dr.Necip Taylan
Marmara Ünv. İlahiyat Fak.
Din Felsefesi A.b.d. Öğrt. Gör.


Necip TAYLAN, 1946’da Tekirdağ Malkara’da doğdu. İlk öğrenimini Malkara’da (1959), orta öğrenimini İstanbul ve Adana’da (1966), Yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde (1970) tamamladı. Uşak ve Tekirdağ’da dört yıl öğretmenlik yaptı. Nisan 1974’te mezun olduğu Yüksek İslâm Enstitüsü’nde  “Sistematik Felsefe ve Mantık” asistanı olarak göreve başladı. 1983’te Doktor,1989’da Doçent , 1995’de Profesör oldu. Halen, M.Ü. İlahiyat Fakültesi “Din Felsefesi Anabilim Dalı” öğretim üyeliği görevini sürdüren Taylan , evli ve iki çocuk babasıdır.

ALLAH’IN VARLIĞININ İSPATINDA BİR TÜMDEN GELİM METODU OLARAK ONTOLOJİK DELİL (VARLIK DELİLİ)

- Düşünce tarihi boyunca, Allah kavramı ve inancı etrafında insanoğlunun yaptığı teorik tartışmalar ve hatta fiilî kavgaların, -günümüzde de gözlediğimiz gibi- insanoğlunun gündeminden hiç düşmediği bir gerçektir. Bu durum bize konunun geçmişte olduğu gibi gelecekte de varolacak bir sorun olduğunu göstermektedir.

Allah’ın varlığı konusunun ya da inancının dinlerde ve felsefe tarihinde tuttuğu yerin önemi kadar, Allah’ın varlığının çok çeşitli biçimlerde ispatlanması da ilahiyat sistemlerinin ve felsefe tarihinin en önemli gailelerinden biridir. Bunun için Allah’ın varlığı, O’nun evren ve insan ile ilişkisi meselesi, düşünce tarihinin en eski ve en temel problemi olarak karşımıza çıkar. Bir bilgi konusu olarak Allah’ın varlığı ve O’nun mâhiyeti, fizik dünyanın içinde yer almayan, kısaca bu alemi aşan müteâl bir varlıkla ilgili bulunduğu halde, Allah’ı kavramaya çalışan insan, bu fizik âlemin içinde ve onun bilinen yasalarına uymak durumundadır. Öte yandan, başta metafizik olanları bulunmak üzere, felsefî problemler Allah’ın değil de insanın sorunlarıdır, yani Allah’a yönelen, O’nu beşerî bilgiye konu edinen, tanıyıp kanıtlamaya çalışan insanın kendisidir.

- Hocam burada bir sorumuz olacak . Sizce insan tek yönlü bir varlık mıdır? Bu âlemde yer alan ve âlemin yasalarına tâbi olan insanın   bedeni ve beş duyusu dışında farklı özellikleri yok mudur?

- Esasen bu konuya iki açıdan yaklaşılabilir : Birincisi ;  materyalistlerin de savunduğu bakış açısı ki bunda şöyle denir : Asıl olan maddedir, bu evrendir ve bu varlık içerisinde bir yaratıcı güce yer yoktur. Mesela, bir bebek ele alındığında onda başlangıçta bir bilinç yoktur. Hatta bebek kendi bedenini bilmez, bedeni  ile diğer eşyanın ayrımını dahi yapamaz. Bebeğin büyümesi , beynin gelişmesi yani beynin fonksiyonlarının gelişmesi ile birlikte onda bir ben bilinci hasıl olur. Önceden mevcut olan bir bilinç-ruh bedene gelmemiş , bedenin-beynin gelişimi ile onda bilinç hasıl olmuştur. Bunun yanında idealist görüşte ise, asıl olan bilinçtir. Bu bilinç, âlem, madde ve tüm varlık var olmadan önce ve ondan bağımsız olarak var idi. Burada, ontolojik delilin mantığı akla gelir. Ontolojik kuramın çıkışı ve kaynağı zihin yani bilinçtir, madde âlem ile bu dünyaya ait tecrübeler ile bir ilgisi yoktur. Bu varlık hiç var olmasa idi bile, bilinçte olan bu  doğrular kesindir.

Allah’ın varlığını kanıtlama yönünde ileri sürülmüş olan felsefî deliller, en genelde dedüktif (tümden gelimci) ve endüktif (tümevarımcı) diye ayrılabildiği gibi, apriori (önsel) ve aposteriori (sonsal) diye de ayrılmıştır. Önsel delillerin öncülleri, kavramsal ya da mantıksal gerçekliklerin önermeler biçiminde ifade edilmesine dayanır ki, burada dünya ile ilişkili herhangi bir tecrübe söz konusu değildir. Yani evren varolsun-olmasın veya nasıl olursa olsun, kesinlikle doğru olması gereken apriori gerçeklikler ve doğrular vardır. Meselâ, mantık ve matematiğin doğruları bu türdendir. İşte klasik ontolojik delil de mâhiyeti gereği, Allah’ın varlığını kanıtlama iddiasında bulunan tümdengelimli apriori bir delildir. İkinci tür olan aposteriori özellikli kanıtlar ise, herhangi bir şekilde veya deneye dayanan olguların ifadesinden yola çıkar. Kozmolojik karakterli ve tümevarımlı bütün kanıtlar, aposteriori özelliklidir.

Varlık delili de denen ontolojik kanıt, Allah’ın varlığını, iç-dış her türlü tecrübeyi terk ederek kanıtlama iddiasındadır ya da en genel ifadesiyle, vasıtasız bir bilinç olayının bir delil olarak formüle edilmesidir ki, bu haliyle apriori özelliklidir.

Baştan belirtelim ki, esasen Allah’ın varlığını ispat hususundaki bütün kanıtlar, sonuçta Allah’ın en yetkin en yüce ve kemâl sahibi (ekmel) varlık olduğunu ortaya koyacak ve bunu ısrarla vurgulayacaktır. Ancak “ekmel varlık” kavramı sadece ontolojik delilde çıkış noktası, öteki kanıtlarda bir sonuç önermesi halinde  ortaya konacaktır ki, bu da Allah’ın varlığının kanıtları ailesinde ontolojik kanıtın kuruluşu bakımından diğerlerinden bütünüyle ayrı bir yapıya sahip olduğunu gösterir.

Ontoloji terimi, Yunanca “Onto=Varlık, Var olan” gibi kavramları çıkış noktası alan ve Allah’ın varlığını yine Allah kavramının analizinden hareketle kanıtlamaya çalışan, dolayısıyla tümdengelimli özelliği bulunan ontolojik delil, teolog ve filozoflarda çeşitli biçimler almıştır.

Aşağıda mahiyeti ve eleştirisi verilecek olan  ontolojik kanıtın en genel anlamda dayandığı temel ilke, Allah’ın tarifinden hareketle, O’nun varolduğu fikrine ulaşmak ve böylece Allah’ın varlığına bir kanıt vücuda getirmektir. Önce delil , çok esaslı ve genel iki felsefî düşünceye dayanır.

a) Bir şeyin düşünce halindeki varlığına ait olan her şey , o şeyin gerçek varlığına da aittir. Ontolojik delili benimseyenler, Allah fikri içinde zorunlu olarak, zorunlu (vâcip) bir varlık (Allah) ın, varlığının bulunduğunu kabul ederler.

b) Her bakımdan daha az mükemmel olan, kendinden daha çok mükemmel olanın varlığını hatırlatır. Burada da ontolojik delili savunanlar, “bu alemdeki daha az yetkin ve  daha çok yetkin olan” şeyler zincirinin bize en yetkinin, daha mükemmeli düşünülemeyenin zorunlu olarak var olduğunu kabul ettirir” diye düşünürler ki, işte bu en mükemmel de Allah’tır.

Görüldüğü gibi ontolojik delil, varlıktaki “En Mükemmel” fikrine dayandırılmakta ve görünen alemdeki mükemmelliklerin, derece derece yükselen bir diyalektik ile bizi en mükemmele ulaştırdığı kabul edilmektedir. Kısaca burada, düşünceden Varlık’a ulaşılıyor, Allah’ın varlığı önce var kabul ediliyor, sonra da O, gerçek varlık alanında aranıyor. Buna göre, düşünce, kavram ve algılar, varlığın, var olanın kavram ve algıları oluyor. Yani varlık, kavram ve algılardan önce var diye kabul edilip, varlık olmazsa düşünce ve algıların da olamayacağı ifade ediliyor. Hatta bu düşünceye göre, en az gerçekliğe sahip olan hayaller bile, daha önceki gerçeklikleri –bunlar, ister olaylar ve görünüşler sahasında, ister görünmezler alanında olsun- düşünülmüş şeylere dayanır.

Sadece iman ile değil, Allah kavramının analizinden hareketle yani akıl yoluyla da Allah’ın varlığının kanıtlanabileceğini savunan Anselm’de ontolojik delilin genelde ikinci formu diye kabul edilen şekli şöyledir:

Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi şayet biz bir şeyin kavramını bir varlığa yükleyip bağlıyorsak, o varlık gerçek anlamda var demektir. Nitekim Anselm’e göre “Allah kavramı, kendisinden daha yetkini düşünülüp tasavvur edilemeyen varlıktır. Yani biz insanlarda böyle bir en yetkin, ekmel varlık fikri mevcuttur. Hatta böyle bir fikir, Allah’ın varlığını inkar edenlerde bile mevcuttur. Ancak bu kavram sadece zihinde bulunan yani reel olarak karşılığı bulunmayan bir kavram mıdır yoksa o, zihnin dışında da bir gerçekliğe sahip midir? Birinci durumu yani sadece zihinde varolduğunu kabul edersek, çıkmazla karşılaşırız. Zira Anselm’e göre, hem zihinde hem de reel olarak var olan şey, sadece zihinde var olandan daha yetkin olacaktır.”

Ontolojik delilin Yeniçağ başlarında Descartes tarafından yeniden ele alındığını, delil çevresindeki eleştiri ve tartışmaların da daha çok bu form üzerinde yapıldığını belirtmiştik. Descartes, rasyonalizmini ünlü şüpheciliği ve “Düşünüyorum öyleyse varım” şeklinde özetlenen Cogito’su ile temellendirirken ,sonra, düşüncede ve akılda Allah’ın varlığını bulduğu ontolojik kanıtını şöyle biçimlendirir:

Filozof önce kendisine ; “şimdi, eğer, herhangi bir şey fikrini sırf düşüncemden çıkarabilmemden, o şeye ait olduğunu açık ve seçik olarak tanıdığım her şeyin, gerçekten o şeye ait olduğu neticesi çıkıyorsa, aynı suretle ben de bundan Allah’ı kanıtlayan bir delil ve ispat çıkaramaz mıyım?” diye sorar ve şu cevabı verir : “Muhakkaktır ki, bende Allah, yani mutlak ve olgun bir varlık fikri, herhangi bir şekil ve sayının fikrinden daha az mevcut değildir...Zihnimde Allah’ın varlığı, hiç değilse, şimdiye kadar kabul ettiğim, ancak şekil ve sayılara ait matematik hakikâtler kadar olsun kesin addedilmelidir; gerçekte bu, ilk bakışta tamamıyla aşikâr olmasa ve bir safsata gibi görünse de...Varlık, Allah’ın özünden, tıpkı bir dik açılı üçgenin özünden, üç açısı toplamının iki dik açıya eşit olduğunu veyahut bir dağ fikrinden bir dere fikrinin ayrılmadığı gibi, ayrılmaz olduğunu apaçık görüyorum...Deresiz bir dağ fikrini idrak edemediğim gibi, varlıksız bir Allah’ı da idrak edemiyorum....Varolmanın bir olgunluk olduğunu tanıdıktan sonra, bu ilk ve mutlak varlığın gerçekten varolduğunu çıkarmam için bu zarûret kâfidir...Zira doğrusu, bu fikrin uydurulmuş veya icad edilmiş, sırf düşünceme bağlı bir şey değil, tersine gerçek ve değişmez bir tabiatın sureti olduğunu birçok tarzda tanıyorum. Çünkü, ilkin, yalnız Allah’tan başka, özüne (essence) zarûri olarak Varlık’a (existence) ait olan hiçbir şey idrak edemiyorum. Sonra aynı tarzda iki veya birçok Allah’ı idrak etmek de benim için imkânsızdır. Daha sonra, eğer şimdi varolan bir Allah farz edilirse, O’nun bundan önce bütün ezeliyetçe varolmuş olduğunu  ve gelecekte de ebediyyen varolacağını açıkça görüyorum...Allah’a gelince, eğer zihnim hiçbir peşin hükmün tesiri altında olmasaydı ve düşüncem de duyulur şeylerin hayalleriyle durmadan meşgûl olması yüzünden dalgın ve sapıtmış bulunmasaydı, şüphesiz O’ndan daha önce ve daha kolay bileceğim hiçbir şey mevcut olmayacaktı.”

Yine Descartes’e göre, Allah , Zâtı mevcudiyetini içeren yegâne varlıktır.

- Bir kavramın veya fikrin anlamını incelemek, nasıl oluyor da bize onun reel varlığı hakkında bir bilgi veriyor?

- Descartes’e göre bu soruya cevap vermek için, Allah ile diğer varlıkları ayırmak gerekir. Zira, bütün sonluların varlığı, kendilerinin dışındaki varlığa bağlıdır. Yani onlar “mümkün varlıklar”dır, onların yokluğunu düşünmek mantıksal bir çelişmeyi gerektirmez. Oysa Allah hakkında durum böyle değildir, çünkü ”Varlık” O’nun hakkında vazgeçilmez bir tanım unsuru olmaktadır. O nedenle Allah’ın yokluğunu düşünmek, mantıkî bir çelişki doğurur, çünkü O’nun varlığı zorunludur. Descartes’e göre ben Allah’ı düşündüğüm için O var değildir. Aksine Allah var olduğu için ben O’nu düşünüyorum. Zaten, Allah’ın “var olduğu” fikrini de benim zihnime, beni hiçbir zaman aldatmayan Allah koymuştur.

- Fakat, şâyet Allah’ın varlığı bu kadar açık ve seçikse, bu hususta niçin değişik düşünceler vardır?

- Buna cevap olarak Descartes’e göre; bazı açık-seçik gerçekler herkese açıktır. Bazıları ise çok ciddi ve derin düşünmeyi gerektirir. Eğer aklımızın gücü sınırsız olsaydı, her şey –Allah dahil-,açık-seçik bilinecekti. Bu nedenle Sonsuz’u (Allah) anlamak için çok derin düşünmek gerekir.
Kartezyanizmin en belirleyici ilkelerinden biri, esasen şeylerden fikirlere (ideler) değil, aksine idelerden şeylere gitmek olduğu bilinir. Buna göre; varlık yalnız özler (mânâlar) vasıtasıyla ve özlere verilmiştir. Meselâ, şayet Allah fikri bizde bulunmasaydı, O’nun gerçekten var olduğunu söyleyemezdik. Bu fikir bizde bulunduğuna göre, O’nun varlıkla ilişkisi var demektir. Nitekim Descartes bunu “Metafizik düşünceler” ‘inde (Beşinci Düşünce) kısaca; “Allah’ın varlığını, Allah fikrinden ayıramayacağımız için O, zorunlu olarak vardır.” biçiminde ifade etmişti.
Spinoza, ontolojik delili Ahlâk (Etika)’ ında konu edinir. Spinoza’ya göre, “Kendiliğinden var olan kendisiyle tasarlanan yani her ne olursa olsun, başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edindiğimiz şey cevher’dir...Cevher’in tabiatı var olmayı gerektirir...Allah’tan başka cevher olamaz ve tasarlanamaz...Var olan her şey Allah’ta vardır, başka hiçbir şey var değildir ve Allah’sız hiçbir şey tasarlanamaz.”
Spinoza’nın varlıkta içkin (mündemiç) olan “Cevher Olan Allah” ı görüldüğü üzere evren ile sanki özdeşleşiyor, yani Cevher-Allah ve tabiat aynı şey oluyor ve bu da tabiî olarak âlemin, Allah’ın sıfatlarının bir uzantısı olduğunu ifade eden Acozmist Panteizm, varolan her şeyin tüm âlemden ibaret olduğunu söyleyen Pan-Cosmist yorumlar ve ateist bir yaklaşım ile materyalist Monizm biçimindeki tartışmalara neden oluyor.

- Acosmist Panteizm tabirini açmanız mümkün mü ?

- Acosmist , yani kozmosu asıl varlık olarak görmeyen asıl varlık Allah’tır şeklindeki görüştür.

- Hocam bu , “Lâ mevcûde illallah “ demek olmuyor mu ?

- Tam anlamıyla “Lâ mevcûde illa Hu “ (Mevcûdat yoktur O vardır, O’ndan (Allah’tan başka mevcud yoktur) demektir.
Öncelikle bir kartezyen olan Leibniz’in görüşlerine gelince ; Leibniz’in Akıllı Ruh ve Tin adını verdiği kavramlar, bizi sıradan hayvanlardan ayıran, aklı ve ilimleri veren, Allah’ı ve ilimleri bize tanıtan zorunlu ilksiz gerçeklerin bilgisidir. Bu bilgi ve onun soyutlaması vasıtasıyladır ki biz, “Ben” denilen şeyi düşünüyoruz. Düşüncemizi kendimize çevirdiğimizde de, bizde sınırlı bulunanın, onda sınırsızlığını anlayarak Varlık’ı, Cevher’i, bileşik ve basiti, madde ile ilgili bulunmayan şeyleri, hatta Allah’ı düşünüyoruz. Görüldüğü gibi burada akla dayanan bilgimizin başlıca konularını ve Allah’ı tanıyıp bilmeyi bu düşünme faaliyeti vermektedir.
Leibniz’e göre, Descartes’in ontolojik kanıtının esasını oluşturan, “zihnimizde apriori olarak bulunan Allah tasavvuru” anlayışı, zihnimizin olabilirleri (mümkünleri) tasavvur edip düşünebildiği gibi, olamazları da tasavvur edebilme özelliği bakımından da yeterli değildir. Demek ki, söz konusu olan şey olabilir veya olamaz olduğuna göre, bu anlamda “doğru ya da yanlış idealar” bulunduğu savunulabilir. O nedenle böyle bir akıl yürütme yeterli görülemez. Yani bir şey üzerinde akıl yürütülünce o şeyin gerçekten de ideasına sahip olunduğu söylenemez. Zira biz ancak bir şeyin olabilirliğinden emin olduktan sonra, o şeyin ideasına sahip olduğumuzu söyleyebiliriz.
Kısaca Leibniz’e göre, Descartes’in delilinin bir ispat biçimi olduğu kabul edilebilir. Fakat bu, mâhiyeti itibarıyla kendisi kanıtlanmaya muhtaç olan bir hakikâte dayanan eksik bir ispattır. Sırf fikirler ve ideler üzerine dayanarak varlığa dair tam bir akıl yürütme mümkün değildir. Burada Descartes’in ispatı esasen bir varsayıma dayanıyor, bu da “benim zihnime tâbi olmayan değişmez mâhiyetlerin bulunduğu” düşüncesidir.
Descartes bunların, Allah’ın zihnine koyduğu fikirler olduğunu söyler. Leibniz ise, burada kanıtlamaya temel görevi yapan şeyin, kendisinin ispata muhtaç bulunduğunu belirtir.
Ontolojik delil söz konusu olunca önce, Anselm ve Descartes’in adlarının akla geldiği ve başta Kant ve çağdaş filozoflarca, kanıtın eleştirisinin, onlardaki biçimine yöneltildiği görülür. Gerçekten de ontolojik kanıt çok açık bir şekilde Anselm tarafından formüle edilip felsefe ve teoloji tarihine mal olmuştur. Ama delilin ilk çerçevesini İbn Sina’nın hazırladığını ve anılan iki batılı filozofun formüle yönünden belli ölçüde farklı bulunduğunu da belirtmeliyiz.
İbn Sina, varlık delilinde, önce bir şeyi var diye kabul edip sonra ona gerekli bir sıfat yüklemez, yani, Zorunlu Varlık’ın varlığını önce kabul edip, O’nun varlığını kanıtlamak için sonra varlık sıfatının ona gerekli bulunduğunu düşünmez. Çünkü, böyle bir durum, filozofumuzun Varlık-Mâhiyet ayrımı anlayışıyla uyuşmaz. İbn Sina’ya göre, şeyin akıldaki gerçekliği mâhiyeti; dış dünyadaki gerçekliği ise varlığıdır. Burada O, var olmayı, Zorunlu Varlık (Allah)’ ın sıfatı olarak değil, bizzat kendisi olarak belirler. Çünkü O’nun özü ve mâhiyeti Varlık’tan ibarettir. Bu demektir ki, önce zorunlu varlık düşünülüp ona gerekli sıfat verilmiyor, aksine önce Varlık gerçekleşip belirleniyor, sonra O’na Ulûhiyet ile ilgili nitelikler veriliyor. Mesela, Zorunlu Varlık’ın yetkinlik sıfatı ile varlık sıfatı arasında bir ayrılık düşünülmüyor, yani bu sıfat Varlık’ın kanıtı değil, varlıkta yetkinliği ifade eden bir nitelik oluyor. O nedenle ontolojik delil İbn Sina’da, anılan batılı iki filozofunkine göre önemli farklılık arz etmekte ve dolayısıyla, başta Kant olmak üzere delile yöneltilen eleştiriler, filozofumuzun Varlık Delili hakkında bütünüyle geçerli olmaktan uzak bulunmaktadır.

- İbn Sinâ için Panteist bir mantığı var diyebilir miyiz?

- Onu demeyelim. En sonda söylenecek bir sözdür bu.

- Yani Hocam “Burada O var olmayı, Zorunlu Varlık (Allah)’ ın sıfatı olarak değil, bizzat kendisi olarak belirler.” sözünü kastediyorum...

- Evet, netice itibariyle Vahdet-i Vücuttur bu, Panteizmdir. Meşşaî gelenekte Bir’den sudûr ettiği için bütün varlık, netice itiberiyle lastik gibi geriye doğru çevirdiğinizde Bir’de son bulur , bütün varlık Bir’de son bulur. Varlık, âlem, Allah’ın tezahüründen ibarettir , zuhurundan ibarettir, sudûrundan ibarettir. O zaman, varlık TEK’tir. Ama erken söylememek lazım bu sözü, sistem öğrenildikten sonra söylemek lazım.

- Sudûr pek mantıklı görünmüyor, siz ne dersiniz , feyezân halinde O’ndan zuhur ettiği söylenen bu varlık ile Allah’ın Zat’ı arasında kopukluk var gibi Meşşâî gelenekteki (Yunan felsefesinin İslam’a uyarlanmış şekli ) bu anlatımda...

- Tabiî, Platondan alınan malzeme , Aristo’dan alınan malzeme ve Yeni Eflatunculuk’tan alınan malzemelerle oluşturulmuş eklektik bir sistem, bizim İslam felsefesi . Kur’an , Aristo , Platon , Neo-Platonizm işte bu , dört tane unsur bir araya geliyor ve İslam akidesi, bunlarla beraber yepyeni bir sistem olmaya uğraşıyor. İslam filozoflarının yapmaya çalıştığı bu.

- Hocam, peki direkt Kur’an’dan çıkarılan bir sonuç, bir mana yok mudur, burada?

- İslam filozoflarının Kur’an ‘dan çıkardığı sonuç şudur : Zorunlu (vacip) Varlık, zorunsuz (mümkin) varlık ayrımını çıkarıyorlar, onu bir noktada alemdeki dualiteyi (Allah-Mahluk ayrımı) belirlemek için yapıyorlar. Zorunsuz olan varlık olmayabilirdi de...

- Az önce değindiğiniz Vahdet-i Vücut konusunda bir sorumuz olacaktı. Panteizm , bu görünen varlık , ayrı ayrı algılanan nesneler, tümü birden Allah’tır derken ; özellikle Vahdet-i Vücud teorisinin temel taşlarını koymuş olan Hallac-ı Mansur , Gazali ve Muhyiddin İbn-i Arabi’nin ifadelerinin özeti olan mânâ ise şudur: Alemin , varlığın bizim duyularımız ile algılayabildiğimiz yönü olduğu gibi, algılayamadığımız yönü de vardır. Bu algılanan (zâhir) ve algılanamayan (bâtın) tümü ile O Tek Allah’tır. Şimdi, gerek sizin de ifade ettiğiniz gibi Varlığın Tek’ e ircâ edilebilmesi , gerekse Kur’an’da bildirilen Allah’ın Ahadiyet özelliği itibariyle Allah’ın Varlığının sınırı olmayışı , sıfatlarının değil, meselâ bir iradesinin bir kudretinin sınırı olmaması değil - kaldı ki bunlar dahi tarihte sorun teşkil etmiş ve hala çözüme kavuşturulamamıştır - direkt olarak Kur’an’dan , Allah’ın Varlığının sınırı olmaması dolayısıyla , Vahdet-i Vücud anlayışına ulaşılmıyor mu?

- Kur’an ‘da Allah ve mahluk ayrımı (dualite) bulunmakla birlikte Vahdet-i Vücud , öyle hemen kolayca Kur’an’dan ayrılıp , göz ardı edilebilecek bir anlayış değildir. Varlığının sınırı olmayan Allah’ın , varlığının sınırının nerede bitip de orada kendinden ayrı, yaratılmış olan bir varlığın olduğu konusu, tahkik edilmesi gereken bir husustur.

http://afyuksel.com
1 Haziran 2000