(İsyan ve hayretin karışımı bir duygu sadece
Einstein ın ilmini şekillendirmekle kalmadı, aynı
zamanda onun manevi yolculuğunuda şekillendirdi ve
sonuçta inancını
belirledi.)
Einstein, konuşmayı
öğrenmekte oldukça yavaştı ve sonradan anlattığına
göre ailesi bu konuda oldukça kaygılanmış, hatta bir
doktora dahi danışmıştı. Evdeki bakıcı ona
‘’uyuşuk’’ demeye başlamıştı. Ne zaman bir söz
söylemek istese önce onu kendi kendine tekrar edip
en düzgün telaffuz şekline ulaşınca da açıktan
söylerdi.
Kızkardeşinin
ifadesine göre söyleceği söz ne kadar basit olursa
olsun her cümleyi kendi kendine tekrarlardı. Tabii,
ailesi için bu son derece endişe verici ve üzücü bir
durumdu.
Lisanla problemi o
kadar büyüktü ki çevresindekiler onun okula devam
edemeyeceğinden ve iyi bir eğitim alamayacağından korkuyorladı.
Bu şekilde yavaş
gelişmesi otoriteye karşı isyankar olmasına yol
açtı. Devam ettiği bir okuldan öğretmeni onu geri
yolladı, bir diğerinden ise ‘’bir işe yaramaz’ diye
atıldı. Bu özellikler Albert Einstein’ı her gittiği
okulda aklı dersten başka yerlerde olan okul
çocuklarının piri yaptı. Ama, kendisininde sonradan
ifade ettiği gibi onlarda Einstein’ın modern
zamanların en yaratıcı bilim dehası olmasına
yardımcı oldular.
Otoriteye karşı
gelmesi aldığı her bilgiyi sorgulamasına neden
oldu. Konuşma
yeteneğinin geç gelişmesi herkesin olağan kabul
edip üzerinde durmadığı günlük olayları çok iyi
gözlemlemesine neden oldu. Esrarengiz şeyler
üzerinde kafa yoracağına Einstein ortada açıkça
görünen şeyler üzerinde
düşündü.
‘’Kendi kendime bazı şeylerin nasıl olduğunu
sorduğum zaman bu oluşların içinde relativite
teorisinin olduğunu farkettim. Sıradan bir yetişkin
hiçbir zaman uzay ve zaman üzerinde kafasını yormaz,
bunlar genelde çocukken düşünülen konulardır, fakat
ben o kadar yavaş
geliştimki uzay ve zaman hakkında düşünmeye
başladığımda zaten bir yetişkin olmuştum. Bunun
sonucu olarak problemin içine sıradan bir çocuktan
daha fazla daldım.
Geriye dönüp
bakıldığında o dönemlerde hissettiği hayret, saygı
ve isyankarlık Einstein’ı bir ilim adamı olarak
çok ayrıcalıklı yaptı. Ancak,
daha
az bilinen bir
yönü ise bu iki özelliğin karışımının onun manevi
yolculuğunu ve inancını
şekillendirmesidir.
İsyan bölümü yaşantısının başlarında ailesinin
laikliğine karşı idi, daha sonraları ise dini ritüel
kavramlarına ve de kişilik sahibi bir tanrının
günlük olarak dünya işlerini yönetmesi kavramına
isyan etti. Hayret, ve saygı kısmı ise 50 li
yaşlardan sonra ortaya çıktı. Bu dönemde deizm
felsefesine (tanrının varlığına akılcı yoldan
inanmak) dayanan samimi inancının temeli ise
‘’evrenin kanunlarında açığa çıkan ruh ’’ ve
‘’varoluştaki ahenkte
kendini gösteren tanrı idi.
Einstein’ın hem anne
hemde baba tarafından dedeleri en azından iki yüz
yıldır yahudi tüccarlardı ve Almanya’nın güney
batısındaki Swabia’nın taşra köylerinde mütevazi bir
gelirle yaşamışlardı. Yeni gelen her nesil Alman
kültürüne daha fazla asimile olmuş ve bu kültürü
daha çok sever olmuşlardı. Kültürel birikim olarak
ve akrabalık içgüdüsü ile Yahudi idiler, ama dinle
ilgileri çok azdı.
Ailesinde sinagoga
giden bir kişi vardı o da agnostik olan (bu görüşe
göre insanın tanrıyı ve eşyanın gerçeğini öğrenmek
için yeterli bilgisi yoktur, bilemez) olan amcası
idi.Daha sonraki yıllarında Einstein, bu amcası ile
ilgili şu fıkrayı anlatırdı:-
Amcasına neden
Sinagoga gittiğini sorunca aldığı cevap ‘’Oh! Sen
bunu hiç bilemezsin’’ oldu. Öte yandan Einstein’ın
anne ve babasınında dinle hiçbir ilgisi yoktu.
Evlerinde koşer bulundurmazlar ve sinagoga
gitmezlerdi. Babası Hermann da bu Yahudi
rituellerine ‘’eski çağlardan kalan batıl inançlar’’
derdi.
Uzun lafın kısası
Albert 6 yaşına geldiğinde okula gitmek zorunda idi.
Ailesi için yakınlarda bir yahudi okulunun
bulunmayışı hiç de önemli değildi, bu nedenle evinin
yakınındaki büyük bir katolik okuluna gitti. 70
tane talebenin içindeki
tek yahudi o idi, ve
katolik dini ile ilgili standart dersleri aldı ve de
çok hoşlandı.
Ailesinin dinden uzak
olmasına rağmen, belki de sırf bu nedenle tepkisel
olarak, Einstein birdenbire musevi dinine merak
sardı. Öyle ki bütün musevi dini ritüellerini tüm
detayları ile uygular
oldu.
Domuz yemiyor, koşer
bulunduruyor ve Şabatın kurallarını uyguluyordu.
Hatta, kendi ilahilerini bile besteleyip okuldan eve
dönerken mırıldanıyordu.
Bu dönemde Einstein’ın
zekasının en büyük uyarıcısı her hafta onların
evinde yemek yiyen fakir bir öğrenci oldu. Eski bir
yahudi geleneğine göre Şabat yemeğini paylaşmak
üzere ihtiyacı olan dindar bir öğrenci eve davet
edilirdi. Ancak, Einstein ailesi bu gelenekte biraz
değişiklik yapmış ve din öğrencisi yerine ihtiyacı
olan bir tıp talebesini evlerine davet eder
olmuşlardı. Bu talebenin adı Max Talmud idi ve 21
yaşındaydı, Einstein ise 10.
Talmud Einstein’a fen
kitapları getiriyordu, bunların arasında çok popüler
bir seri olan Halkın kitapları serisinden ‘’Tabii
bilimler Serisi’’ de vardı. Einstein bu kitapları
bir çırpıda ve çok dikkatlice okuyordu. 21 ciltlik
bu seri Aaron Bernstein tarafından yazılmıştı ve
bioloji ile fizik arasındaki ilişkiyi vurguluyor,
dönemin Almanyasın da yapılan deneyleri anlatıyordu.
Talmud, Einstein’a
matematiğin harikalarını keşfetmekte de yardımcı
oldu. Okulda geometri derslerinin başlamasından iki
yıl önce ona geometri kitapları getirmeye başladı.
Her Perşembe akşamı Talmud geldiğinde, Einstein
bütün bir hafta içinde çözdüğü
problemleri ona
göstermekten büyük bir keyif alıyordu. Başlangıçta
Talmud ona yardım edebiliyordu, fakat bir süre sonra
talebesi onu geçti ve kendi ifadesine göre
‘’Geometri derslerine başladıktan kısa bir süre
sonra Einstein bütün kitabı çalışıp bitirdi ve onun
matematik dehası o kadar yüksekti ki ben onu takip
edemez olmuştum.’’.
Einstein’ın fen ve matematik ile karşılaşması onda
12 yaşında ani bir dönüşüm oluşturdu. Artık bar
mitzvah törenine hazırlanıyordu, ama aniden yahudi
dinininden vazgeçiverdi. Bu kararı almasında
Bernstein’ın kitaplarının herhalde rolü yoktu, çünkü
adı geçen yazar bilim ve din arasında çelişen
hiçbir
çelişki olmadığını savunuyordu.
Bernstein’ın düşüncesi ‘’İnsanların dine
eğilimlerinin sebebi onların içinde yaşayan pek
görünmeyen (bulanık, karanlıkta kalan) bir şuurdur.
Buna göre insanlarda dahil olmak üzere bütün tabiat
hiçbir şekilde
tesadüfen
meydana gelmiş bir oyun
olamaz,
aksine çok ciddi kanunların uygulandığı ve
tüm
yaradılmışların temel bir varoluş nedeni olduğunu
belirten bir olgudur.’’
Daha sonraları
Einstein da bu fikirleri benimsedi, ama o dönem için
radikal bir davranışla dini inacından uzaklaştı.
‘’Popüler bilim kitaplarını okudukça İncil de
anlatılan hikayelerin çoğunun doğru olamayacağına
inandım. Sonuçta çılgınca bir özgür düşünce ortaya
çıktı ve aynı zamanda gençliğinde kasıtlı olarak
devlet tarafından bu yalanlarla kandırılıyor olduğu
izlenimini edindim.’’ diyordu.
Einstein’ın, dindar
çocukluk döneminden beri tanrının aklı olarak
isimlendirdiği ahengin ve güzelliğin evrenin
yaratılışında ve kanunlarında ifade edildiğine
dair çok köklü bir inancı vardı.
Elli yaşına geldiği
zaman yazılarında, röportajlarında ve mektuplarında
daha net olarak gittikçe daha derinleşen tanrı ya
inancını, takdirini, hayranlığını açıklamaya
başladı. Ancak, tanrıyı kutsal bir kişi şeklinde
düşünmüyordu.
50 yaşına girdiği yıl
olan 1929 yılında bir gece Einstein’ın orta yaş
deistik inancı açığa çıktı. Karısı ile birlikte
Berlin de bir partide idiler ve orada bulunanlardan
biri astroloji ile çok ilgilendiğini söyledi.
Einstein, bu nosyonu tam bir batıl inanç olarak
nitelendirerek alay etti. Başka bir konuk ise dini
kötüleyerek dine inanmanın da tam bir batıl inanç
olduğunu söyledi.
İşte, tam bu sırada ev
sahibi duruma müdahale etti ve Einstein’ın dini
inançlarını koruduğunu söyledi. Bunu duyan konuk
böyle bir şeyin imkansız olduğunu söyleyerek
Einstein’a döndü ve ‘’Siz hakikaten dindarmısınız?’’
diye sordu. Einstein çok sakin bir şekilde
‘’Evet, öyle
diyebilirsiniz. Şayet sınırlı ve kısıtlı
imkanlarımızla tabiatın sırlarının içine girmeye
çalışırsanız bulacağınız şey bütün fark edilebilen
kanun ve bağlantıların arkasında son derece subtil,
dokunulamayan ve izah edilemeyen bir şey olduğunu
anlarsınız. İşte bu anladığımız her şeyin
ötesindeki güce saygı duymak benim dinim olarak
anlaşılabilir. Bu kapsamda düşününce ben gerçekten
dindarim.’’
Ellinci doğum gününden
sonra Einstein çok dikkat çekici bir röportaj verdi.
Bu röportajda o zamana kadar olduğundan çok fazla
bir şekilde dini hassasiyetlerini ortaya koydu.
Röportajı yapan George Sylvester Viereck, Almanya da
doğmuş, ama henüz çocukken Amerika ya gelmiş bir
erotik şiir yazarı idi. Aynı zamanda ünlü kişilerle
röportajlar yapıp baba vatanı için duyduğu kompleks
sevgiyi ifade ediyordu. Einstein, Viereck’in Yahudi
olduğunu düşünüyordu. Gerçekte, Viereck aile
secresini Kaiser’e kadar dayandırıyordu ve sonrada
II. Dünya Savaşı sırasında Nazi sempatizanı olarak
Alman propogandası yaptığı nedeniyle Amerika da
hapsedildi.
Viereck röportaja
Einstein’a kendisini Alman mı yoksa Yahudi olarakmı
gördüğünü sorarak başladı.
Einstein’ın cevabı
‘’Her ikiside mümkün, nasyonalizm bulaşıcı bir
çocuk hastalığı gibidir, kısaca insanlığın kızamık
hastalığıdır.’’
Yahudiler asimilasyon
yapmalımı?
-’Biz, Yahudiler özgün
davranışlarımızı uyum sağlamak adına feda
edebiliriz.
Ne ölçüde
hristiyanlıktan etkileniyorsunuz?
- Çocukken hem İncil
hem de Talmud eğitimi aldım. Ben Yahudiyim, ama
NAzaren’in parlayan figürü beni büyüledi.
Siz İsa nın tarihi
varlığını kabul ediyormusunuz?
-Evet, sorgusuz
sualsiz kabul ediyorum. Hiç kimse İncil de
anlatılanları İsa nın gerçek varlığını hissetmeden
okuyamaz. Onun kişiliği, sanki nabız atışı gibi
her kelimede hissedilir. Hiçbir efsanede böyle
bir yaşam yoktur.
-Tanrıya inanırmısınız?
-Ben bir ateist değilim ancak kendimi bir panteist
olarak da nitelendiremem. Buradaki sorun bizim
kısıtlı akıllarımızla algılayabileceğimizden çok
daha büyük. Biz, pek çok değişik lisanda ki kitapla
doldurulmuş bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk
gibiyiz. Çocuk bilir ki kütüphanedeki kitapları
biri yazmış, ama nasıl yazdığını bilemez.
Yazıldıkları dili de anlamaz. Çocuk, kitapların
sıralanmasında esrarengiz
bir düzen
olduğundan şüphe eder, ama ne olduğunu da bilemez.
İşte bu durum bana
göre en zeki
insanın dahi
tanrıyla
ilgili tutumunu
gösterir. Biz, evrenin muhteşem bir şekilde
düzenlendiğini ve belirli kanunlara uyduğunu
görmekteyiz, ancak bu kanunları çok bulanık bir
şekilde anlayabilmekteyiz.
-Bu, tanrı ile ilgili
bir musevi görüşümüdür?
- Ben bir
deterministim ve özgür iradeye inanmam. Museviler
ise özgür iradeye inanırlar ve bireyin yaşamını
kendisinin şekillendirdiğini düşünürler. Ben bu
doktrini red ederim. Bu açıdan ben Musevi değilim.
-Bu, Spinoza’nın
tanrısımıdır?
- Ben Spinoza’nın
panteizmine hayranım, ama daha da fazla onun modern
düşünceye olan katkılarına hayranım. Spinoza, ruh ve
bedeni tek bir olarak düşünen ve iki ayrı şey
olmadığını söyleyen ilk filozoftur.
-Ölümsüzlüğe
inanıyormusunuz? Hayır, tek bir hayat bana yeter.
Einstein, bütün bu
duygularını hem kendisi hem de ondan inancı ile
ilgili basit bir cevap bekleyenler için net olarak
anlatmaya çalıştı.
Dolayısıyla, 1930
yazında hem yelken sporu yapıp hem de derin
düşüncelere dalarken bir inanç formulü oluşturdu.
Bunun ismi ‘’Neye inanıyorum’’ idi ve bir insan
hakları grubu için banda alınmış sonradan da
basılmıştı. En sonunda da kendisini dindar olarak
tanımlarken ne demek istediğini belirtmişti:
‘’Bizim yaşayabileceğimiz en
güzel duygu esrarengizliktir. Bu duygu, gerçek sanat
ve bilimin beşiğinde ki en temel duygudur. Gerçek
sanat ve bilimin beşiğinde bu hissediş vardır. Bu
hissedişe yabancı olan her kişi, hayret ve merak
duymayan herkes bir ölü gibidir, söndürülmüş bir mum
gibidir.
Yaşanıp, tecrübe edilebilecek her şeyin arkasında
aklımızın alamayacağı bir şey olduğunu hissetmek, ve
bu şeyin güzelliği ve latifliğinin bize sadece
dolaylı olarak ulaştığını hissedebilmek işte bu
dindarlıktır. Evet, sadece bu noktada, evet ben
koyu bir dindarım....
İnsanlar bu metni çok
uyandırıcı buldular ve bu metin çok çeşitli dillere
tercüme edilerek defalarca basıldı, ancak ondan
Tanrı ya inanıp inanmadığı hakkında net bir cevap
bekleyen kişileri tatmin etmedi. Boston da Kardinal
William Henry O’Connell in bu konuda ki yorumu
şöyle idi ‘’ Zaman ve uzay hakkındaki bu şüpheli
spekülasyon ateizm e olan sempatisini saklayan bir
örtüdür.’’
New york’ tan musevi
bir haham ise doğrudan bir telgraf yolladı ve şöyle
dedi :-‘’Tanrı ya inanıyormusun? Stop. 50 kelime
lik cevap ücreti ödendi.Stop ‘’
Einstein cevabında
kendisine sağlanan bu kelimelerim yarısını kullandı.
Bu telgrafa verdiği
cevap sıklıkla kullandığı bir cevabın en meşhur
şekli oldu:- ‘’Ben, Spinoza nın kurallı bir ahenk
içinde tüm varoluşta kendisini gösteren tanrısına
inanıyorum, ama
insanlığın kaderi ve insanların yaptıkları ile
ilgilenen bir tanrıya inanmıyorum. ‘’
Bazı koyu dindar
museviler Spinoza nın Amsterdam Yahudi topluluğundan
bu görüşleri nedeni ile atıldığını ve aynı zamanda
Katolik kilisesi tarafından da mahkum edildiğini
söylediler. Bronx’ta yaşayan bir rahip şu yorumu
yaptı ‘’Cardinal, Einstein’ın teorisine hücum etmese
daha iyi olurdu. Einstein ise insanların kaderi ve
davranışları ile ilgilenen bir tanrıya inanmadığını
açıklamasa daha iyi ederdi. Her ikiside kendi
yetkilerinin dışında bir bilgi verdiler.’’
Ancak, Einstein bütün yaşamı boyunca ısrarla bir
ateist olduğunu red etti. Bir arkadaşına ‘’Tanrının
olmadığını söyleyen insanlar var, ama beni en çok
kızdıran şey kendi görüşlerini desteklemek için
benim sözlerimi kullanıyorlar’’ diye yakındı.
Einstein, Sigmund
Freud, Bertrand Russel veya George Bernard Show gibi
ünlülerin yaptığı şekilde tanrıya inananları hiçbir
zaman kötülemedi, ama onun yerine ateistleri
kötüledi. ‘’Beni
ateistlerden ayıran nokta kozmosun ahengiyle ilgili
olarak ulaşılamayan sırlar karşısında duyduğum büyük
huşudur ve tevazudur.’’
Gerçekte, Einstein
iftira atanları daha çok kritik ediyordu, çünkü
onlarda inançlı insanlara kıyasla tevazu ve hayret,
huşu duygusu yoktu’’ . Bir mektubunda ateistler
için şöyle demişti ‘’ Fanatik ateistler büyük
çabalar sonucu üstlerinden attıkları zincirlerinin
ağırlığını hissetmekte devam ediyorlar. Onlar,
geleneksel dine karşı çıkıp dini ‘’kitlelerin
uyuşturucusu’’ olarak nitelendirme çabasında
oldukları için evrenin müziğini duyamıyorlar.’’
Daha sonra Einstein
din ve bilim arasındaki ilişki ile görüşlerini bir
teoloji seminerinde açıkladı. ‘’Bilimin amacı
doğruyu tesbit etmektir, durumun ne olması gerektiği
hakkında insanların düşüncelerini ve davranışlarını
değerlendirmek değildir. Dinin görevi ise bunun
tam tersidir. Ancak, bu iki çaba zaman zaman
işbirliği yaptılar.
Bilim, sadece gerçeği
anlamak için çok özlem duyan kişiler tarafından
yaratılır. İşte bu hissedişin kaynağıda dinin
kapsamındadır.’’ Bu yorumlar gazetelerin birinci
sayfalarında yer aldı ve vardığı esas sonuç çok
meşhur oldu. ‘’Bu durum bir örnekle anlatılabilir:
‘’Bilim, din olmadan topaldır, din ise bilim
olmadan kördür.’’
Ancak bilimin kabul
edemeyeceği tek bir dini konsept vardı o da bilimin
yarattıkları ile uğraşan kaprisli bir tanrıyı kabul
etmesiydi. ‘’Bugün din ve bilim arasındaki en
önemli anlaşmazlık bir kişi gibi kabul edilen tanrı
kavramıdır.
Bilim adamlarının amacı gerçeği
yöneten değişmez
kanunları ortaya çıkarmak ve bunu
yaparken ilahi irade kavramının veya insan
iradesinin bu kozmik nedenselliğe aykırı
davranmasını red ederler.
Onun nedensel
determinizme inancı insanın özgür iradesi kavramı
ile uyuşmuyordu. Yahudi ve Hristiyan teologlar genel
olarak insanların davranışlarından sorumlu olduğunu
düşünmekteydiler. Tanrının herşeyi bilen ve en
güçlü olduğuna inanmalarına rağmen insanların İncil
de görüldüğü gibi serbestçe seçim hakkına ve
tanrının buyruklarına itaat etmemek hakkına sahip
olduğunu düşünüyorlardı.
Öte yandan Einstein da
Spinoza gibi bir insanın davranışlarınında bir
bilardo topunun, bir planetin veya yıldızınki gibi
belirlendiğini düşünüyordu. ‘’İnsanlar,
düşüncelerinde, duygularında ve davranışlarında
özgürdür ancak hareketlerinde nedensel olarak
bağımlıdırlar aynen yıldızlar gibi. ‘’ 1932 de
Einstein, Spinoza derneğinde böyle söylüyordu. Bu
fikre aynı zamanda ‘Schopenhauer’ın’’ yazılarından
da ulaşmıştı. ‘’Herkes sadece dış baskılarla değil,
ama içsel bir gereksinmeye göre de davranır. Bir
kişi istediği gibi davranabilir, ama istediği gibi
irade edemez. ‘’ Schopenhauer’ın
bu sözünün gençlik
yıllarından beri ona ciddi bir ilham verdiğini,
yaşamın güçlükleri karşısında hem kendisi hem de
başkaları için bu sözün sürekli bir teselli ve hiç
şaşmayan bir tolerans kaynağı olduğunu belirtmiştir.
Bu deterministik
görüşe Max Born gibi bazı arkadaşları da karşı
çıktı. Zira, görüşün insan ahlakının temelini hasır
altı ettiğini düşünüyor ve Einstein’a şöyle
yazıyordu ‘’Tamamen mekanik bir evrenle ahlaklı bir
insanın özgürlüğünü nasıl birleştirebiliyorsun merak
ediyorum. Bana göre deterministik bir dünya temelden
aykırı. Belki sen haklısın ve de dünya bu durumda.
Fakat şimdilerde fizikte ve dünyanın geri kalan
kısmında durum böyle değil.’’
Kuantum belirsizliği
Born’a bu ikilemden kaçmak imkanını verdi. O
dönemin bazı filozofları gibi ahlaki özgürlük ve
kesin doğa kanunları arasındaki ayrılığı çözmek için
kuantum mekaniğinin içeriğinde olan belirsizliğe
sarıldı.
Born, bu konuyu
karısı Hedwig’e de açtı. O da zaten Einstein la
konuşup tartışmaya çok istekli idi. Hedwig,
Einstein’a aynen
onun
gibi zar atan bir tanrı ya inanmadığını söyledi.
Yani, kocasının kabul ettiği ve quantum mekaniği ile
ortaya konan görüşü (evrenin olasılıklar ve
belirsizlikler üzerine kurulu olduğu görüşünü) red
etti. Fakat, Einstein’ın her şeyin önceden
belirlenmiş olduğunu söylediği her şeyin tümüyle
kanunlara bağlı olduğu kuralını da hafsalasının
almadığını söyledi. Bunu kabul etmenin tüm ahlaki
davranışların sonu olacağını belirtti.
Einstein ise özgür
iradeye yararlı, hatta uygar bir toplum için gerekli
birşey olarak bakılması gerektiğini ve
düşünülenlerin aksine bunun insanların kendi
davranışlarından sorumlu olmasını sağladığını
açıkladı. ‘’Ben,
sanki özgür irade varmış gibi yaşamaya zorlanıyorum,
çünkü eğer ben uygar bir toplumda yaşamak istiyorsam
sorumlu davranmak zorundayım.’’
Ayrıca, insanları
yaptıkları iyi ve kötü hareketlerden sorumlu
tutulabileceğini, çünkü bunun yaşamla ilgili hem
uygulanabilir hemde mantıklı bir yaklaşım olacağını,
ama herkesin
davranışının önceden belirlenmiş olduğunu da
söyledi. ‘’Biliyorumki bir katil işlediği cinayetten
sorumlu değildir, ama ben onunla oturup çay içmeyi
tercih etmem.’’
Einstein,insanlığa
yararlı olacak bir şekilde yaşamanın ahlakın
temelini teşkil ettiğini düşünüyordu ve bunun
bireyselliğin üzerine çıkması gerektiğini
söylüyordu.
Bu nedenle Amerika yı
Hitler i mağlup etmek için atom bombası yapmaya ikna
ettikten sonra kendini dünya barışına adadı ve bu
tip silahları kontrol etmek için çok çalıştı.
Savaş göçmenlerine yardım etmek için paralar
topladı, ırklar arası adaletin sağlanması için
uğraştı ve kamuoyunda McCarthy kurbanlarının yanında
yer aldı. Kendisi bu gezegende ki en meşhur
kişilerden biri olmasına rağmen espritüel, mütevazi,
basit, iyi huylu ve güleryüzlü bir kişi olarak
yaşadı.
Bazı kişiler için mucizeler tanrı nın varlığının bir
ispatıdır. Einstein için ise mucizelerin eksikliği
ilahi basireti yansıtmaktadır, çünkü zaten dünyanın
anlaşılabilir olması ve kanunlarla düzenlendiğini
anlamak hayret duymaya
yeter ve mucize
beklemeye gerek yoktur.
Walter Isaacson’un
‘’Einstein’’ isimli kitabından alıntıdır.