EINSTEIN ve İnancı

 
 
 

(İsyan ve hayretin  karışımı bir duygu sadece Einstein ın ilmini şekillendirmekle kalmadı, aynı zamanda onun manevi yolculuğunuda şekillendirdi ve sonuçta inancını belirledi.)

Einstein, konuşmayı öğrenmekte oldukça yavaştı ve sonradan anlattığına göre ailesi bu konuda oldukça kaygılanmış, hatta bir doktora dahi danışmıştı. Evdeki bakıcı ona ‘’uyuşuk’’ demeye başlamıştı.  Ne zaman bir söz söylemek istese önce onu kendi kendine tekrar edip en düzgün telaffuz şekline ulaşınca da açıktan söylerdi. 

Kızkardeşinin ifadesine göre söyleceği söz ne kadar basit olursa olsun her cümleyi kendi kendine tekrarlardı. Tabii, ailesi için bu son derece endişe verici ve üzücü bir durumdu.

Lisanla problemi o kadar büyüktü ki çevresindekiler onun okula devam edemeyeceğinden ve  iyi bir eğitim alamayacağından  korkuyorladı.

Bu şekilde  yavaş gelişmesi otoriteye karşı  isyankar olmasına yol açtı. Devam ettiği bir okuldan öğretmeni onu geri yolladı, bir diğerinden ise ‘’bir işe yaramaz’ diye atıldı. Bu özellikler Albert Einstein’ı her gittiği okulda aklı dersten başka yerlerde olan okul çocuklarının piri yaptı. Ama, kendisininde sonradan ifade ettiği gibi onlarda Einstein’ın modern zamanların en yaratıcı bilim dehası olmasına yardımcı oldular.

Otoriteye karşı gelmesi  aldığı her bilgiyi sorgulamasına neden oldu. Konuşma yeteneğinin geç gelişmesi  herkesin olağan  kabul edip üzerinde durmadığı günlük   olayları çok iyi gözlemlemesine neden oldu. Esrarengiz şeyler üzerinde kafa yoracağına Einstein ortada açıkça  görünen şeyler üzerinde düşündü.

‘’Kendi kendime bazı şeylerin nasıl olduğunu sorduğum zaman bu oluşların içinde relativite teorisinin olduğunu farkettim.  Sıradan bir yetişkin hiçbir zaman uzay ve zaman üzerinde kafasını yormaz, bunlar genelde  çocukken düşünülen konulardır, fakat ben o kadar yavaş geliştimki uzay ve zaman hakkında düşünmeye başladığımda zaten bir yetişkin olmuştum. Bunun sonucu olarak   problemin içine sıradan bir çocuktan daha fazla daldım.

Geriye dönüp bakıldığında  o dönemlerde hissettiği hayret, saygı  ve isyankarlık  Einstein’ı bir ilim adamı olarak çok ayrıcalıklı  yaptı.   Ancak, daha az bilinen  bir yönü ise bu iki özelliğin karışımının onun manevi yolculuğunu ve inancını şekillendirmesidir.  İsyan bölümü yaşantısının başlarında ailesinin laikliğine karşı idi, daha sonraları ise dini ritüel kavramlarına ve de  kişilik sahibi  bir tanrının günlük olarak dünya işlerini yönetmesi kavramına isyan etti.  Hayret, ve saygı kısmı ise 50 li yaşlardan sonra ortaya çıktı.  Bu dönemde deizm felsefesine (tanrının varlığına akılcı yoldan inanmak) dayanan samimi inancının temeli ise ‘’evrenin kanunlarında açığa çıkan ruh ’’ ve  ‘’varoluştaki ahenkte  kendini gösteren  tanrı idi.

Einstein’ın hem anne hemde baba tarafından dedeleri en azından iki yüz yıldır yahudi tüccarlardı ve Almanya’nın güney batısındaki Swabia’nın taşra köylerinde mütevazi bir gelirle yaşamışlardı.   Yeni gelen her nesil Alman kültürüne daha fazla asimile olmuş ve bu kültürü daha çok sever olmuşlardı.   Kültürel birikim olarak ve akrabalık  içgüdüsü ile Yahudi idiler, ama dinle ilgileri çok azdı.  

Ailesinde sinagoga giden bir kişi vardı o da agnostik olan (bu görüşe göre insanın tanrıyı ve eşyanın gerçeğini öğrenmek için yeterli bilgisi yoktur, bilemez) olan amcası idi.Daha sonraki yıllarında Einstein, bu amcası  ile ilgili  şu fıkrayı anlatırdı:-

Amcasına neden  Sinagoga gittiğini sorunca aldığı  cevap ‘’Oh! Sen bunu hiç bilemezsin’’ oldu.  Öte yandan Einstein’ın anne ve babasınında dinle hiçbir ilgisi yoktu. Evlerinde koşer bulundurmazlar ve sinagoga gitmezlerdi. Babası Hermann da bu Yahudi rituellerine ‘’eski çağlardan kalan batıl inançlar’’ derdi. 

Uzun lafın kısası Albert 6 yaşına geldiğinde okula gitmek zorunda idi. Ailesi için yakınlarda bir yahudi okulunun bulunmayışı hiç de önemli değildi, bu nedenle evinin yakınındaki büyük bir katolik okuluna gitti.  70 tane talebenin içindeki tek yahudi o idi, ve katolik dini ile ilgili standart dersleri aldı ve de çok hoşlandı.

Ailesinin dinden uzak olmasına rağmen, belki de sırf bu nedenle tepkisel olarak,  Einstein birdenbire  musevi dinine  merak sardı.  Öyle ki bütün musevi  dini ritüellerini tüm detayları ile uygular  oldu.   Domuz yemiyor, koşer bulunduruyor ve Şabatın kurallarını uyguluyordu. Hatta, kendi ilahilerini bile besteleyip okuldan eve dönerken mırıldanıyordu.

Bu dönemde Einstein’ın zekasının  en büyük uyarıcısı  her hafta onların evinde yemek yiyen fakir bir öğrenci oldu.  Eski bir yahudi geleneğine göre Şabat yemeğini paylaşmak üzere ihtiyacı olan dindar bir öğrenci eve davet edilirdi. Ancak, Einstein ailesi bu gelenekte biraz değişiklik yapmış ve din öğrencisi yerine ihtiyacı  olan  bir tıp talebesini evlerine davet eder olmuşlardı. Bu talebenin adı Max Talmud idi ve 21 yaşındaydı, Einstein ise 10.

Talmud Einstein’a fen kitapları getiriyordu, bunların arasında çok popüler bir seri olan Halkın kitapları serisinden ‘’Tabii bilimler Serisi’’ de vardı.   Einstein bu kitapları bir çırpıda ve çok dikkatlice okuyordu.   21 ciltlik bu seri Aaron Bernstein tarafından yazılmıştı ve bioloji ile fizik arasındaki ilişkiyi vurguluyor, dönemin Almanyasın da yapılan deneyleri anlatıyordu.

Talmud, Einstein’a matematiğin harikalarını keşfetmekte de yardımcı oldu. Okulda  geometri derslerinin başlamasından iki yıl önce ona geometri kitapları getirmeye başladı. Her Perşembe akşamı Talmud  geldiğinde, Einstein bütün bir hafta içinde çözdüğü problemleri ona göstermekten büyük bir keyif alıyordu. Başlangıçta Talmud ona yardım edebiliyordu, fakat bir süre sonra talebesi onu geçti ve kendi ifadesine göre ‘’Geometri derslerine başladıktan kısa bir süre sonra Einstein bütün kitabı çalışıp bitirdi ve onun matematik dehası o kadar yüksekti ki ben onu takip edemez olmuştum.’’.                                                                        

Einstein’ın  fen ve matematik ile karşılaşması onda 12 yaşında ani bir dönüşüm oluşturdu. Artık bar mitzvah törenine hazırlanıyordu, ama aniden yahudi dinininden vazgeçiverdi.  Bu kararı almasında Bernstein’ın kitaplarının herhalde rolü yoktu, çünkü adı geçen yazar bilim ve din arasında  çelişen hiçbir çelişki olmadığını savunuyordu.  Bernstein’ın düşüncesi  ‘’İnsanların dine eğilimlerinin sebebi onların içinde yaşayan pek görünmeyen (bulanık, karanlıkta kalan) bir şuurdur. Buna göre insanlarda dahil olmak üzere bütün tabiat hiçbir şekilde tesadüfen  meydana gelmiş bir oyun olamaz, aksine çok ciddi kanunların uygulandığı ve tüm yaradılmışların temel bir varoluş nedeni  olduğunu belirten bir olgudur.’’

Daha sonraları Einstein da bu fikirleri benimsedi, ama o dönem için  radikal bir davranışla dini inacından uzaklaştı.  ‘’Popüler bilim kitaplarını okudukça İncil de anlatılan hikayelerin çoğunun doğru olamayacağına inandım.   Sonuçta çılgınca bir özgür düşünce ortaya çıktı ve aynı zamanda gençliğinde  kasıtlı olarak devlet tarafından bu yalanlarla kandırılıyor olduğu izlenimini edindim.’’ diyordu.

Einstein’ın, dindar çocukluk döneminden beri tanrının  aklı olarak isimlendirdiği ahengin ve  güzelliğin evrenin yaratılışında ve  kanunlarında ifade edildiğine  dair çok köklü bir inancı vardı.

Elli yaşına geldiği zaman yazılarında, röportajlarında ve mektuplarında daha net olarak gittikçe daha derinleşen tanrı ya inancını, takdirini, hayranlığını açıklamaya  başladı.  Ancak, tanrıyı kutsal bir kişi şeklinde  düşünmüyordu.

50 yaşına girdiği yıl olan 1929  yılında bir gece Einstein’ın orta yaş deistik inancı açığa çıktı.  Karısı ile birlikte Berlin de bir partide idiler ve orada bulunanlardan biri astroloji ile çok ilgilendiğini söyledi.  Einstein, bu nosyonu tam bir batıl inanç olarak nitelendirerek alay etti.  Başka bir konuk ise dini kötüleyerek  dine inanmanın da tam bir batıl inanç olduğunu söyledi.

İşte, tam bu sırada ev sahibi duruma müdahale etti ve Einstein’ın dini inançlarını koruduğunu  söyledi.  Bunu duyan konuk böyle bir şeyin imkansız olduğunu söyleyerek Einstein’a döndü ve ‘’Siz hakikaten dindarmısınız?’’ diye sordu.  Einstein çok sakin bir şekilde ‘’Evet, öyle diyebilirsiniz. Şayet sınırlı ve kısıtlı imkanlarımızla tabiatın sırlarının içine girmeye çalışırsanız bulacağınız şey bütün fark edilebilen  kanun ve bağlantıların arkasında son derece subtil, dokunulamayan ve izah edilemeyen bir şey olduğunu anlarsınız.  İşte bu anladığımız her şeyin ötesindeki  güce saygı duymak  benim dinim olarak anlaşılabilir.  Bu kapsamda  düşününce ben gerçekten dindarim.’’

Ellinci doğum gününden sonra Einstein çok dikkat çekici bir röportaj verdi. Bu röportajda o zamana kadar olduğundan çok fazla bir şekilde dini hassasiyetlerini ortaya koydu.   Röportajı yapan George Sylvester Viereck, Almanya da doğmuş, ama henüz çocukken Amerika ya gelmiş bir erotik şiir yazarı idi.  Aynı zamanda ünlü kişilerle röportajlar yapıp baba vatanı için duyduğu kompleks sevgiyi ifade ediyordu. Einstein, Viereck’in  Yahudi olduğunu düşünüyordu. Gerçekte, Viereck aile secresini Kaiser’e kadar dayandırıyordu  ve sonrada II. Dünya Savaşı sırasında  Nazi sempatizanı olarak Alman propogandası yaptığı nedeniyle Amerika da hapsedildi.

Viereck röportaja Einstein’a kendisini Alman mı yoksa Yahudi olarakmı gördüğünü sorarak başladı.  

Einstein’ın cevabı ‘’Her ikiside mümkün, nasyonalizm bulaşıcı  bir çocuk hastalığı gibidir, kısaca  insanlığın kızamık hastalığıdır.’’

Yahudiler asimilasyon yapmalımı?

-’Biz, Yahudiler özgün davranışlarımızı  uyum sağlamak adına feda edebiliriz.

Ne ölçüde hristiyanlıktan etkileniyorsunuz?

- Çocukken hem İncil hem de Talmud eğitimi aldım. Ben Yahudiyim, ama NAzaren’in parlayan figürü beni büyüledi.

Siz İsa nın tarihi varlığını kabul ediyormusunuz? 

-Evet, sorgusuz sualsiz kabul ediyorum.  Hiç kimse İncil de anlatılanları  İsa nın gerçek varlığını hissetmeden okuyamaz.  Onun kişiliği, sanki nabız atışı gibi  her kelimede  hissedilir.  Hiçbir efsanede böyle bir yaşam yoktur.

-Tanrıya inanırmısınız? 

-Ben bir ateist değilim ancak kendimi bir panteist olarak da nitelendiremem.   Buradaki sorun bizim kısıtlı akıllarımızla algılayabileceğimizden çok daha büyük.  Biz, pek çok değişik lisanda ki kitapla doldurulmuş bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk gibiyiz.  Çocuk bilir ki kütüphanedeki kitapları biri yazmış, ama nasıl yazdığını bilemez. Yazıldıkları dili de anlamaz. Çocuk, kitapların sıralanmasında esrarengiz bir  düzen olduğundan şüphe eder, ama ne olduğunu da bilemez. İşte bu durum bana göre en zeki insanın dahi tanrıyla ilgili tutumunu gösterir. Biz, evrenin muhteşem bir şekilde düzenlendiğini ve  belirli kanunlara uyduğunu görmekteyiz, ancak bu kanunları çok bulanık  bir şekilde anlayabilmekteyiz.

-Bu, tanrı ile ilgili bir musevi görüşümüdür?

- Ben bir deterministim ve özgür iradeye inanmam. Museviler ise özgür iradeye inanırlar ve  bireyin yaşamını kendisinin şekillendirdiğini düşünürler. Ben bu doktrini red ederim. Bu açıdan ben Musevi değilim.

-Bu, Spinoza’nın tanrısımıdır?

- Ben Spinoza’nın panteizmine hayranım, ama daha da fazla onun modern düşünceye olan katkılarına hayranım. Spinoza, ruh ve bedeni tek bir olarak düşünen ve iki ayrı şey olmadığını söyleyen  ilk filozoftur.

-Ölümsüzlüğe inanıyormusunuz? Hayır, tek bir hayat bana yeter.

Einstein, bütün bu duygularını hem kendisi hem de ondan inancı ile ilgili basit bir cevap bekleyenler için net olarak anlatmaya çalıştı.  Dolayısıyla, 1930 yazında hem  yelken sporu yapıp hem de derin düşüncelere dalarken bir inanç formulü oluşturdu.   Bunun ismi ‘’Neye inanıyorum’’ idi ve bir insan hakları grubu için banda alınmış  sonradan da basılmıştı. En sonunda da kendisini dindar olarak tanımlarken ne demek istediğini belirtmişti:  ‘’Bizim yaşayabileceğimiz  en güzel duygu esrarengizliktir. Bu duygu, gerçek sanat ve bilimin beşiğinde ki en temel duygudur. Gerçek sanat ve bilimin beşiğinde bu hissediş vardır.  Bu hissedişe yabancı olan her kişi, hayret ve merak duymayan herkes bir ölü gibidir, söndürülmüş bir mum gibidir.

Yaşanıp, tecrübe edilebilecek her şeyin arkasında aklımızın alamayacağı bir şey olduğunu hissetmek, ve bu şeyin güzelliği ve latifliğinin bize sadece dolaylı olarak ulaştığını hissedebilmek işte bu dindarlıktır.  Evet, sadece bu noktada, evet ben koyu  bir dindarım.... 

İnsanlar bu metni çok  uyandırıcı buldular ve bu metin çok çeşitli dillere tercüme edilerek defalarca basıldı, ancak ondan Tanrı ya inanıp inanmadığı hakkında net bir cevap bekleyen kişileri tatmin etmedi.  Boston da Kardinal William Henry O’Connell in bu konuda ki yorumu  şöyle idi ‘’ Zaman ve uzay hakkındaki bu şüpheli  spekülasyon  ateizm e olan sempatisini saklayan bir örtüdür.’’

New york’ tan musevi bir haham ise doğrudan bir telgraf yolladı ve şöyle dedi :-‘’Tanrı ya inanıyormusun? Stop.  50 kelime lik cevap ücreti ödendi.Stop ‘’

Einstein cevabında kendisine sağlanan bu kelimelerim yarısını kullandı.  

Bu telgrafa verdiği cevap sıklıkla kullandığı bir cevabın en meşhur şekli oldu:- ‘’Ben, Spinoza nın kurallı bir ahenk içinde tüm varoluşta kendisini gösteren tanrısına inanıyorum, ama insanlığın  kaderi ve insanların yaptıkları ile ilgilenen bir tanrıya inanmıyorum. ‘’

Bazı koyu dindar museviler Spinoza nın Amsterdam Yahudi topluluğundan bu görüşleri nedeni ile atıldığını ve aynı  zamanda Katolik kilisesi tarafından da mahkum edildiğini söylediler.   Bronx’ta  yaşayan bir rahip şu yorumu yaptı ‘’Cardinal, Einstein’ın teorisine hücum etmese daha iyi olurdu. Einstein ise insanların kaderi ve davranışları ile ilgilenen bir  tanrıya inanmadığını açıklamasa daha iyi ederdi. Her ikiside kendi yetkilerinin  dışında bir bilgi verdiler.’’

Ancak, Einstein bütün yaşamı boyunca ısrarla bir ateist olduğunu red etti. Bir arkadaşına ‘’Tanrının olmadığını söyleyen insanlar var, ama beni en çok kızdıran şey kendi görüşlerini desteklemek için benim sözlerimi kullanıyorlar’’ diye yakındı.

Einstein,  Sigmund Freud, Bertrand Russel veya George Bernard Show gibi ünlülerin yaptığı şekilde  tanrıya inananları hiçbir zaman kötülemedi, ama onun yerine ateistleri kötüledi.   ‘’Beni ateistlerden ayıran nokta kozmosun ahengiyle ilgili olarak ulaşılamayan sırlar karşısında duyduğum büyük huşudur ve tevazudur.’’

Gerçekte, Einstein iftira atanları  daha çok kritik ediyordu, çünkü onlarda inançlı insanlara kıyasla  tevazu ve hayret, huşu duygusu yoktu’’ .  Bir mektubunda ateistler için şöyle demişti ‘’ Fanatik ateistler büyük çabalar sonucu üstlerinden attıkları zincirlerinin ağırlığını hissetmekte devam ediyorlar.  Onlar, geleneksel dine karşı çıkıp dini ‘’kitlelerin uyuşturucusu’’ olarak nitelendirme çabasında oldukları için evrenin müziğini duyamıyorlar.’’ 

Daha sonra Einstein din ve bilim arasındaki ilişki ile görüşlerini bir teoloji seminerinde açıkladı.  ‘’Bilimin amacı doğruyu tesbit etmektir, durumun ne olması gerektiği hakkında  insanların düşüncelerini ve davranışlarını  değerlendirmek değildir. Dinin görevi  ise bunun tam tersidir.  Ancak, bu iki çaba zaman zaman işbirliği yaptılar.

Bilim, sadece gerçeği anlamak için  çok özlem duyan   kişiler tarafından yaratılır.  İşte bu hissedişin kaynağıda dinin kapsamındadır.’’ Bu yorumlar gazetelerin birinci sayfalarında yer aldı ve vardığı esas sonuç  çok meşhur oldu.  ‘’Bu durum bir örnekle anlatılabilir:  ‘’Bilim, din olmadan topaldır, din ise bilim olmadan kördür.’’

Ancak bilimin kabul edemeyeceği tek bir dini konsept vardı o da bilimin  yarattıkları ile uğraşan kaprisli bir tanrıyı kabul etmesiydi. ‘’Bugün  din ve bilim arasındaki  en önemli anlaşmazlık bir kişi gibi kabul edilen tanrı kavramıdır.   Bilim adamlarının amacı gerçeği yöneten  değişmez  kanunları ortaya çıkarmak ve bunu yaparken ilahi irade kavramının veya insan iradesinin bu kozmik nedenselliğe aykırı davranmasını red ederler.

Onun nedensel determinizme inancı insanın özgür iradesi kavramı ile uyuşmuyordu. Yahudi ve Hristiyan teologlar genel olarak insanların davranışlarından sorumlu olduğunu düşünmekteydiler.  Tanrının herşeyi bilen ve en güçlü olduğuna inanmalarına rağmen  insanların İncil de görüldüğü gibi serbestçe seçim hakkına ve tanrının buyruklarına itaat etmemek hakkına   sahip olduğunu düşünüyorlardı.

Öte yandan Einstein da Spinoza gibi bir insanın davranışlarınında bir bilardo topunun, bir planetin veya yıldızınki gibi belirlendiğini düşünüyordu. ‘’İnsanlar, düşüncelerinde, duygularında ve davranışlarında özgürdür ancak hareketlerinde nedensel olarak bağımlıdırlar aynen yıldızlar gibi. ‘’ 1932 de Einstein, Spinoza derneğinde böyle söylüyordu. Bu fikre  aynı zamanda ‘Schopenhauer’ın’’ yazılarından da ulaşmıştı.  ‘’Herkes sadece dış baskılarla değil, ama içsel bir gereksinmeye göre de  davranır. Bir kişi istediği gibi davranabilir, ama istediği gibi irade edemez. ‘’ Schopenhauer’ın bu sözünün gençlik yıllarından beri ona ciddi bir ilham verdiğini, yaşamın güçlükleri karşısında hem kendisi hem de başkaları için bu sözün sürekli bir teselli  ve hiç şaşmayan bir tolerans kaynağı olduğunu belirtmiştir.

Bu deterministik görüşe Max Born gibi bazı arkadaşları da karşı çıktı. Zira, görüşün  insan ahlakının temelini hasır altı ettiğini  düşünüyor ve Einstein’a şöyle yazıyordu ‘’Tamamen mekanik bir evrenle ahlaklı bir insanın özgürlüğünü nasıl birleştirebiliyorsun merak ediyorum. Bana göre deterministik bir dünya temelden aykırı. Belki sen haklısın ve de dünya bu durumda. Fakat şimdilerde fizikte ve dünyanın geri kalan kısmında durum böyle değil.’’

Kuantum belirsizliği Born’a  bu ikilemden  kaçmak imkanını verdi. O dönemin bazı filozofları gibi ahlaki özgürlük ve kesin doğa kanunları arasındaki ayrılığı çözmek için kuantum mekaniğinin içeriğinde olan belirsizliğe sarıldı.

Born, bu  konuyu karısı Hedwig’e de açtı. O da zaten Einstein la konuşup tartışmaya çok istekli idi.   Hedwig, Einstein’a aynen onun gibi zar atan bir tanrı ya inanmadığını söyledi.  Yani, kocasının kabul ettiği ve quantum mekaniği ile ortaya konan  görüşü (evrenin olasılıklar ve belirsizlikler üzerine kurulu olduğu görüşünü) red etti. Fakat, Einstein’ın her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu söylediği her şeyin tümüyle kanunlara bağlı olduğu kuralını da hafsalasının almadığını  söyledi.  Bunu kabul etmenin tüm ahlaki davranışların sonu olacağını belirtti.

Einstein ise özgür iradeye yararlı, hatta uygar bir toplum için gerekli birşey olarak bakılması gerektiğini ve düşünülenlerin aksine bunun insanların kendi davranışlarından sorumlu olmasını sağladığını açıkladı.  ‘’Ben, sanki özgür irade varmış gibi yaşamaya zorlanıyorum, çünkü eğer ben uygar bir toplumda yaşamak istiyorsam  sorumlu davranmak zorundayım.’’  

Ayrıca, insanları yaptıkları iyi ve kötü hareketlerden sorumlu tutulabileceğini, çünkü bunun yaşamla ilgili hem uygulanabilir hemde mantıklı bir yaklaşım olacağını, ama  herkesin davranışının önceden belirlenmiş olduğunu da söyledi. ‘’Biliyorumki bir katil işlediği cinayetten sorumlu değildir, ama ben onunla oturup çay içmeyi tercih etmem.’’

Einstein,insanlığa yararlı olacak bir şekilde yaşamanın ahlakın temelini teşkil ettiğini düşünüyordu ve bunun bireyselliğin üzerine çıkması gerektiğini söylüyordu.

Bu nedenle Amerika yı Hitler i mağlup etmek için atom bombası yapmaya ikna ettikten sonra kendini dünya barışına adadı ve bu tip silahları kontrol etmek için çok çalıştı.   Savaş göçmenlerine yardım etmek için paralar topladı, ırklar arası adaletin sağlanması  için uğraştı ve kamuoyunda McCarthy kurbanlarının yanında yer aldı.  Kendisi bu gezegende ki en meşhur kişilerden biri olmasına rağmen espritüel, mütevazi, basit, iyi huylu ve güleryüzlü bir kişi olarak  yaşadı.

Bazı kişiler için mucizeler tanrı nın varlığının bir ispatıdır.  Einstein için ise mucizelerin eksikliği ilahi basireti yansıtmaktadır, çünkü zaten dünyanın anlaşılabilir olması ve kanunlarla düzenlendiğini anlamak  hayret  duymaya yeter ve mucize beklemeye gerek yoktur.

Walter Isaacson’un ‘’Einstein’’ isimli kitabından alıntıdır.

 

 

 
 
İstanbul - 11.12.2007
 http://sufizmveinsan.com