ÖNSÖZ
İnsan genomu projesi
tamamlanmış, DNA’nın şifresi birkaç yıl önce tamamen
çözülmüştür. İnsan bedeninin taslak projesini okuyabilmek için
gerekli tüm araç ve becerilere artık sahibiz. Önceleri, genetik
kodun deşifre edilmesinin yaşamın gizini çözeceğine inanmıştık.
Oysa yaşam o kadar basit değilmiş; bunu gün geçtikçe daha iyi
anlıyoruz. Üzerinde çalıştıkça, tek bir hücrenin bile ne denli
karmaşık bir yapı olduğunun farkına varıyoruz. Kırk yıldan uzun
bir süredir yaşam bilimle uğraşıyorum. Bu sürenin yarısı genetik
araştırmalara adanmıştır.
Elinizdeki kitabın hedefi;
genlerle ilgili araştırmaların hem kapsam hem süreç olarak bende
uyandırdığı şaşkınlık ve merakı, bana verdiği coşkuyu sizlere
aktarmak ve böyle bir anlayışı kendi yaşantınıza nasıl
uyarlayabileceğinizi anlatmaktır.
Sizinle paylaşmak istediğim
belli başlı iki nokta var. Bunlardan ilki;
genlerimizin değişmez olmayıp, çeşitli etkenlere göre
değişebildikleri gibi kayda değer bir keşif. Dünyada
eksikliklerinden, örneğin spora yetenekleri olmamasından ötürü
anne ve babalarını suçlayan kim bilir kaç insan vardır?
Kalıtımın bireysel özellik ve yetenekleri etkilediği doğrudur
ama, özelliklerin genetik olarak aktarılabilmelerine karşın,
genlerin işlevlerini değiştirebilen “açma/kapama”
anahtarlarına sâhip oldukları da bir gerçektir.
Araştırma yaparken ve
yaşarken gözlediğim kadarıyla, farklı bir çevreye girmek iyi
genleri harekete geçirmekte ve insanın içindeki gizil gücü
serbest bırakmaktadır. Araştırmalar, düşünce tarzımızın
genlerimizi harekete geçirebileceğini göstermektedir.
Kitapta ikinci olarak;
bir bilim insanının etrafımızdaki bunca harika şeyi mümkün
kılanın ne olduğu hakkındaki görüşleri ortaya konmaktadır.
Hayatımın çalışmasının odak noktası, hipertansiyonu yöneten
enzim-hormon sistemi ve bu sistemle ilgili genler olmuştur.
Ancak, birçok yetenekli bilim insanının yaklaşık yüz yıldır
yürütmekte olduğu kapsamlı araştırmalara rağmen, sırf bu konuda
bile hâlâ bilinmeyen pek çok şey vardır.
Dünyamızın ahenginin
arkasında daha “büyük” bir şey olmalıdır. Birçokları bu kavramı
“Tanrı” sözcüğüyle tanımlamayı tercih ederler. Bir bilim
insanı olarak ben, onu “Büyük bir şey” olarak
adlandırıyorum. Gözle görülemez ve diğer duyularımızla da
kolayca algılanamaz olmasına karşın, yaşam bilimleri alanında
çalıştığım için ben onun varlığının kuvvetle farkındayım.
Genetik şifrenin kırılması gerçekten de olağanüstü bir becerinin
sergilenmesidir ama, daha olağanüstü bir şey varsa o da bu
şifrenin genlerimizde yazılı olduğudur. Biliyoruz ki yazan biz
değiliz, ama bu şifre rasgele yazılmış bir şey de değildir.
Bilinmezi bilmeye,
anlaşılmazı anlamaya çabalamak insanın doğasında vardır. “Yeni
ne var?” sorusu; bilim insanın, evrimleşmenin bilimin kaderi
olduğunu anlatan bitmeyen nakaratıdır. Doğamızda var olan bu
merak etme hali değişime uğramadığı sürece, bilim de ilerlemeye
devam edecektir.
İnsan klonları meselesinde
tartışma yaratan temel nokta; teknoloji değil, insanın
açgözlülüğüdür. İşi nereye kadar götürmeliyiz? Sâdece
istediğiniz için kendinizin bir kopyasını yaratmanız, ahlaka
uygun bir davranış mıdır? Bilim ve teknoloji bunu mümkün
kılmaktadır ancak, kararı verecek olan insandır ve bu karar
bencilce çıkarlara dayanabilmektedir.
Bundan yirmi yıl önce olumlu
düşüncelerin genleri harekete geçirebileceklerini söyleme
cesaretini gösterseydim; “bilimsel olmadığım” için
şiddetle eleştirilirdim. Ama, zihinsel güç üzerindeki
görüşlerimi paylaşan bilim insanlarının sayısı giderek
artmaktadır.
Zihnin beden sağlığıyla
ilişkisi olmadığı gibi yanlış bir algılamaya son vermek
zorundayız.
Japonca’sı 200.000’in üzerinde satmış olan bu kitabın
İngilizce’sini okuyacakların düşüncelerini sabırsızlıkla
bekliyorum.
Kazuo Murakami
GİRİŞ
“Gen”lerin ne olduğu
konusunda eskilere dayanan bir fikrimiz olmakla birlikte,
aslında onlar hakkında pek az şey bilmekteyiz. “Kalıtsal”
terimi, bundan 20-30 yıl öncesine kadar, “kader” ya da
“alınyazısı” ile neredeyse eş anlamlıydı. Bir kuşaktan diğerine
aktarılan özellikler değiştirilemez olarak görülmekteydi. “Bu
kalıtsal bir durum, yapabileceğiniz hiçbir şey yok” şeklinde
cümleler, kaçınılmaz olana karşı savaşmanın ne kadar beyhude
olduğunun ifadesiydi. Örneğin, insanlar; müzik konusunda
yetenekli anne babalardan doğan çocuğa da aynı yeteneğin
bahşedilmiş olacağını, şeker hastası bir ana-babanın
çocuklarının bu hastalığa yakalanma riskinin yüksek olduğunu var
sayıyorlardı.
Ruhsal travmaların genlerimiz
üzerindeki etkileri-diğer bir deyişle, gen ve zihin arasındaki
bağlantı-ilgi çekmeye başladı ve bu ilgi gelecekte de sürecek.
Etrafımızdaki dünyada olup
biten sayısız olay böyle bir bağlantının varlığına işaret
etmektedir. Örneğin, yaşanan ağır bir şok, kişinin saçlarını bir
günde ağartabilmektedir. Bunun aksi bir örnek de, kanser
hastalığının son döneminde olan ve birkaç ay ancak
yaşayabileceği düşünülen bir kişinin altı ay, bir yıl, belki de
uzun yıllar boyu yaşayabilmesidir. Ömründe hiç sigara içmemiş
bir insan akciğer kanserine yakalanabilmekte, öte yandan günde
yüz tane sigara için bir kişi son derece sağlıklı
olabilmektedir. Çok fazla tuz almak tansiyon yüksekliğine yol
açar, oysa tuzlu yiyecekleri seven bir kişinin kan basıncı gayet
normal seyredebilmektedir.
Eğer bilgi birikimi daha iyi
bir hayat sürmemize katkıda bulunuyorsa, bundan şimdi
yararlanmalıyız. Bu kitabı yazarken kafamda olan amaç buydu;
genlerle ilgili çalışmalarımdan öğrendiğim faydalı ve büyüleyici
bilgileri sizinle paylaşmak istedim.
Genetik şifre mucizesi
Genler, hücre bölünmesini ve
belirleyici özelliklerin ana babadan çocuğa aktarımını
sağlamalarına ek olarak; çok daha dolaysız işlevleri hiç
durmaksızın yerine getirirler. Örneğin, beyinde biriken dile
ilişkin bilgileri su yüzüne çıkarmakta son derece önemli bir rol
oynayan genlerimiz olmasaydı, konuşamazdık. Eşyaları kaldırmak,
piyano çalmak ya da herhangi bir eylemi yapabilmek için onların
aracılığı gerekir. Domuz ya da dana eti yediğimizde bu
hayvanlara dönüşmememizi de genlere borçluyuz. Genler, gündelik
hayatımızın tahmin ettiğimizden de fazla içindedir.
Bir çocuk için yetmiş trilyon
gen kombinasyonu olasılığı vardır. Dolayısıyla, güzel bir
kadınla zeki bir adamın evliliğinden her zaman yakışıklı bir
dahi doğmaz. Bir zamanlar, kendisinin güzelliğini ve yazarın
zekasını alacak bir çocuk sahibi olmak isteyen güzel bir
aktristin, George Bernard Shaw’a evlenme teklif ettiği
söylentisi meşhurdu. Alaycılığıyla tanınan oyun yazarı teklife,
“Ya çocuğumuz sizin beyninizle benim görünüşümü alırsa?”
diye cevap vermişti.
Yaşam bilimleri alanında
yaşamın gizlerini birer birer çözmemize olanak veren önemli
ilerlemeler kaydedilmiştir. Buna rağmen, Nobel ödüllü kişilerden
oluşan bir takım bile, bir tek bakteri olsun yaratamaz. Yoktan
var etmek bizim sâhip olduğumuz yetileri aşar.
Birçok insan, son derece
kibirli bir düşünce tarzıyla, “bebek yapma” yı basit bir
işmiş gibi düşünürler. Oysa bizim bu işte oynadığımız bütün rol;
bir yaşamın oluşmasına olanak tanımak ve dünyaya geldikten sonra
da ona büyümesi için gerekli besini sağlamaktan ibarettir.
Çocuklar, yaşamın oya gibi işlenmiş ilkelerine göre, doğal
olarak büyürler.
Artık, klon koyunlarımız ve
maymunlarımız var, insan ceninini laboratuvarda kopyalamayı da
başardık. İlk klon koyunun; Dolly’nin doğumu gerçekten de
tarihsel bir olaydı. Dolly, yetişkin bir koyunun memesinden
rasgele alınmış, üretkenliği olmayan bir hücreden, koçun hiçbir
katkısı olmaksızın oluşturulmuştu.
Bu demektir ki; insan
vücudunun herhangi bir yerinden alınacak herhangi bir hücreden
genetik kopya üretilmesi, teorik olarak mümkündür. Genel olarak,
döllenmiş yumurtanın “birey” olma kabiliyeti vardır. Bu, hücre
bölünmesi sonucu bağımsız bir organizmanın ortaya çıkacağı
anlamına gelmektedir.
Dolly olgusunda, içinde DNA
bulunan hücre çekirdeği çıkarılarak başka bir koyunun yumurta
hücresinin içine konulmuş ve yumurta bir “taşıyıcı anne”ye
yerleştirilmişti. Döllenmemiş yumurta, dışarıdan elektroşok gibi
uyarıcılar verilmesi sonucu, tıpkı döllenmiş bir hücre gibi
bölünme yeteneğini yeniden kazandı.
İnsanlar bağlamında
bakıldığında, klonlama, iki erkeğin genlerinden bir çocuk
üretebileceğimiz anlamına gelmektedir. Bu ayrıca, gebelikle
uğraşmak istemeyen bir meslek kadınının da çocuk sahibi
olabilmesi demektir. Teknolojik olarak, böyle olanaklar artık
elimizin altındadır.
“Genler bağlamında düşünerek”
yararlı genlerinizi harekete geçirin
Japonca’da
“hastalık zihinden ileri gelir”
diye bir özdeyiş vardır. Başka bir ifadeyle, düşünce tarzımız
bizi hasta edebilir ya da tam aksine, iyileşmemize yardımcı
olur. İnanıyorum ki, bu saptama tam da genlerin işin içine
girdiği yerdir.
Düşündüklerimiz genlerimizin
işleyişini etkiler, hastalanmamıza ya da iyileşmemize yol açar.
Hâttâ bâzı bilim insanları, genlerimizin ve işleyişlerinin mutlu
bir yaşam sürüp sürmeyeceğimizi belirlediğine bile
inanmaktadırlar.
Mutluluğu yöneten genler,
herkesin içinde gizlidir, sâdece devreye alınmayı beklerler.
Bilebildiğimiz kadarıyla;
genlerimizin yalnızca %5-10’luk bir bölümü gerçek anlamda
çalışmaktadır. Diğerlerinin ne yaptığı henüz meçhuldür. Diğer
bir deyişle, genlerimizin çoğu eylemsiz haldedir.
Olumlu bir tutum içinde ve
coşku dolu, zindeysek; yaşam kolay akar. Ben buna “genleri
açık tutarak yaşamak” ya da “genler bağlamında düşünmek”
diyorum.
Nasıl çalıştığı henüz tam
anlamıyla anlaşılamamış olmakla birlikte; günümüzde yaygın
olarak benimsenen “pozitif düşünce” kavramının bu ilkeyle
bağlantı olduğu düşünülebilir. Tarihin akışını değiştiren birçok
insan olumlu tutum içindeydi.
Önemli olan şey; mümkün olan
en fazla sayıda zararlı geni “kapamak” ve yararlı genleri
harekete geçirerek size hizmet etmelerini sağlamaktır. Bunu
başarmanın anahtarıysa düşünce tarzınızdır.
YAŞAMIN GİZLERİNİ ÇÖZMEK
Hücrenin yapısını basitçe
açıklayayım. Her hücrenin ortasında, zarla kaplı bir çekirdek
bulunur ve genler bu çekirdek içinde yer alır. Eğer oluşumunuzu
en başından izleyebilseydiniz, hayata tek bir hücre (döllenmiş
bir yumurta) olarak başladığınızı görürdünüz. Döllenmiş yumurta
ikiye bölünür. Ortaya çıkan iki yumurta dörde, dört sekize,
sekiz on altıya bölünür ve bu bölünme böylece sürüp gider.
Sürecin bir yerlerinde hücreler başkalaşım göstermeye ve özel
işlevler yüklenmeye başlar. Bazıları el olur, bazıları bacak,
bir kısmı da beyin ve karaciğeri oluşturur. Doğum vakti gelip
bebek üç trilyona yakın sayıda hücreye sâhip oluncaya kadar,
dokuz ay boyunca anne karnında bölünmeye devam ederler.
Hücre çekirdeği, içinde
deoksiribonükleik asidi, yâni “DNA”yı, “gen” dediğimiz maddeyi
barındırır. DNA, iki sarmaldan oluşur. Sarmalların yüzeyinde
“A”, “T”, “C” ve “G” kısaltmalarıyla ifâde edilen moleküller
vardır. İşte bizim genetik şifremiz budur ve bu şifrenin yaşam
için gerekli tüm bilgiyi içinde bulundurduğu düşünülmektedir.
Hayatımız, kelimenin tam anlamıyla DNA’larımızda kayıtlı olan,
uçsuz bucaksız bilgiye bağlıdır.
Tek bir gende kayıtlı
bilginin, bedenimizde bulunan altmış trilyondan fazla hücrenin
her birinde kayıtlı bilgiyle birebir aynı olduğu gerçeği;
bedenin herhangi bir kısmından alınacak herhangi bir hücrenin
yeni bir insan yaratmak için kullanılabileceğini ifâde
etmektedir. Ancak burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır:
Eğer yaşamak için gerekli bilgiler insan vücudunun her bir
hücresinde bulunuyorsa, nasıl oluyor da tırnak hücrelerimiz
sâdece tırnağa, saç hücrelerimiz de saça dönüşüyor?
Öyle inanılmaktadır ki;
tırnak hücrelerimizdeki genler “tırnak modu”na ayarlanmış ve
diğer olasılıkların hepsinin düğmeleri kapatılmıştır.
Hücre çekirdeğindeki genler,
içlerinde ucu bucağı bulunamayacak miktarda bilgi depolar. Bu
bilgilerin arasında genlerin belli durumlarda nasıl çalışacağına
ve çalışmayı ne zaman durduracağına ilişkin talimat da vardır.
Genetikçiler bunu “açma/kapama mekanizması” diye adlandırırlar.
Sayıları neredeyse sonsuzmuş gibi görünen genler ne zaman
devreye girer, ne zaman devreden çıkar? Bazıları, yaşamın belli
dönemlerinin sonunda harekete geçer. Ergenlik çağında göğüslerin
büyümesi, sakalların uzaması buna iyi bir örnektir.
Genlerimizde ne gibi bir
şifre yazılıdır?
Size genlerimizin işleyişini
ana hatlarıyla anlatayım. Genlerin içerdiği bilgi hazinesi,
hücrelerimizde bulunan ‘DNA’da kodlanmıştır. Burada bir benzetme
yapmıyor, gerçek durumu anlatıyorum.
Bundan elli yıl kadar önce
çok önemli bir keşif yapılmıştı: Canlıların tümü aynı genetik
şifreyi kullanıyordu.
Bütün canlı varlıkların esası
hücredir, hücrenin işlevini genler belirler ve genler ortak
ilkeler doğrultusunda çalışır. İnsanların bitki ve ağaçlarla
kaplı bir ortamda kendilerini huzur ve sükun içinde
hissetmelerinin ya da kedi, köpek gibi hayvanlara yakınlık
duymalarının nedeni belki de budur. Her şey aslında aynı
kaynaktan gelme olduğuna göre, hepimiz birbirimizle
bağlantılıyız.
Üç milyarın üzerinde
“kimyasal harf”ten oluşan genetik şifremiz; ağırlığı gramın
200 milyarda biri, genişliği ise milimetrenin 500.000’de biri
olan, iki mikroskobik sarmal üzerinde yazılıdır. Ancak,
sarmalların açık boyu üç metreyi bulmaktadır.
Bir milimetre çapında bir
kabloyu boylamasına yüz parçaya bölmeniz mümkün olsaydı, “püf”
dediğinizde dağılıp gidecek incelikte şeritler ortaya çıkardı.
Ama bu şeritler yine de, bir DNA şeridinin 5000 katı kalınlıkta
olurdu. Boyutun ne kadar küçük olduğunu anlayabilmek için, dünya
üzerindeki altı milyar insanın her birinin DNA’larını bir araya
getirdiğinizi düşünün. Bunca DNA’nın ağırlığı, yalnızca bir
pirinç tanesinin ağırlığına eşittir. Genler dünyası işte bu
denli küçüktür.
Genlerimizde
kayıtlı olan ve “genetik bilgi” olarak adlandırılan
bilgi; üç milyar kimyasal harfe eşdeğerdir ve basılmaya
kalkılsa, her biri biner sayfalık üç bin cilt oluşturur.
İnsanoğlu gibi karmaşık bir
canlı organizmanın yapısının, yalnızca dört âdet harfle
yazılabilen bilgiler tarafından belirleniyor olması şaşırtıcı
bir durumdur. Ancak bundan daha da şaşırtıcı olan bir şey vardır
ki o da; minicik mikroplardan son derece kompleks hayvanlara
kadar, bütün canlıların temel genetik yapılarının birbirinin
tıpa tıp aynısı olmasıdır. Hâttâ, insan genlerinin %90’ından
fazlası bitki genleriyle tıpa tıp aynıdır. Küf ya da koli basili
gibi tek hücreli organizmalar, altmış trilyondan fazla hücresi
olan insanoğluyla aynı temel ilkeler doğrultusunda çalışır.
Genetik şifre, protein yapımı
için verilen bir dizi talimattır. Protein de tıpkı su gibi,
vücudumuzun en önemli öğelerinden biridir. Protein, sâdece
bedenin yapısal öğesi olmakla kalmaz; bedenimizin içinde
süregelen kimyasal tepkimeler için gerekli olan enzimlerin
yapısında da bulunur. Bir başka deyişle; protein “yaşam”
dediğimiz olgunun temelidir.
Proteinler yirmi farklı amino
asitten oluşur. Ortaya çıkan proteinin türü, bu amino asitlerin
birleşimlerine bağlıdır. DNA, yirmi farklı amino asidin üretim
ve dizilimini yöneten talimatları içerir.
Olayı biraz daha
sadeleştirmek için; her hücrede bir kütüphane bulunduğunu
düşünün. Hücrelerden biri bir şey yapmak istediği zaman
kütüphaneye gider, bir kitap açarak yapacağı şeyin ne olduğunu
ve ne zaman, nasıl yapılacağını öğrenir. Sonra da talimatı
öğrendiği gibi uygulamaya başlar. Burada kitap genlerimiz, yâni
DNA, kitabın içinde yazılı olanlar da gen bilgileridir.
Hangi proteinin ne kadar
üretileceği kararı, genlerimize aittir. Bu iş için kullanılan
girdi, amino asitlerdir. Vücudumuz, yirmi tip amino asitten on
ikisini üretebilir. Geri kalan sekizinin dış kaynaklardan temin
edilmesi gerekmektedir ve bunlar “Esansiyel amino asitler”
olarak adlandırılır. Proteinler, amino asitlerin belli
bileşimleridir. Diğer canlıların, örneğin domuz ya da ineklerde
bulunan amino asitlerin bileşimi insanlarda bulunan amino
asitlerden farklıdır. Bu yüzden, vücudumuz yediğimiz domuz ya da
dana etini önce amino asitlere ayırır; sonra da genlerimizin
talimatını izleyerek, bu amino asitlerle kemiklerimiz,
kaslarımız, derimiz ve organlarımız için gerekli proteinleri
sentezler.
İçimizde sürüp giden kimyasal
tepkimeler
Birçok insan, genlerin
yalnızca ana-babadan çocuğa geçtiği, gündelik hayatta ise fazla
bir işlevi olmadığı gibi yanlış bir anlayışa sahiptir. Bu
anlayışın gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Genler
yaşantımızın her dakikasında, her saniyesinde eylem içindedir.
Eylemleri sona erseydi, bizler anında ölürdük.
Kaza ya da yangın gibi acil
durumlarda, kaldırılması olanaksız eşyaları kaldırabilen kişiler
olduğunu eminim duymuşsunuzdur. Normalde elli kiloyu ancak
kaldırabilecek biri, ansızın yüz kiloyu yükleniverir.
İlk gereklilik enerjidir.
Acil bir durumda, o zamana kadar hücreye elli kiloyu kaldırmaya
yetecek kadar enerji üretmesini emretmiş olan genler, enerjinin
iki katına çıkarılmasını buyurur. Aslında her bir yaşam süreci,
belli bir durumla uğraşmaya yönelik kimyasal tepkimelerin
sonucudur. “Yaşamak” bu anlama gelir.
Enzimlerin çarpıcı bir
özellikleri, yalnızca belli maddelerle bağ yapmalarıdır. Tıpkı
kilit ve anahtar gibi, enzimin de karşılığı önceden
belirlenmiştir. “A” enzimi “a” ile, “B” enzimi “b” ile bağ
yapar. Enzimler karşılıklarını seçerken hiç yanılmazlar ve
böylece her bir hücrenin içinde binlerce tepkimenin aynı anda
yürümesi mümkün olur.
Enzimlerin bir diğer
belirleyici özelliği de hızdır.
Nişasta kendi haline
bırakıldığında, aradan bir yıl geçse de yine nişasta olarak
kalır. Ancak, sindirim sistemine girdiği an, birkaç saat içinde
birçok kimyasal tepkimeden geçerek enerji açığa çıkarır.
Kimyasal tepkimeler, vücudumuzda dış dünyada hayal bile
edilemeyecek bir hızla yürür.
GENLERİNİZİ HAREKETE GEÇİRİN
Olumlu düşünmenin yararlı genlerin uyandırılması üzerindeki
etkileri
Entropi ilkesini olumlu ve
olumsuz düşünme kavramına uyarlarsak; olumlu düşünmenin entropi
azalmasına, olumsuz düşünmenin ise entropi artışına yol açtığı
kabul edilebilir.
Özellikle zor anlar yaşar ve
acı çekerken olumlu düşünmeye çalışmalıyız, çünkü olumlu
düşünceler bize asıl bu zamanlarda lazımdır. İşler yolunda
giderken olumlu düşünmek çok daha kolaydır. Ne kadar olumlu
düşünebildiğimiz konusunda gerçek sınavımızı, zor bir durumla
karşı karşıya kaldığımızda veririz. Aslına bakarsanız, işler
düzgün yürürken olumlu düşünmeye kafa yormamıza gerek bile
yoktur.
Evet, hayatta her şeyin iyi
yanları olduğu kadar, kötü yanları da vardır. Bu tamamen sizin
yorumunuza kalmıştır. Örneğin hastalığı ele alalım:
Hastalandığınızda olumsuz düşünmeniz çok kolaydır.
Çalışamadığınız gibi maddi açıdan da yük altına girmişsinizdir.
Ancak, hastalığın aynı zamanda; hayatınızdaki özel insanlardan
dolayı mutluluk duymanıza yardımcı olmak ya da yoğun çalışma
programınız nedeniyle düşünemediğiniz şeyleri düşünecek vakti
sağlamak gibi olumlu etkileri de olabilir. Ciddi bir hastalığın
birilerinin hayatına olumlu yön verdiğine ilişkin hiç değilse
bir iki hikâye duymuşsunuzdur. Burada işin püf noktası; hayata
daha geniş bir açıdan bakmak ve hastalığın gelişiminiz üzerinde
yapıcı bir rol oynayacağına inanmak ve güvenmektir. Resmin
bütününü ve hayatta başımıza gelen her şeyde olumlu bir yan
görmek zorundayız.
Olumlu düşüncenin gücü,
genellikle kişi hastalandığında ortaya çıkar. Bedenin doğal
sağaltım mekanizmasının hâlâ anlayamadığımız pek çok yönü
bulunmaktadır ama bana göre bir şey çok açıktır: Genlerin, bu
konuda vazgeçilmez bir rolü vardır. Örneğin, doktor kendisine
kanser olduğunu söylediğinde; duygusal bakımdan en güçlü insan
bile bunalıma düşer. Yakın zamana kadar, Japonya’da, doktorların
hastalarına kanser olduklarını söylememeleri yaygın bir
uygulamaydı. Bu uygulama, kısmen tedavi yöntemlerinin henüz
bugünkü kadar gelişmemiş olması, kısmen de böyle bir haber
hastalar üzerinde travma yaratması nedeniyle benimsenmişti.
Günümüzdeyse bilgilendirme, sâdece tedavi yöntemlerinin büyük
ölçekte ilerlemesinden değil, bilim insanlarının artık
“hastalığın zihinden ileri geldiği” yönündeki atasözünün
geçerliliğini kabul etmelerinden dolayı da bir kural haline
gelmiştir.
Vücudumuzda genlerimizde
yazılı olmayan hiçbir şey gerçekleşemez. Ne mutlu bize ki,
genlerimizin önünde sayısız seçenek bulunmakta; kullanılmayan
genlerin büyük bir yüzdesi, kendi kendilerini sağaltma gücünü
ellerinde tutmaktadır. Bu yüzden, genlerimizin bize şu anda
söyledikleri, en son söyleyecekleri sözler değildir. İyi genler
her an devreye girip, kötü genler devreden çıkabilir.
Bizi hasta eden genlerimizin
yanı sıra, hastalığı bastıran genlere de sahibiz. Önemli olan
dengedir.
Kanserin tedavisi, pek çok
nedenle ortaya çıkabilen bir hastalık olmasından dolayı, zordur.
Yakın zamana kadar; beslenme tarzı, sigara, temiz olmayan içme
suyu, besinlerdeki kimyasal katkılar gibi “tehlikeli” diye
damgalanmış çevresel etkenlerin hastalığı tetiklediği
düşünülmekteydi. Genetik araştırmalar, bu maddelerin gerçekten
de belli riskler taşıyor olmalarına karşın, bünyedeki
etkilerinin büyük ölçüde bireye bağlı olduğunu açıkça ortaya
koymuştur. Bu durumun, büyük olasılıkla her bireyin tamamen
kendisine özgü bir genetik yapıya sâhip olmasından kaynaklandığı
düşünülmektedir.
Araştırmalarım, ömründe tek
bir sigara dahi içmemiş insanların da kanseri hızlandıran genler
taşımalarından dolayı akciğer kanserine tutulabildiklerine
inanmama yol açmaktadır.
Çevresel etkenler, zararlı
genlerin devreye girmesi ya da devre dışı kalması olgusunun
hayati bir değişkenidir. Tek yumurta ikizleri gibi, birbirinin
tıpatıp aynı genlere sâhip olan insanların bile; biri
hastalanırken, öteki farklı çevresel koşulların etkisinde
olduğundan sağlığını koruyabilmektedir.
“Hidroponik tarım”ın babası Shigeo Nozawa, bir söyleşi sırasında
bu fikrî şöyle açıkladı: “İnsanlarda
ise, kişinin zihinsel durumu onun içinde bulunduğu çevrenin ta
kendisidir. Mutluluk ya da mutsuzluk önce zihinde ortaya çıkar.
İnsanlar belli bir ideâl çevre varsayımı yapabilirler ama
aslında, iyi olarak algıladığı her çevrenin bireye yararı vardır
ve bireyin yaşamsal süreçleri çevreyle etkileşim halindedir.
Mutlak olarak iyi ya da mutlak olarak kötü bir çevre yoktur.”
Söylediklerine tüm kalbimle katılıyorum.
Zararlı genleri hareketsiz
hale getirip iyilerini harekete geçirmenin, çevre ve koşullar
her ne olursa olsun, herkese açık bir tek yolu vardır: Zihinsel
tutumun değiştirilmesi.
Bana kalırsa, zihin ve beden
arasındaki etkileşim, sanıldığından da fazladır. Genlerimizle
psikolojimiz arasındaki ilişkinin henüz açıklığa kavuşmamış
olmasıyla birlikte, genler bedenin doğal sağaltım mekanizmasını
kavramanın anahtarını ellerinde tutmaktadır.
Genlerimiz daha biz düşünmeye başlamadan harekete geçer
İnsanın düşünce süreciyle
ilgili başka bir noktadan da söz etmek isterim. Çoğu kişi
eylemlerin yönetiminde beynin en önemli rolü oynadığına inanır.
Oysa bütün işi hücreler ve onları birbirine bağlayan sinir ağı
yapmaktadır. Hücreleri yönlendiren ise, genlerdir. Beynin işlevi
hücrelerinde depolanmış bilgiye bağımlıdır. Bu anlamda, genler
bedenin ana kontrol paneli işlevini görmektedir.
Kendimizle farkında bile
olmadan konuşuruz. Endişeliysek olumsuz bir bakış açısıyla
kaleme alınanları okur ve uygularız. Öte yandan, güneşli bir
sabah gezintisi “Ne güzel bir gün! Kendimi çok iyi
hissediyorum!” diye haykırmanıza yol açabilir. O anda
hücrelerimiz bu çığlıktan yarar görmektedir.
Hücreler, beyinden gelen
talimata göre hareket etmelerine rağmen, aynı zamanda bağımsız
birer organizmadır. Bu, “açma/kapama” mekanizması üzerinde
düşünülürken üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Gerçek yaşamda, hepimizin
sağlıksız ya da enerji yüklü olmadığı zamanlar vardır.
Böyle zamanlarda karamsarlığa
kapılmamak oldukça güçtür. Kendinizi bu duygudan nasıl
kurtarabilirsiniz? Size enerji veren genlerinizi harekete
geçirerek. Bunu nasıl yapacağınızı yaşayarak kazandığınız
bilgelik sayesinde keşfedebilirsiniz. Benim kendi
deneyimlerimden yola çıkarak önerebileceğim bir yöntem; coşkulu
olmaya çalışmaktır. Eğer yaşadığınız anda coşkunuzu arttıracak
bir şeyler bulamıyorsanız, sizi derinden heyecanlandırmış olan
geçmiş bir anı düşünün.
Coşku, sevinç ve heyecan
karışımı bir duygudur.
Coşku dolu olduğumuzda
genlerimizin asla ters bir yöne sapmayacaklarına inanırım.
İstenmeyen genlerden benim de payıma düşenler olmuştur mutlaka
ama heyecan içinde olduğum zamanlar, bu genler hareketsiz hale
gelmekte, onların yerine yararlı genler harekete geçmektedir.
İnsanlara coşku veren şeyler
çok çeşitlidir. Kimilerine göre coşku, mesleki hırsların
tatminiyle gelen bir duygudur. Kimileri ise coşkuyu çocuklarıyla
vakit geçirirken ya da dağlara tırmanmanın korkulu heyecanını
duyarken yaşar. Bazıları da bahçeyle ya da sanatla uğraşırken
coşku duyar.
Gençliğin ve uzun yaşamın anahtarı
Yaşamak için her gün
vücudumuzdan dışarı atmamız gereken; dışkı, idrar, ter ve sümük
gibi maddeler vardır. Saçımızı ve tırnaklarımızı da belli
aralıklarla kesmemiz lazımdır. Boşaltım ve salgılama yapmaksızın
bir gün bile yaşamamız mümkün değildir. Yukarıda sayılan
maddelerin tümünde ortak bir özellik olduğunu belki fark
etmişsinizdir: Vücudun dışına çıktıklarında hepsi birer atıktır.
İçerideyken onların kirli olduğunu düşünmeyiz ama, vücudumuzu
terk ettikleri andan itibaren bize artık temiz görünmezler.
Ancak, dışarıya attığımız bir madde vardır ki, bizde hiçbir
zaman tiksinti uyandırmaz: Gözyaşı.
Gözyaşı da bedensel bir
atıktır ama, kimse ona diğer atıklara baktığı gibi iğrenerek
bakmaz. Hipokrat gözyaşını bir atıktan çok, beyinden gelen bir
beden sıvısı olarak görmektedir.
İnsanlar duygulandıkları
zaman genellikle ağlarlar. Güçlü duygular gözümüzden yaş getirir
ancak, fizyolojik olarak bu genlerin ortaya çıkardığı bir
durumdur ve zihnimizin genlerimizi nasıl etkilediğinin
göstergesidir. Ağlayacak kadar heyecan duymak güzel bir şeydir.
Üzüldüğümüz zaman ise, güzelce ağlamak bizi rahatlatıp kendimizi
daha iyi hissetmemizi sağlar. Kendimizi iyi hissetmemiz, iyi
genlerimizin harekete geçtiğinin işaretidir. Birçok yaşlı insan,
derin duygulanmaların uzun yaşamın anahtarlarından biri olduğunu
belirtir. Aynı şey, yaşlarını göstermeyen insanlar için de
geçerlidir.
Uzun ve dolu dolu bir ömür
sürebilmek için; sizde kalbinizin derinliklerinden gelen içten
duygular uyandıran işlerin ve ilişkilerin peşinden gitmenizi
şiddetle tavsiye ederim.
Genlerimizde yazılı olmayan yapılamaz
Gerçek şudur ki; genlerimizde
programlanmış olmayan hiçbir şeyi yapamayız. Böyle bakıldığında,
insanın gizil gücü ve kapasitesi gerçekten de sınırlıdır.
Kişinin kapasitesi bütünüyle
genlerinde kodlanmıştır. Ama unutmamalıyız ki; insan genomunda
bulunan genlerin yalnızca %5’i ya da en fazla %10’u işlev
görmektedir; geri kalan genler uykudadır.
Günümüzün insanı, atalarından
daha uzun boyludur. Eğer insan boyu yavaş yavaş uzamaya devam
ederse, uzak bir gelecekte insanların üç, hâttâ beş metre
boyunda olmaları mümkündür. Ancak ben, kendi hesabıma, bütün
bunların olacağından kuşku duyarım, çünkü genlerimizde kayıtlı
bilgiler arasında bulunduklarını hiç sanmıyorum.
Yetenek her yaşta ortaya çıkabilir
Genlerin harekete
geçirilmesinde üç etken vardır: Genin kendisi, çevre ve zihin.
Bu üç etken arasında en yanlış anlaşılanı sanırım genlerdir.
Birçok insan, kalıtsal özelliklerin asla değişmeyeceğine inanır.
Fen ya da matematikte zayıfsalar, hemen ana babalarını suçlar,
onların da bu alanlarda yeteneksiz olduklarını öne sürerler.
Benzer şekilde, ana babalar da kendilerinin zayıf olduğu
konularda çocuklarından fazla bir şey beklemezler; çünkü hiçbir
şey yapılamayacağını düşünürler. Zekanın ve atletik yeteneklerin
genlere bağlı olduğu doğrudur. Ama bu, kişinin o yeteneklerden
yoksun olduğu anlamına gelmez. Yetenekleri vardır da henüz
harekete geçirilmemiştir. Dahilerin varlığını başka türlü nasıl
açıklayabiliriz ki? Dahi, kendisine geçmiş kuşaklardan miras
kalan genleri bir etkiyle aniden harekete geçmiş kişidir. Bir
dahinin genellikle normal zekalı çocukları olması, belki de
genlerin anahtarlarının bir kuşaktan diğerine geçilirken açılıp
kapanmalarından ileri gelmektedir.
Tüm insan ırkının gizil gücü
bireyin genlerinde saklıdır. Onun için; olağanüstü yeteneklere
sâhip ana babalar kendileri kadar iyi olmayan çocukları
karşısında hayal kırıklığına uğramamalıdırlar.
Genler yaşlanmaz.
Birkaç istisna dışında, genleriniz, siz ergenlik çağındayken
neyseler, seksen yaşınıza geldiğinizde de odurlar. Eğer genler
yaşlansaydı, üzerlerindeki bilgileri sizden sonrakilere
aktaramazdınız. Bu yüzden, genlerin-en azından temel yapıları
bakımından-yaşlanmadıklarını varsayabilirsiniz. Normal bir yaşam
sürerseniz genleriniz pek az değişecektir.
Gizli yeteneklerinizi
geliştirmeniz için vakit hiçbir zaman geç değildir.
Çocuklarının fiziksel
güçsüzlüğünü ya da “başarısızlık” olarak algılanan durumlarını
onları geç yaşta dünyaya getirmiş olmalarına bağlayan anne
babalar vardır. Oysa genler yaşlanmadığı için; genç yaşta anne
baba olanların çocukları, ellili yaşlarda evlât sahibi olanların
çocuklarından daha akıllı olur diye bir kural yoktur. Ünlü Japon
yazar Natsume Soseki doğduğunda anne ve babasının yaşları o
kadar ileriydi ki, yazar “utanç çocuğu” diye çağrılıyordu.
Oysa Soseki bundan zarar
görmek bir yana, geride büyük bir miras bıraktı. Ne kadar
yaşlanmış olursak olalım, hayatımızın herhangi bir döneminde
gelişme gösterebiliriz. İçimizde bir şeyler başarma tutkusu ve
enerjisi varsa, her şey mümkündür. Başarıya ulaşmanın önündeki
tek engel “ben bunu yapamam” düşüncesidir.
Gizli yetenekleri
geliştirmeye başlamanın “erken”i de yoktur. Doğum öncesi
eğitimin o kadar önemli olmasının sebebi de budur. “Doğum öncesi
eğitim” derken, anne adayının bilinçli olarak iyi müzik
dinlemesini, iyi kitaplar okumasını, sanata eğilmesini ve
doğmamış çocuğunu ona sevgiyle seslenerek eğitmesini kast
ediyorum. Bu eğitimin içinde, cenin için zararlı sayılan olumsuz
duyguları uyandıracak şeylerden kaçınılması da vardır.
Hiçbir insanın geni bir başka
insanın geniyle tıpatıp aynı değildir. Bir baba matematikte çok
iyi olabilir ama bu, bütün çocuklarının aynı konuda son derece
başarılı olacakları anlamına gelmez. O güne kadar ressamlıkla
ilgili hiçbir yetenek göstermemiş ailelerden çıkan sayısız
ressam vardır.
Zekâ düzeyleri fazla yüksek
olmayan ailelerin çocuklarının zekâ çarpanlarının yüksek olma
ihtimali daha fazladır. Nedenini bilmiyoruz ama genler ortalama
değere doğru eğilim göstermektedir. İnsanoğlu eğer sınırsız
yetenek artışı yönünde programlanmış olsaydı, bunun tam aksinin,
yâni sınırsız yetenek eksilişinin de geçerli olması beklenirdi.
Oysa böyle bir durum insan ırkının varlığını tehlikeye
düşürürdü. Dolayısıyla doğa bunu bir biçimde engeller. Doğanın
hedefi çeşitliliktir. Ne yüksek IQ’lu insanların birbirleriyle
evlenmesi önemlidir, ne de daha düşük IQ’lular arasındaki
evlilikler. Olasılıklar her durumda eşittir; herkes içinde
uyuyan muhteşem yetenekleri geliştirebilir. Yapmaları gereken
tek şey, genlerini harekete geçirmeyi öğrenmektir.
HAYATA KARŞI TUTUMUNUZ ve
İÇİNDE BULUNDUĞUNUZ
ÇEVRE GENLERİNİZDE DEĞİŞİME
YOL AÇABİLİR
Japonya’da kalsaydım ne
olurdum kim bilir? Bilim alanında başarılı olabilir miydim?
Sanmıyorum. Öğrenciyken, derslere girmekten çok, dalga geçerdim.
Öğrenim hayatımdaki sorunlar kısmen Japon üniversite sisteminden
kaynaklanıyordu. Üniversiteler fildişi kulelerdi âdeta;
dışarıdaki dünya umurlarında bile değildi.
Bana gelince, araştırma
asistanı olarak emekli olmayı çoktan kabullenmiştim.
Profesörlüğe yükselmenin neredeyse imkansız olduğunu biliyordum.
Ne mutlu ki, karşıma ABD’ye gitme fırsatı çıktı. Japonya’ya göre
son derece rekabetçi bir toplum olmasına rağmen burada kendimi
buldum ve hırslı bir insana dönüştüm.
Japonlar “tutumunuzu
değiştirin ve kendinizi verin” derler. Kafa yapısının bu şekilde
değiştirilmesi, varlığından haberdar bile olmadığınız genleri
uyandırabilir.
Amerikalı profesörler
araştırma yapan gruplara sık sık uğrayıp “yeni ne var?” diye
sorarlar. Bilimsel araştırmalarda, yılda bir kez yeni bir şeye
denk gelirseniz kendinizi talihli sayarsınız.
Tıpkı Sumo güreşlerinde
olduğu gibi; kazandığınız sürece yükselirsiniz. Ama hiyerarşinin
en tepesinde yer alan “yokozuna” bile kaybetmeye doğru
gittiğinde emekliye ayrılmaya mecbur edilir. Nobel gibi kayda
değer bir ödülü kazandıktan sonra iyi iş çıkaramayan herkes
geçmişe gömülür ki; bu da rekabetin ne denli yoğun olduğunu
göstermektedir.
Profesörlere karşı bu kadar
katı olan sistem, doğaldır ki; araştırma asistanları gibi daha
alt kademelerde bulunanlara daha da katı davranmaktadır. Eğer
araştırma asistanı olarak üç yıl içinde kayda değer bir çalışma
ortaya çıkaramazsanız, işten atıldığınızda şikayet etme hakkınız
yoktur. Ben oradayken çevremdeki birçok insan işini kaybetti.
Bir gün önce profesör olan bir kişi, ertesi gün iş değiştirip
taksi şoförü olabiliyordu.
İki yüz tane Nobel ödüllü
Amerikalıya karşı Japonya’da Nobel ödülü kazananların sayısı
sâdece sekizdir.
Japon üniversitelerinde
profesör, öğrencileri üzerinde feodal bir efendi gibi egemenlik
kurmuştur ve yükselmek isteyen genç asistanlar ona bağlılık
yemini etmelidirler. Bunun tam aksine, Amerika’da bir profesör
zayıf ve güvenilmez izlenimi verdiğinde, öğrencileri bu
koşullarda ilerleme kaydedemeyeceklerinden korkarak, sadakati
akıllarına bile getirmeden onu derhal terk ederler. İki sistemin
birbirinden farklı olduğu apaçıktır.
Deneyimlerimden şunu
öğrendim: Yolun sonuna geldiğinizde cesaret gösterip çevre
değiştirmekte fayda vardır. Büyümek, ancak hareket etmekle
mümkündür. Yepyeni bir çevre ve yeni şeylerle karşılaşmak,
uyuyan genlerinizi uyandırmak için mükemmel fırsat yaratabilir.
Evde yaşarken hiç ev işi yapmadıkları ve derslerine
çalışmadıkları halde, yurt hayatına girdiklerinde sorumluluk
sahibi olan öğrencilerden söz edildiğini duymuşsunuzdur. Elbette
bazen bunun tersi de geçerlidir ama insanlar genelde büyür ve
geriye değil de ileriye doğru hareket ederler.
Ayrıca, ABD’deki profesörler
yedi yılda bir izinli sayılmakta, üniversiteden ayrılıp bir yıl
boyunca istediklerini yapma ayrıcalığına sâhip olmaktadırlar. Bu
deneyim çok anlamlıdır ve insana tazelenme fırsatı verir.
Profesörlerin büyük bir bölümü izinli sayıldıkları yılı başka
bir ülkede, bambaşka bir kültürü yaşayarak geçirirler.
Amerikalıların çoğu Avrupa’ya gider.
Biraz eksantrik bir kişi olan
Dr. Stanley Cohen laboratuar komşumdu. On yıl önce Nobel almıştı
ama, onunla tanıştığım zaman dünyaca ünlü bir bilim insanı
olacağını aklıma bile getirmemiştim. Laboratuarları arı kovanı
gibi genç araştırmacı kaynayan çoğu Nobel ödüllü kişinin aksine;
Cohen’in yalnızca iki araştırma asistanı vardı.
Dahası, o mütevazı ortamda
farelerin büyüme hormonları üzerinde bir araştırma yönetiyordu.
O zamanlar onun silik, yaşlı bir adam olduğunu düşünüyordum. Bir
gün koşa koşa benim laboratuarıma geldi ve “Büyük bir keşif
yaptım sanırım. Bu hormon sâdece büyümeyi değil kan basıncını da
denetliyor. Bana araştırmalarımda yardım eder misin?” diye
bağırdı. Kendi başıma pek bir şey ortaya koyamadığımdan,
teklifini geri çevirecek durumda olmadığımı hissettim ve o yılı
büyüme hormonuyla kan basıncını yükselten hormonun aynı hormon
olup olmadığını araştırmakla geçirdim. Bir yılın sonunda bütün
bulabildiğimiz, Cohen’in bir yanlışlık yapmış olduğuydu.
Saflaştırdığını iddia etmesine karşın, tükürük bezinden
ayrıştırdığı hormonun içinde eser miktarda kalıntı vardı. Bu
kalıntı, yüksek tansiyonun baş etkeni olarak bilinen “renin”
enzimiydi.
Bu araştırma sayesinde
“renin” enzimi üzerinde çalışmaya başladım ve böylece, insandaki
“renin” enziminin genetik kodunu deşifre eden ilk kişi oldum.
Cohen’i tanımasaydım, ona yardım etmeseydim ve o bu yanlışlığı
yapmamış olsaydı; yaşantım bugünkünden çok farklı olurdu.
Ancak şurası çok açık ki;
Cohen’e yardım ederek araştırma çevremi değiştirmiştim ve bu
değişikliğin sonucu yeni bir yaşam olmuştu. Onunla tanışmamış
olsaydım, ya işten atılacak ya da kuyruğumu kıstırıp keder
içinde kendiliğimden Japonya’ya dönecektim. Eğer o zaman
Japonya’ya dönmüş olsaydım, araştırma yapmaktan büyük bir
olasılıkla tamamen vazgeçer, başka bir iş bulurdum.
Bilgi hayatınızı değiştirebilir
Çevre değişikliğinin yanı
sıra, bilgi ve hayatınızı değiştirebilecek bir etkendir.
Bilim dünyasında bilgi, iki
şeyden ibarettir: Tanınmış, kurumsal kaynaklardan edinilen resmî
bilgi ve kişisel kaynaklardan edinilen gayri resmî bilgi. Bu
ikincisi araştırmalarda genellikle hayati bir önem taşır.
Edinilmesi kolaydır. Çalıştığınız yerin dışında, geniş bir insan
kitlesiyle bir araya gelmeniz yeterlidir. Bilgi toplamanın en
geçerli yolu birlikte yiyip içmektir.
Bu tür alışveriş sâdece
araştırma alanında değil, her meslek ve her uğraşta önemlidir.
İşbirliğinin değeri
Bir bilim insanının değerinin
belirlenmesinde, araştırmalarına gösterilen ilgi kadar,
yayımladığı makale sayısı ve makalelerin yayımlandığı ortam da
rol oynar.
Makalede araştırmaya katkıda
bulunan herkesin ismi bulunur ancak, en üstteki isim en
değerlisidir. Çünkü yazıda sunulan sonuçların hepsi o kişiye mal
edilir. Bundan dolayı, kimin isminin en üste yazılacağı
konusunda sık sık çatışma baş gösterir.
Astlarının yaptıkları
çalışmaları kendilerininmiş gibi gösteren kişilerle ilgili
öyküler her alanda mevcuttur. Bu yaklaşım, haksızlığa uğrayanın
da yükselmek için aynı şeyi yapacağı varsayımından
kaynaklanmaktadır. Ama sonunda herkes kaybeder.
“Ver-ver” ilkesinin uygulanması genleri harekete geçirmenin
etkili bir yoludur
“Al-ver”, bir şey verdiğimde,
karşılığında bir şey alacağım anlamına gelmektedir. Ama eğer
üzerinde düşünürseniz; “karşılıklar” aslında hiç de heyecan
verici değildir. Onlar, tıpkı makinaya para atıp tren bileti
almak gibi, bir eylemin doğal sonuçlarıdır. En büyük
karşılıkları Tanrı’dan alırız. En iyisi hayata karşı “ver-ver”
yaklaşımının benimsenmesidir.
“Ver-ver” ilkesinin en tipik
örneği anne-çocuk ilişkisidir. Anne çocuğuna hiçbir karşılık
beklemeden, sürekli verir. Bilinçli olarak beklediği bir ödül
olmamakla birlikte, yaptıklarıyla huzur ve mutluluk bulmakta,
yaşadığı sevinç ve coşku yararlı genlerini de harekete
geçirmektedir.
Çağımızın bilimsel
araştırmalarında, bir dahinin kendi coşkusu ve çalışmasıyla, tek
başına bir yere varması artık mümkün değildir.
Canlı organizmalar
incelendiğinde bir şey çok net olarak görülür: Kafa bedenin en
önemli organı değildir. Hâttâ organlar arasında hiyerarşiden
bile söz edilemez; bedenin her bir kısmı yeri doldurulamaz bir
rol oynamaktadır.
Çalışmalarım bana, her bir
organın ne kadar güzel çalıştığını ve özellikle de, her bir
hücrenin diğer hücrelerden bağımsız olmasına karşın, bütün organ
ve dokuların canlı bir organizma oluşturmak için ne kadar
mükemmel bir biçimde bütünleştiklerini gösterdi. Bu örnekten çok
şey öğrenebilir ve onu hayatımızdaki etkileşime uyarlayabiliriz.
Muazzam bir gizil güce sâhip
olduğumuzdan hiç kuşku yoktur ama bazen bu gücü açığa çıkarmak
için köşeye sıkışmamız gerekir. Köşeye sıkışan bir fare kediye
saldırır; bu saldırı için gereken güç içindedir. Ben şahsen, bir
başkası tarafından köşeye sıkıştırılmaktansa kendimi zora
koşmayı tercih ederim.
Benim görüşüme göre; başarılı
ve istedikleri sonuçları elde eden insanların ortak bir özelliği
vardır: Hayata olumlu bakarlar.
Her bireyin genleri-ve yetenekleri-benzersizdir
Elinizi attığınız her şeyde
başarılı olmanızda, içinde çalıştığınız çevre ve sistemin sizin
benzersizliğinize saygı duyması büyük önem taşır. Her insanın
“eşsiz”, “benzersiz” olduğunu işitmişsinizdir; bilin ki bu
düşünce bilimsel olarak da doğrudur. Hiçbir gen seti-ya da
“genom”-birbirinin tıpatıp aynısı değildir. Genetik oluşumumuzun
hayati olmayan bölümleri insandan insana küçük farklılıklar
gösterir. İnsan yüzünü düşünün. Hepsi aynı temel özelliklere;
iki göze, bir burun ve bir ağza sahiptir. Bununla birlikte bu
organların büyüklükleri, şekilleri ve konumları insandan insana
öylesine değişir ki; birbirinin tamamen aynı olan iki insan
bulamazsınız. Aynı şey genlerimiz için de geçerlidir. İnsan
genomu, her insanda aynı olan özelliklere sahiptir ama iki
insanın genomu birbirinin tıpatıp aynı olamaz. Genom
farklılıkları, kişinin sâdece görünüşünde ya da bedensel
yapısında değil, karakter ve yeteneğinde de kendisini gösterir.
Ancak, her birey benzersiz ve
çeşitlilik gösteren genlerle donanmıştır. Bu genlerin harekete
geçirilmeleri için uygulanacak zamanlama ve yöntemler de
farklıdır. Bu yüzden, standart hale getirilmiş bir sistemin her
öğrencinin yeteneklerini geliştirmesi mümkün değildir.
Öğrencilerimize elbette bilgi
vermeliyiz. Ama onların sâdece ezber yeteneklerini ölçen
sistemler, içimizde saklı olan yeteneklerin çok kısıtlı bir
bölümünü açığa çıkarabilir. Önceden ezberlenmiş bir yanıtı sular
seller gibi verebilmenin dünyanın ilerlemesine ya da gelişmesine
katkıda bulunacağı kuşkuludur. Yenilikçi fikirler, yanıtların
olmadığı noktada ortaya çıkar.
Dünyada bugün geçerli olan,
ezberciliğe ve kurallara hiç düşünmeksizin uymaya dayalı eğitim
sistemlerini sürdürmek akıllıca bir iş değildir. Zâten bu tip
“zekâ”ya verilen değer de süratle azalmaktadır. İş dünyasında
şirketler, kendilerine söyleneni sessizce yerine getiren, kendi
başlarına düşünemeyen çalışanlara artık gereksinimleri
olmadığını söylemeye başlamışlardır bile. Bu, tüm toplumun
yüzdelere dayanan eğitimden uzaklaşmakta olduğunun bir
göstergesidir.
İnsanlar içlerinde pek çok
umut beslerler. Ama pek azı hayallerini gerçekleştirebilir.
İçlerinde üç milyar parça bilgi barınan genlerimizin
“anahtarını” çevirebilseydik; her şey mümkün olurdu. Yakın
zamana kadar, kullanmadığımız kısmı uyandırmak için elimizden
bir şey gelmeyeceğine inanarak yaşadık.
Dolu dolu ve mutlu bir yaşam
için, zihnimizi kullanarak genlerimizi harekete geçirmeliyiz.
Yeni şeylerle, yeni bilgilerle, yeni çevrelerle karşılaşmak
“kapalı” genlerin harekete geçirilmesi için mükemmel
fırsatlardır.
Size bu yüzden genlerinizi
“açarak” yaşamanızı tavsiye ediyorum.
LABORATUVARDAN HAYAT DERSLERİ
“Gece bilimi” büyük keşiflere yol açar
Büyük keşif ve icatların
arkasında genellikle ilginç öykülere rastlarsınız. Örneğin,
hücre füzyonunu ele alalım. Günümüzün teknolojisi, insan
hücrelerinin mantar hücreleriyle kaynaşarak yeni bir hücre
oluşturmasına olanak vermektedir ve böyle bir şeyin mümkün
olduğu tamamen kazara keşfedilmiştir. Deney yapmakta olan bir
öğrenci, hocasının talimatına harfiyen uymasına rağmen, bir
türlü başarılı olamıyordu. O hayal kırıklığı içinde, deney
çözeltisinin içine kendisine verilen talimatla hiç ilgisi
olmayan bir madde attı. Böylece bir füzyon tepkimesi başlatarak
yeni bir keşfe yol açtı.
Araştırmanın “sahne arkası”
olarak nitelendirilebilecek bu yönüne ben “gece bilimi” diyorum.
Gece bilimi; konferanslardan, mikroskop altında yapılan
incelemelerden ve bulguları çeşitli toplantılarda sunmaktan
ibaret olan “gündüz bilimi”nin tam karşıtı bir olgudur. “Gündüz
bilimi” akılcı ve tarafsızdır, açık ve düzgün bir mantığı
vardır. “Gece bilimi” ise sezgilerden, coşkulardan ve sıra dışı
deneyimlerden, diğer bir deyişle bilim insanlarıyla genellikle
bağdaştırılamayan insanî yetilerden yola çıkarak önemli
ipuçlarına ulaşır.
Büyük bilimsel keşiflerin ve
icatların önemli bir bölümü “gece bilimi” ile başlar. “Gündüz
bilimi”ne “beynin sol tarafıyla düşünmek” dersek, “gece
bilimi”de beynin sağ tarafıyla düşünülmesi ya da benim
tanımladığım şekliyle; “genler bağlamında düşünme” anlamına
gelir. Sezgi, azim ve uyuyan genlerin harekete geçirilmesiyle
ilgili, kendi deneyimlerim sonucu kazandığım bâzı görüşleri
sizinle paylaşmak istiyorum.
Ancak, bilim insanları
“gündüz bilimi”ne fazlaca bel bağladıklarında zararlı
çıkabilirler. Bu onların yeniliklere temkinli yaklaşmalarına yol
açabilir.
Bir insan ne kadar
bilgiliyse, yeni bir araştırma girişimine kuşkuyla bakması o
kadar olasıdır. Bunun tam aksine, deneyimsiz kişiler çoğu zaman
yeni bir şeye hiç duraksamadan başlarlar. “Cehalet mutluluktur”
çünkü cahil insanlar işe hemen atılırlar ve bu korkusuzluk
genelde büyük başarıların elde edilmesiyle sonuçlanır. Yirminci
yüzyılın kilit yenilikçilerinden Buckminster Fuller, bu olguyu
başka bir biçimde ifâde etmiş; tek konuda uzman olmaktansa, her
konudan anlamayı öğütlemiştir.
Bir önceki bölümde sözünü
ettiğim gibi, benim sonradan hayatımın işi haline gelen “renin”
uğraşım da verilerin yanlış yorumlanmasıyla başlamıştı.
Araştırmaya ilk başladığımda, meslektaşlarımın çoğu vazgeçmemi
öğütlemişlerdi. Bu enzimi incelemek için, bilim insanlarının saf
numunelere gereksinimi vardır. Reninin böbreklerde bulunduğunu
biliyoruz ama, miktarı çok az ve değişkendir. Bu iki etkenin bir
araya gelmesi, bir araştırma için olabilecek en kötü koşulları
ortaya çıkarır.
Benden önce birçok bilim
insanı renin üzerinde araştırma yapmış, ancak hiçbiri bu enzimi
saf halde elde etmeyi başaramamıştı. Bunun sonucunda da, tıp
alanında araştırma yapanlar bu konudan bucak bucak kaçıyorlardı.
Bilgiye aşırı bel bağlamak
sezgilerimizi köreltir ve gerektiğinden daha uzağa bakmamıza
neden olur. Bir girişim düzgün yürümediğinde, fazla şey bilmek
bundan hemen sonuç çıkarmamızı sağlar.
Tsukubo Üniversitesi başkanı
ve 1973 yılı Nobel tıp ödülü sahibi Leo Ezaki, Nobel
kazanabilmek için yapılması ve yapılmaması gerekenleri şöyle
sıralıyor:
(1) Geleneğin elinizi
kolunuzu bağlamasına izin vermeyin.
(2) Bilgi istiflemeyin.
(3) Gereksiz bilgilerden
kurtularak yenilerine yer açın.
Özgünlüğe önem veren bir
dünyada eski bilgilere fazla bel bağlarsanız öne çıkamazsınız.
Çok bilgili kişilere benim öğüdüm; bilgilerini bir yana
bırakmaları ve deneyimlerini unutmalarıdır-en azından bir süre
için!
Sebat varsa, “başarısızlık” diye bir seçenek yoktur
1970 yılında, ABD’de renin
enzimiyle ilgili çalışmalarımı tamamlayıp Japonya’ya döndükten
sonra, aynı araştırmayı kısa bir süre önce açılan Tsukuba
Üniversitesi’nde yeniden denemek istedim. Önce başka bir konu
seçmeyi düşünmüştüm ama, yüksek tansiyonu tedavi amacıyla
kullanılma olasılığı yüzünden reninden vazgeçemedim. Ancak,
araştırmam için malzemeye ihtiyacım vardı. O zamana kadar,
reninin beyinde bulunma ihtimalinin olduğunu öğrenmiştim. Bilim
dünyası bu konu hakkında yirmi yıldır ikiye bölünmüştü ve bilim
insanlarının çoğunluğu, enzimin beyinde bulunamayacağı savını
desteklemekteydi. Ancak ben ve meslektaşlarım, elimize geçen
birkaç kanıta dayanarak reninin beyinde bulunduğundan emindik.
Bunu kanıtlamak üzere, beyinden renin özütü elde etmeye karar
verdim.
Beyinde, hormon dolu küçük
bir kese olan hipofiz bezi bulunur. Bu bezde bol miktarda renin
olması gerektiğini düşünerek, domuz ya da inek beyninden hipofiz
eldesine karar verdim.
Önce Tsukuba Üniversitesi
civarındaki domuz çiftlikleriyle temasa geçtim ama gereksinimi
karşılamaları mümkün değildi. Sonra, aradığımı Japonya’nın en
yüksek nüfuslu kenti olan Tokyo’da bulabileceğimi düşünerek,
buradaki sığır çiftliklerine her gün gittim ve yardım etmeleri
için yalvardım. Sonunda, mezbaha çalışanları, kesilen
hayvanların hipofiz bezlerini bize vermek için gerekli düzeni
kurdular. Laboratuarımızdan öğrenciler ayda birkaç kez Tokyo’ya
giderek malzemeyi alıyordu. Projemiz yürümeye başlamıştı.
Sığırlardaki hipofiz bezi,
başparmağınızın ucu büyüklüğünde bir şeydir. Üzeri kestane
kabuğu gibi sert bir zarla kaplıdır ve bu zarın soyulması son
derece zordur.
Senelerce romatizma gibi
hastalıkları çeken, sonra da dertlerine kaplıca tedavisi gibi
bir çare önerilen insanlarla ilgili pek çok hikâye vardır. Bunun
doğru olduğuna öylesine inanırlar ki; kaplıca banyosundan sonra
ağrıları ebediyen geçer. Bence, düşünceleri değiştiğinde,
uyumakta olan yararlı genlerinin “anahtarı” çevrilmektedir.
Sıcak kaplıca suyunun sağaltıcı özelliklerinin yanı sıra,
inanmaları da hastalığın iyileşmesinde kuşkusuz ki rol
oynamıştır. Aynı şekilde; lider bir hedefe ulaşmanın mümkün
olduğuna inanıyorsa, etrafındaki insanlar da buna inanırlar.
Ancak, lider buna tüm kalbiyle inanmalıdır.
İlginç bir biçimde, birileri
coşku içinde çalışıyorsa, ötekiler de onlara katılmak istiyor.
Doktorlar, lisans öğrenimini tamamlamış ve hâlâ lisans öğrenimi
gören öğrenciler, en sonunda da oradan geçmekte olan insanlar
bize yardım etmeye koştular. Her biri birer buçuk gram, toplam
ağırlığı ise yaklaşık 50 kg. olan 35.000 tane hipofiz bezi
ayıkladık. Onları, kahve benzeri bir toz elde etmek üzere
dondurarak kuruttuktan sonra, renin özütü elde etmeyi başardık.
Ne yazık ki, o kadar
çalışmadan sonra elimize geçen enzim miktarı sâdece 0.5 mg.dı;
yâni beklediğimizin tam yarısı. O kadar ufacıktı ki; çıplak
gözle göremiyorduk bile. Ama en azından beyinden saf renin
eldesinde başarılı olmuştuk.
Bu sonucu hemen,
Heidelberg’te 1979 yılında yapılan Uluslararası Hipertansiyon
Birliği toplantısına götürdüm. Katılımcıları titizlikle seçilen
saygın bir toplantıdır bu. Sunumu bitirdiğimde, salondan bir
alkış tufanı yükseldi. Renin enziminin beyinde var olup olmadığı
hakkında yirmi yıldır sürüp giden uluslararası tartışmalara son
verdiğimiz için bizi alkışlıyorlardı.
Bu deneyimden çok değerli bir
ders çıkardım: araştırmalarda başarılı olmak, kişinin akademik
düzeyinden çok, “erken kalkması”na bağlıdır. Bu ifadeyi hem
gerçek anlamında hem de “rekabette önde olmak” olarak
kullanıyorum.
Renin özütünü araştırma
grubumuzdaki herkesin sıkı çalışması sayesinde elde etmiştik.
Sunumumdan sonra verilen resepsiyonda, dünyanın dört bir
yanından bilim insanları beni tebrik etmeye geldiler. Çoğu
“Japonya böylesine bir ekonomi devi olduğu için çok şanslısınız”
diyordu. Bu ifâde, başka bir soru soruluncaya kadar, beni hayli
şaşırtmıştı: “ABD’den bunca hipofiz bezi getirtmek size kaça
mal oldu?” bu soru üzerine uyandım. Hipofiz bezlerini
Amerika’dan aldığımı sanıyorlardı! Onlara gururla işin aslını
söyledim. “Bir yerden ithalât falan yapmadık. Malzemeyi bize
mezbaha bağışladı. Hepimiz; öğrenciler, ben, doktor arkadaşlar,
hâttâ karım, bezlerin kabuklarını hep birlikte ayıkladık.”
Karımın en iyi “ayıklayıcı” olduğundan söz etmedim. O
günden sonra adım “Dr. 35.000 inek” kaldı!
Bilimde bitiş çizgisi olmaz
Onca zahmetle elde ettiğimiz
enzim numunesi, bir hazine kadar değerli olmakla birlikte,
yeterli değildi. Büyük bir gürültü koparan 0.5 mg. Renin belki
uluslararası bir tartışmaya son vermişti ama, esas hedefimize
ulaşmamız, yâni enzimin genetik şifresini çözmemiz için yeterli
bir miktar değildi. Dahası, her ne kadar beyinden elde edildiyse
de; kullanılan insan beyni değil inek beyniydi.
İdeâl çözüm, insan beyninden
renin eldesiydi ki; böyle bir şey söz konusu bile olamazdı. Bir
kez daha karmakarışık olmuştum.
Kısa süre sonra heyecan
verici bir haber geldi: Yeni geliştirilen bir teknolojiyle, koli
basilinden fazla miktarda insan ensülini elde edilmişti. Gen
mühendisliği çağına girmiştik. Araştırma kadromda yer alan
arkadaşlarıma danıştıktan sonra, hakkında hiçbir şey bilmememe
karşın, projemizde gen mühendisliğine yer verme kararı aldım.
Bununla iki şey amaçlıyorduk: Koli basilinden insan renini
eldesi ve enzimin genetik şifresinin çözülmesi.
Deneye hazırlık olmak üzere,
farelerde bulunan renin enziminin genetik yapısını incelemeye
başlamak üzereydik ki; moral bozucu bir haber aldık: Araştırma
dünyasının şampiyonu Fransız Pastör Enstitüsü fare renininin
şifresini çözmüştü bile. Bu aksiliğe rağmen, araştırmadan
vazgeçmedik; taktik değiştirerek hemen insan renini üzerinde
çalışmaya başladık.
Sonra bir darbe daha geldi.
Pastör Enstitüsü, Harvard Üniversitesi’yle birlikte yürüttüğü
çalışmada, sâdece insan reninini incelemeye başlamakla kalmamış,
şifreyi %80 oranında çözmüştü de. Bu haber resmen açıklanmamıştı
gerçi, ama doğruluk olasılığı hayli yüksek görünüyordu. İpi yine
onlar mı göğüsleyeceklerdi? Bunu anlamak üzere Fransa’ya uçtum.
Paris’te, Pastör Enstitüsü
söylentiyi doğruladı: “Artık bizi yakalayamazsınız. Neden
maymun renini üzerinde çalışmıyorsunuz?” Büyük bir kendini
beğenmişlik içindeydiler. Başarılı olacaklarından son derece
emindiler.
Paris’ten bir toplantıya
katılmak üzere Almanya’ya, Heidelberg’e gittim. Üniversitenin
yakınlarında bir birahanede, moralim son derece bozuk bira
içiyordum ki; içeriye tanıdık biri girdi. Shigetada Nakanishi,
Kyoto Üniversitesi’nde profesördü ve gen mühendisliği alanında
uluslararası bir üne sahipti. Yanıma oturdu, ona bütün hikayeyi
bir nefeste anlattım.
Nakanishi’nin tepkisi beni çok şaşırttı: “Sâdece
% 80’ini çözmüşler, öyle mi? Bu durumda hâlâ şansınız var
demektir. Biliyor musun, bir genin % 99’u deşifre edildikten
sonra bile, son bölümde takılıp kalabiliyor insanlar.”
“Ama biz daha...”
“Eğer istersen, benim
laboratuarımdan yardım alırız.”
“Kötü haberler üçer üçer
gelir” derler ama bazen iyi haberler de üçer üçer geliyor.
Döndüğümde beni bekleyen başka iyi haberler vardı. Laboratuarda
bizimle birlikte çalışan bir doktor, Japonya’nın bütün
üniversite hastanelerine haber yollamış ve ameliyatlarda
rastlayacakları, içinde fazla miktarda renin bulunan böbrekleri
bize bildirmelerini istemişti.
Rakibimiz olan Pastör
Enstitüsü bitiş çizgisine yaklaşmak üzereydi, biz ise her şeye
henüz yeni başlıyorduk. Lisans öğrencileri laboratuara uyku
tulumlarını getirmişler, geceleri de orada kalıyorlardı. Geceli
gündüzlü çalışıyorduk.
Ekibimiz şifreyi
tamamladığında; Pastör Enstitüsü henüz işini bitirememişti.
Nihai hedefimize ulaşmış; insan renininin genetik şifresini
çözen ilk biz olmuştuk. 1983 yazının ortasıydı, Tsukuba
Üniversitesi’nin onuncu yıl dönümü kutlamalarına üç ay kalmıştı.
İnsan reninin şifresini
başarıyla çözme öykümüz, aynı zamanda kişinin sezgilerini
kullanmasıyla nasıl ödüllendirildiğinin de mükemmel bir
örneğidir. Araştırmalardan iyi sonuçlar alabilmek için, bilim
insanı sezgilerinden de yararlanmalıdır. Sezgi, bilimin dışında
pek çok alanda kazanılan başarılarda da rol oynamaktadır.
YAŞAM TASLAĞININ “HARİKALARI”
Genetik bilgi, dizilim
sırasına göre farklı proteinlerin sentezlenmesini sağlayan ve A,
T, C, G harfleriyle ifâde edilen dört ana kimyasal maddede
kodlanmıştır. Her bir genin içinde bu harflerden üç milyar tane
vardır. Dizilimde tek bir harf bile eksik olsa, hedeflenen
protein gerektiği gibi sentezlenemez. Örneğin, eğer elin
gelişmesini sağlayan gende hasar varsa, çocuk elsiz doğar.
Cinsel çekiciliği belirleyen
bir genin olup olmadığını bilmesek de, canlı organizmaların
biyolojik saatini yöneten genin hangisi olduğunu biliyoruz.
Bedenimiz yirmi dört saatlik bir döngüye ayarlanmıştır. Gece
uykumuzun gelmesi, gündüz uyanmamız ya da gece yaratıklarının
bunun tam aksi biçimde davranmaları, döngüyü kontrol eden genin
varlığına işaret etmektedir. “Sanat geni” olarak adlandırılan bu
gen, ilk kez 1977 yılında ABD’de Northwestern Üniversitesinde
araştırma yapan ekip tarafından, farelerde belirlenmiştir.
Bakteri ve meyve sineğinde daha önce saptanmış olmakla birlikte,
aynı genin memelilerde de görülmesinin uykusuzluktan jetlag
şikayetleri için yeni tedaviler geliştirilmesine katkıda
bulunması beklenmektedir.
Genetiğin zekâ üzerindeki etkisi
İnsan türünün tarihini
şereflendiren olağanüstü dehalar vardır. Bu dahilerin
evlatlarının dünyaya aynı sıra dışı özelliklerle gelmemiş
olmaları birçok insanı hayrete düşürür. Vasat yeteneklere sâhip
dahi çocuklar çok daha sık rastlanan olgulardır.
Örneğin, Goethe’nin oğlu hem
zayıf bünyeliydi, hem de ortalamanın altında bir zekaya sahipti.
Mozart’ın birçok çocuğu olmuş, ama çoğu daha bebeklik
çağındayken ölmüştü. İki oğlundan biri besteci olmuşsa da,
babasının düzeyine asla ulaşamamıştı.
Hepsinin aynı genleri
paylaşıyor olmalarına karşın ortaya çıkan bu uyumsuzluk, büyük
ihtimalle iki etkenden kaynaklanmaktadır: Çevresel etki ve genin
“açma/kapama” mekanizması.
Dahiler belli alanlarda kayda
değer bir yetenek sergilerken, başka alanlarda genellikle
eksantrik davranışlar gösterirler.
Darwin’in evrim kuramına göre
insanlar, hayvanlar ve bitkiler mevcut özelliklerini milyarlarca
yıllık bir süreç sonunda kazandılar. Bu kuramın temel fikrî,
hayatta kalmaya en uygun olanın doğal seçim yoluyla
belirlendiğidir. Sâdece değişken çevreye uyum sağlayacak kadar
güçlü olanlar hayatta kalabilmektedir. Evrim kuramının özünde
genetik değişim vardır.
Genlerimiz, balık ve
sürüngenlerle ilgili olanlar da dâhil olmak üzere, geçmişimizden
gelen tüm bilgileri içerir. Bilebildiğimiz kadarıyla, on beş
milyar beyin hücremizin çok küçük bir kısmı etkin olarak
kullanılmaktadır. Dolayısıyla uykudaki genlerimizin sayısı
hareket halindeki genlerimizi kat kat aşmaktadır. Ancak, onların
bu eylemsizliği anlamlıdır. Vücudumuz çeşitli virüs ve
bakterilerin bombardımanı altındadır. Eğer genlerin yapısında
manevra yapılabilecek kadar boşluk olmasaydı, saldırıya uğrayan
kısım anında hasar görür, bu kısmın hayati önem taşıması halinde
tahribat daha da büyürdü. Bunu önlemek için, küçücük olmalarına
karşın genlerin içinde boşluklar bulunmaktadır. Bu boşluk
kuşkusuz ki gereksiz değildir. Bir füzenin nüfus yoğunluğu
yüksek bir kentte ve geniş bir çöl ya da orman içinde yaratacağı
tahribatı karşılaştırın; ne demek istediğimi anlarsınız.
Gebelik sırasında bir anomali
ortaya çıkması halinde bebek sakat ya da kalıtsal bir hastalıkla
doğabilir. Başka bir deyişle, eğer genin içindeki ana bilgi
hatalıysa, bu durum bedenin normal gelişmesini etkiler.
Bugün her ne kadar çevresel
etkenler göz ardı edilmemeliyse de; “yaşam tarzını etkileyen
hastalıklar” olarak adlandırılan hastalıklar üzerinde genetik
etkenlerin düşünüldüğünden çok daha büyük rol oynadıklarını
biliyoruz.
Böylece, birçok hastalığın
altında genlerin yattığı ortaya çıkmaktadır: hastalanmışsak; ya
bir gen gerektiği şekilde işlev görmemektedir ya da aktif
olmaması gereken bir gen harekete geçmiştir. Bu kusurlara neden
olan etkenler kabaca, kalıtsal ve çevresel olarak ikiye
ayrılabilir. Belli bir hastalığa kalıtsal eğilimi olan insanlar,
çevresel koşullar onlardan yanaysa bu hastalığın hiçbir
belirtisini göstermeyebilirler. Bu durumda, hastalık yapıcı
genlerin harekete geçmemiş olduklarını varsayabiliriz. Örneğin,
ailenizde şeker hastalığı öyküsü varsa ve siz bu hastalığa
yakalanmamışsanız; genleri pekala taşıyor olmanıza rağmen, size
özgü çevresel etkenler-ki bunların içine fizyolojik etkenler de
girebilir-bu geni hareketsiz bırakmıştır.
Araştırmaların beklenmeyen sonuçlar verdiği sık sık görülür
Reninin üretilmesi ve
yapısının belirlenmesi, birçok insanın yararına olan, hiç
beklenmedik bir gelişmeye yol açtı. Yapılan araştırma sırasında,
reninle aynı familyadan bir başka enzimin AIDS tedavisinde
etkili olabileceği belirlenmişti. Bu enzim üzerinde birçok
şirket çalışmaya başladı ve böylece yeni bir ilaç yapıldı. 1997
yılında ABD’de AIDS den ölenlerin sayısında, hastalık ortaya
çıktığından bu yana ilk kez düşüş gözlendi. Bu durum, doğrudan
doğruya geliştirilmiş olan ilaçtan kaynaklanıyordu.
Araştırmalarımızın sonuçları ayrıca, renine bağlı kan basıncı
yükselmelerinde %70 oranında etkili olan bir hipertansiyon
ilacının bulunmasına yol açtı. Bu ilaç da Japonya’da piyasaya
sürülmüştür.
Araştırmamızın sonucu AIDS ve
hipertansiyon tedavilerinin geliştirilmesini de sağlamış ve
bilgisayar aracılığıyla ilaç tasarımına zemin hazırlamıştı. Bu
yüzden sonuçlardan gayet memnunduk.
Yaşam bilimleri alanında
kullanılan ana araştırma yöntemleri, deney ve gözlemdir. Gözlem
teknolojileri ve deneysel yöntemlerde kaydedilen hızlı
ilerlemeler, karaciğer gibi iç organların vücudun dışına alınıp
enine boyuna incelenmesini oldukça basit bir iş haline
getirmiştir. Ancak, bu organlarımız dışarıya alındıklarında
vücudun içindeymiş gibi çalışmaları beklenemez. Bu durum,
yalnızca dokular için değil hücreler için de geçerlidir.
Laboratuar ortamında bir hücre kültürü hazırladığımızda,
hücrelerin işlevini tarif edebiliriz ancak, onların vücudun
içine yerleştirildiklerinde aynı şekilde işleyip
işlemeyeceklerini kestiremeyiz.
İşlev bozukluklarının
düzeltilmesi için eksik olan genin yerine konması ile ilgili
çalışmaların kobaylar üzerindeki uygulamaları tamamlanmıştır.
Artık genlerle istediğimiz şekilde oynayabileceğimiz bir noktaya
doğru yaklaşıyoruz. Ancak, bu çalışmalardan öngörülemeyen ve
zararlı olabilecek sonuçlar çıkması da olasıdır. Bu yüzden, gen
tedavisi uygulamalarında son derece temkinli davranmalıyız.
Hücrelerimizde kayıtlı mini
minnacık bilgilerin karakterimizi, davranışımızı, sağlığımızı ve
hastalıklarımızı etkilediği gerçeği, bütün bilim kariyerim
boyunca beni esir almıştır ve bu konuda duyduğum hayretin
azalacağına dair en ufak bir işaret yoktur. Yaşamın bir taslağı
olduğu gerçeği o kadar şaşırtıcı ki; bunun tanrısal bir şey
olduğunu düşünmeden edemiyorum.
BİLİM ve TANRISAL GÜCÜ
BİRLEŞTİRMEK
Gen mühendisliği alanındaki gelişmelerin doğa yasalarını ihlal
etmesi mümkün değildir.
Gen mühendisliği de dâhil
olmak üzere biyoteknolojinin bu kadar tartışma yaratması ve
İngiltere’de 1997’de üretilen ilk klon koyunun evrensel tepki
kıvılcımları oluşturması işte bu yüzdendir. Birçok insan,
bakkallarda satılan genetiği değiştirilmiş besin maddelerinden
sağlığı tehdit ettikleri korkusuyla kaçınmakta, bir yandan da
insanoğlunun Tanrı’nın yarattığı doğa ve genlerle oynamaya hakkı
olup olmadığını sorgulamaktadır.
Genetiği değiştirme ve
klonlama teknikleri, her ikisi de gen teknolojisini kullanıyor
olmakla birlikte, birbirlerinden çok farklı şeylerdir. Ama bu
durum, gen mühendisliğinin doğrudan yaşam mekanizması üzerine
etki ettiği gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla, konuyu
ahlâk ve dinden soyutlamak imkansızdır. Gündemdeki soru;
genetiği değiştirme teknolojisini nereye kadar kullanmamız
gerektiğidir.
Genetiği değiştirmenin klâsik
yöntemi çapraz döllenmedir. Bâzı insanlar bu yöntemde herhangi
bir genetik değişikliğin söz konusu olmadığı gibi yanlış bir
izlenim içindedirler. Oysa ürün ıslahının bu geleneksel yöntemi,
genlerle oynamanın en somut örneğidir. Çapraz tozlaşmayla elde
edilen geliştirilmiş melez bitkiler, hiç kuşkusuz genetiği
değiştirilmiş bitki örnekleridir.
Daha sonraları çapraz
döllenmeye karşı bir seçenek olarak genetik mutasyon teknolojisi
geliştirildi. Bu yöntemle, bitkiler, genlerde mutasyona yol
açacak radyasyon ya da zehirli kimyasal bombardımanına tutulur.
Böylece oluşan genetik değişimin bir miktarı, istenen
özellikleri ortaya çıkarma yönünde olabilmektedir.
Bilim insanları; on bin,
hâttâ birkaç milyon mutasyon arasından bir tanesi bile
yararlıysa, kendilerini şanslı addetmektedirler.
Bundan dolayı, genetik
değişimle ilgilenenler daha hızlı ve doğru sonuç alınabilecek
bir yöntem aramaya başladılar ve gösterdikleri gayret, meyvesini
70’li yıllarda biyoteknoloji olarak verdi. Biyoteknoloji,
yeni bitki soylarının üretilmesi için gereken zamanı çarpıcı
oranda kısalttı ve akraba türlerin kullanılması zorunluluğunu
ortadan kaldırdı. Ancak, genlerle oynayabilme becerisinin
kazanılması aynı zamanda; Grek mitolojisinin başı aslan, bedeni
keçi, kuyruğu yılan olan yaratığı Kimera gibi canavarlar
yaratılabileceği korkusunu da doğurdu.
Biyoteknolojinin farelere
insan geni aktarmamızı mümkün kıldığı doğrudur. Bitki ve insan
hücrelerini bu yolla kaynaştırmak da teknik olarak mümkündür.
Ama bütün bunlar söz konusu hücrelerden insan-bitki ya da
insan-fare melezleri ortaya çıkacağı anlamına gelmez. İnsan ve
bitki hücreleri bir araya getirilse bile, hücre bölünmesi
sırasında ikisinden biri yok olacaktır. Doğa katı yasalar
tarafından yönetilmektedir. Biyoteknoloji ne kadar ilerlerse
ilerlesin, bu temel yasalara aykırı davranılması imkansızdır.
Biyoteknoloji; tarım,
hayvancılık, tıp, eczacılık ve enerji gibi alanları da kapsayan
geniş bir aralıkta uygulanma olanaklarına sâhip bir bilimsel
devrim olarak görülmektedir.
Tıpkı fazla miktarda
tüketilmeleri halinde sağlıklı besinlerin de bünyeye zarar
verdikleri gibi; bu teknolojinin de doğasında bâzı riskler
vardır. Gelecekte ne getireceği nasıl kullanılacağına bağlıdır.
Ancak aynı zamanda, bu teknolojinin hastalık gibi bâzı
sorunların çözülmesine yardım etme, biyoloji ve tıp alanlarında
daha büyük ilerlemelere katkıda bulunma olasılığı son derece
yüksektir.
Bir zamanlar Russell L. Schweickart ile aynı otelde kalmış ve
kendisiyle uzun uzun konuşma fırsatı bulmuştum. Apollo 9
mürettebatından olan bu Amerikalı astronot, benimle uzayda
yaşadıklarını paylaşmıştı. Özetle şöyle demişti:
“Uzaydan bakıldığından dünya yalnızca güzel
değil, canlıymış gibi de görünüyor. Aşağıya, ona bakarken,
kendimi o hayata bağlanmış hissettim; varlığımı dünyaya borçlu
olduğumu duyumsadım. Öylesine heyecan verici bir deneyimdi ki,
kelimelerle ifâde edemem.”
Dünyanın canlı olduğu
düşüncesine sâhip olmamıza rağmen, bu düşünce gündelik
hayatımızda pek sık akla gelen bir şey değildir. Schweickart
dünyaya uzaydan, makrokozmik açıdan bakarken bu gerçeği fark
etmişti. Ben de mikrokozmosa, genlerimizin içindeki dünyaya
bakarken aynı hayret ve merakı hissediyorum.
Bu gezegende iki milyon-iki
yüz milyon arası tür olduğu tahmin edilmektedir ve hepsi de
hayatlarını aynı genetik şifreye borçludur. Bu bana tamamen
inanılmaz geliyor ama yine de tartışılmaz bir gerçek. Bence bu
“büyük bir şey” diye adlandırdığım varlığın kanıtıdır.
“Büyük bir şey”in
ne olduğunu tam olarak tanımlayamıyoruz. Kimilerine göre o Doğa,
kimilerine göreyse Tanrı ya da Buda. Onu istediğimiz gibi
adlandırmakta özgürüz. Ancak, asla unutmamalıyız ki, yaşamımızı
bu gizemli gücün yaptıklarına borçluyuz. Yaşamaya ne denli
kararlı olursak olalım, genlerimiz işlev görmezse bir saniye
bile hayatta kalamayız.
Kendi ebeveynimize duyduğumuz
şükran, doğal olarak bizden öncekilere de minnet duymamıza yol
açmalıdır. Bu bizi böylece hayatın başlangıç noktasına götürüyor
olsa gerek. Gözle göremememize rağmen, yaşamın sürekliliği böyle
bir varlığın göstergesidir. Genleri araştırmak; gözlerimizi
yaşamımızı bu bizim varlığımızdan çok daha üstün varlığa borçlu
olduğumuz gerçeğine çevirmenin ne kadar önemli olduğunun farkına
varmamı sağladı.
Genlerin ruhu var mıdır?
Gen araştırmacısı olarak
geçen yaşantım, ölümden sonra bize ne olacağı hakkında belli
bâzı inançlar edinmeme yol açtı. Yaşamın sürekliliği vardır.
Anne ve babanın genleri çocuğa, oradan toruna aktarılır ve yaşam
böylece devam eder. Ancak, buradaki süreklilik yaşamın değil,
genlerin sürekliliğidir. Genler yaşamla eş anlamlı değildir.
Onlar sâdece taslak, gerçekten çok tasarımdır. Eğer yaşam
genlerimizde değilse, nerededir ve nedir? Bunu bilmiyoruz.
Çoğu insan öldükten sonra bir
başka bedende yeniden doğacağımıza, bireyin madde alemi içinde
kendini bedende var olduğu sürece gösterebilen bir ruhu olduğuna
inanır. Reenkarnasyon bu ruhun sürekliliğini ifâde eder.
Bunun doğru olup olmadığını
bilmiyorum ama, bu tür şeylerin genler düzeyinde
açıklanamayacağını biliyorum. Gen maddedir, ruhu madde
bağlamında açıklamak ise olanaksızdır. Ancak, sırf biz
açıklayamıyoruz diye “ruh yoktur” diyemeyiz. Benim
gördüğüm şekliyle ruh, bilincine varabileceğim bir şey değildir.
Bilincinde olduğum şey, ruh
değil “zihin”dir. Mutluluğu, kederi, öfkeyi hisseden
zihindir ama beden öldüğünde onun varlığı da sona erer. Zihin
madde dünyasına ait olduğu için tenden ayrılamaz, dolayısıyla
onunla birlikte yok olup gider. Öte yandan, mana dünyası insan
farkındalığının çok ötesinde bir şeydir. Ruh bu alanla ve bu
alan aracılığıyla “büyük bir şey”in dünyasıyla bağlantılıdır.
Dolayısıyla, ruhum vardır ama ben bunu bilinçli olarak fark
etmem. Bu yüzdendir ki; tanrısal gücün dünyasını tek başına
mantık ve bilinçle algılamak asla mümkün olmamıştır.
James Watson ile birlikte
DNA’nın helis yapısında olduğunu öne süren Francis Crick;
(Şaşırtıcı Sav: Bilimsel yöntemlerle ruh arayışı) adlı
kitabında, genlerin ruhu olmadığı sonucuna varıyor.
Genler insanların fiziksel sürekliliğini sağlar ama ruh farklı
bir boyuta aittir. Her bir geni deşifre etsek bile ruhu
anlayamayız. Bu, bizim için her zaman tanrısal bir giz olarak
kalacaktır ve belki de böyle olması gerekmektedir.
Bizler düşündüğümüzden çok daha “harika”yız
On beş bin domates üreten
domates fidanını duymuş muydunuz?
Bu bitkiler hidroponik
yöntemle, yâni gün ışığı ve besin maddeleriyle zenginleştirilmiş
su içinde yetiştirilmişti. Diğerlerinden tek farkları, toprakta
değil de suda büyümüş olmalarıydı. Normalde, toprak bitkiler
için elzemdir. Bitkiler köklerini toprağa salarak büyümeleri
için gerekli besin ve nemi emerler. Elbette gün ışığına ve
havaya da ihtiyaçları vardır ama yine de toprak her zaman
tarımın en önemli bileşenlerinden biri olarak görülmüştür.
Toprak bilimci Shigeo Nozawa ise, bunun tam aksinin geçerli
olduğunu düşünüyordu.
Geliştirdiği yöntem “hidroponik
tarım” olarak adlandırılır ve bu sayede normal domates
fidesinin bin misli meyve veren domates fideleri elde
edilmiştir.
Nozawa dev domates üretme
fikrinin nereden geldiğini şöyle açıkladı: “Etrafımızda
gördüğümüz bitkiler, belli koşullara sınırlı bir güçle karşılık
veriyorlar. Onları içlerindeki gücün farkına varmaktan alıkoyan
koşulların ne olduğunu incelemeye başladım ve engellerden
birinin toprak olduğu sonucuna vardım.” Geleneksel akla
göre, toprak bitkinin büyümesi için gereklidir ama Nozawa bu
görüşü tepe taklak etti. Toprak, bitkilerin saldıkları köklerin
yolunu keser. Toprağın su dengesi sık sık değişir. Buna ek
olarak, toprak, bitkilerin enzim gereksinimlerini sağlamalarını
engeller ve onları sıcaklık değişimlerine açık hale getirir.
Fizyolojik değişimler kimyasal tepkimelerin sonucudur ve toprak
gibi engeller bu sürece müdahale eder. Nozawa, eğer bu
kısıtlamalar ortadan kaldırılırsa, bitkinin daha iyi fotosentez
yapacağı ve daha hızlı büyüyeceği sonucuna varmıştı. Onun bu
savı, yetiştirdiği domates fidelerinin veriminin bin misli
artmasıyla doğrulanıyordu.
İnsanlar da aynıdır. Bütün
engelleri ortadan kaldırır ve uygun bir çevre sağlarsak, gelişme
potansiyelimiz sınırsız olur. Eğer domatesler güçlerini bin kat
arttırabilmişlerse, daha karmaşık organizmalar olan insanların
yeteneklerinde daha da büyük artışlar beklemek gerçekçi bir
yaklaşım sayılmalıdır.
Peki, insanın içindeki gücün
gelişimini sınırlayan etkenler nelerdir? Hemen akla gelen bir
tanesi, insanların kendilerini çeşitli zevklerle tatmin etme
arzusudur. İçki, kumar ve ahlaka aykırı cinselliğin iyi şeyler
olmadığını herkes bilir. Ama mesele o kadar basit değildir. Bâzı
alkollü içeceklerin makul miktarları sağlığa yararlı olabilir ve
kumar, bâzı durumlarda, insanların gerginlikten kurtulmasını
sağlar.
İnsanın gizilgücünü
kısıtlayan ana etken, böylesi zevklere kapılmaktan çok, düşünce
tarzı olmaktadır. Ne tür düşünce zararlıdır? Doğanın yasalarına
aykırı, olumsuz düşünce tarzı!
Geriye gerçekliği kesin olan
tek şey kalıyor: Genlerimiz ve işleyişleri. Onlar doğanın
yasalarıyla ahenk içinde oldukları sürece; yaşamı korumak,
zenginleştirmek ve yaşamdan zevk almak için çalışıyorlar. Doğaya
daha yakından bakmamız ve onun yasalarıyla uyum içinde yaşamaya
çabalamamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer bunu yapabilirsek,
bizim de- domatesler gibi-içimizdeki sınırsız gücü açığa
çıkarabileceğimizi düşünüyorum.
Ahenk içinde yaşayın
Doğanın yasalarıyla ahenk
içinde yaşamamız gerektiğini söylemesi kolaydır da, biz bu
yasaların hepsini bilmeyiz. Üstelik, “ahenk içinde yaşamak”tan,
kendimize göre anlamlar çıkarmamız da pekala mümkündür. Bu
anlamların kişiden kişiye değişeceğinden kuşku yoktur. Geçmişte
nasıl yaşamamız gerektiğini bize din öğretirdi. Bugün ise
insanların çoğu dinden soğumuş ve din yerine bilime inanmaya
başlamışlardır.
İnsanlar öyle tercih
ediyorlarsa, bilime inanmakta özgürdürler. Ama ben bilimin tek
başına her şeyi çözebileceğini düşünmüyorum. Din ve bilim
arasındaki uçurum git gide açılmakta ve bilimsel düşünceye
alışan günümüz insanı artık dinsel kurallarla ikna olmamaktadır.
Ben şahsen, bilimin ve dinin aynı kaynaktan doğduklarını
düşünüyor ve bu yüzden onları uzlaştırmanın yolunu arıyorum.
Yaşadığımız çağda, geçip gitmiş bir çağın geleneklerini
yüklenmiş bir dinî kabul etmek artık mümkün değildir ama,
tamamen bilime de inanamayız.
Öyleyse ne yapabiliriz? Kendi
yaşantımda yararını gördüğüm üç önerim var:
1) Yüce amaçlarınız olsun.
2) Şükretmeyi unutmayın.
3) Olumlu düşünün.
1.
Yüce amaçlarınız olsun
Bu inanç doğrultusunda
hareket etmeye başladıktan sonra, hayatımda niyetimin takdir
edildiğine kesin gözüyle bakmamı sağlayan olaylar gelişti.
Gayretlerimiz “Büyük bir şey”in bizi kolladığını duyumsamama yol
açacak biçimde meyve verdi. Genleri incelerken yaşadıklarım
sayesinde eğer iyi genlerimizin “anahtarını” çevirerek yaşamayı
öğrenebilirsek, içimizde saklı gücü normal sınırların bizi çok
ötesine götürecek şekilde açığa çıkarabileceğimizi fark ettim.
2.
Şükrederek yaşayın
Bence, sırf kendi gücümüz ve
maharetimizle yaşamadığımızı, yaşamın bize doğa tarafından
sunulan paha biçilmez bir armağan olduğunu hatırlamanın yararı
vardır. Sırf yaşıyor olduğumuz için bile şükredebiliriz.
Genlerle ilgili çalışmam
bana, şu dünyadaki varlığımızın başlı başına bir mucize olduğunu
gösterdi. Bunu özellikle tek bir hücre ile bütün organizma
arasındaki ilişkiyi gördüğümde açıkça anladım.
Çalışanın, çalıştığı şirkette
belli bir görevi vardır ama o aynı zamanda kendine ait bir
hayatı olan bir bireydir de. Aynı şey hücre için de geçerlidir.
Bir yandan karaciğer hücresidir, öte yandan kendi bireyselliği,
organdan bağımsız ve seçici bir işlevi vardır.
Bir organ ya da dokunun bir
kısmını oluşturan hücre, bütünün tüm özellikleriyle donanmıştır.
Bu, yalnızca hücreler ve böbrek ilişkisinde değil, insan-toplum,
insan-yeryüzü ya da insan-evren ilişkilerinde de geçerlidir.
Hepimiz evrenin bir parçasıyız. Bu gezegenin doğal düzenine göre
yaşarız ama bir yandan da o düzenin yaratılmasına katkıda
bulunuruz ve bunu sâdece yaşayarak yaparız.
Darvin’in evrim kuramı çağdaş
toplumda geçerli olan bir kuramdır. Bu kurama göre; bizler doğal
ayıklama ve mutasyon yoluyla evrimleştik ve sâdece yaşamaya en
uygun olanlarımız hayatta kaldı. “En uygun olanın hayatta
kalması” bir doğa yasası olarak kabul edilmişti. Bu yasaya
göre sâdece zafere ulaşanlar yaşamın zevkini sürebilirlerdi.
Yaşam sürekli bir rekabet gibi görülüyordu. Rekabetin olduğu
yerde kazananlar ve kaybedenler olacaktır. Bu demektir ki; insan
ırkının kabaca yarısı kazanacak, yarısı da kaçınılmaz olarak,
ayıklanması gereken “kaybedenler” sınıfına girecekti.
Her insan doğduğu anda yaşama
katılmaktadır. Sonuçları ne olursa olsun, sâdece burada
bulunabilmek bile büyük değer taşımaktadır. Ben şahsen, bunun
şükretmeye değer bir şey olduğunu düşünüyorum.
Minnet içinde yaşamak,
hayatta olduğumuza şükretmek demektir. Böyle bir tutum içinde
yaşamak, herhangi bir özelliği olsun ya da olmasın her yeni günü
memnunlukla karşılamak ve onun tadını çıkarmak demektir.
3.
Düşünceleriniz hep olumlu olsun
Üçüncü tavsiyem-ki bunun en
önemlisi olduğuna inanıyorum-olumlu düşünmektir. Hayat her zaman
bizim istediğimiz gibi gitmez. Hastalanırız, hata yaparız ya da
kalbimiz kırılır.
Bir durum ne kadar kötü
görünürse görünsün, ona olumsuz olarak bakmaktansa, olumlu
bakmak önemlidir. Daha önce de anlattığım gibi, olumlu düşünmek
genlerimizi “açarak”, beynimizi ve bedenimizi yararlı hormonlar
üretmek üzere harekete geçirebilir. Kendi deneyimlerimden bunun
doğru olduğundan eminim.
Her şey karşıtıyla var olur:
Ön-arka, gece-gündüz, güç-güçsüzlük gibi. Bir şey ne kadar tek
yanlı, ötesi yokmuş gibi görünürse görünsün, karşısında bir
başka seçeneğe her zaman yer vardır.
Antikorlar genelde
mikroplarla teke tek dövüşürler. Yâni, bedenimizde her bir
mikropla tek tek başa çıkabilecek sayıda antikor vardır.
Kuşkusuz ki, bu genlerimiz olmaksızın yapılamazdı. Her bir gene,
milyonlarca mikropla savaşmak için gerekli talimat verilmiştir.
Peki bu genler, vücuda girecek mikrobun cinsiyle ilgili bir şey
söylemek mümkün olmadığı halde, nasıl hareket edeceklerini
nereden bilirler? Acaba her cins mikrop için gerekli bilgi
ellerinde var mıdır? Bu soru, bağışıklık sistemi alanında
çalışan bilim insanlarının yıllardır kafasını kurcalamaktadır.
Araştırmalarını ABD’de yapmakta olan Nobel ödüllü Japon bilim
insanı Susumu Tonewaga bu sorunun çözülmesine önemli bir katkıda
bulunmuştur.
Mekanizma şu şekilde
işlemektedir: Genetik bilgi, belli bir mikroba karşı antikor
oluşturacak şekilde bir araya gelebilen parçalara ayrılmıştır.
Bu parçalar, sınırlı sayıda olmakla birlikte, farklı biçimlerde
bir araya gelerek, bedeni hemen her tür mikroba karşı
koruyabilecek milyonlarca antikor oluşturabilmektedir.
Bizi hastalıklardan ne kadar
muhteşem bir sistemin koruduğunu AIDS’in ortaya çıkmasıyla
öğrendik. Böyle bir hastalıkla yüz yüze kaldığımızda bile
umutsuzluğa kapılmamalı, olumlu bir tutum benimseyerek
hastalığın tedavi edilebileceğini düşünmeliyiz. Hastanın
zihinsel tutumunun AIDS’in tedavi sırasındaki seyrini etkilediği
pek çok olgunun varlığı bir gerçektir. Olumlu düşünmek zormuş
gibi görünmekle birlikte, olumsuz düşünmek de genlerinize pekala
zarar verebilir. Durum ne denli olumsuz olursa olsun olumlu bir
tutum içinde bulunmak, genlerimizin işleyişi üzerinde en önemli
etkendir.
Genler hem cesurdur hem de sebatkar
İnsanlar, eğer ortada iki
seçenek varsa, birini diğerine tercih etmeleri gerektiğini
düşünmeye eğilimlidirler. Ancak genlerin, yaşamın taslaklarının,
yapısı böyle değildir. Genlerin “ekzon” olarak bilinen bâzı
bölümleri belli talimatları taşırken, “intron” olarak
adlandırılan bâzı bölgeleri hiçbir bilgi içermemekte, gereksiz
boş alanlar gibi durmaktadır. Bununla birlikte, genetik
bilgilerde ekzonlardan çok daha fazla sayıda intron vardır. Yâni,
doğa bir seçeneği kabul edip diğerini yadsımak yerine bir arada
yaşamı tercih etmiştir. Aynı şekilde, cesaret ve sebatkarlığın
da her ikisi de gereklidir. Genlerimizin hem topluma hem de
yaşam tarzımıza uyarlanabilecek bu iki özelliğinden
öğreneceğimiz çok şey vardır.
Başımıza ne geliyorsa, öyle gerektiği için gelmektedir
Sık sık talih ve
talihsizlikten bahseder, şansın bizden yana olup olmadığını
merak ederiz. Rastlantılardan da sıkça söz ederiz. Bu ifadeleri
aklımızın almadığı, kontrolümüz dışındaki olgular için
kullanırız. Ancak, ben başımıza gelen iyi ya da kötü her şeyin
gerekli olduğuna inanırım.
Büyükannem ve annem
“birikimlerimizi gökyüzüne yatırdık” derken; insanın parayı sırf
kendisi için değil, dünyanın iyileştirilmesi için de kullanması
gerektiğini söylüyorlardı. Yaptıklarımızın sonuçlarını her zaman
hemen göremeyebiliriz. İyi işler genellikle fedakarlık
gerektirir. “Gökyüzündeki banka”ya yatırdığımız, işte bu
fedakarlık ettiğimiz şeylerdir ve bunlar gelecekte size ya da
başkalarına doğal bir getiri olarak geri döner. Bu tıpkı meyve
verdiğini göremeyeceğiniz bir ağacı dikmeye benzer. Yine de
dikersiniz, çünkü bilirsiniz ki gelecek kuşaklar bu ağacın
zevkini süreceklerdir. Bunu bilmekten aldığınız haz, tıpkı
atalarınızın diktiği ve meyvalarının tadını şimdi sizin
çıkarmakta olduğunuz ağaçlar gibi bir ödüldür.
Doğa yasalarının dengesini korumak
Doğa herhangi bir çevrede
yaşayacak canlıların uygun sayısını saptamıştır. Herhangi bir
hayvan türünün nüfusu, belli bir sayının üzerine çıktığı andan
itibaren düşme eğilimi gösterir. Belli bir çevrede hayatta
kalabilmek için bütün canlıların uygun sayıyı tutturmaları
gerekir.
Aynı olguya genlerde de
rastlanır. Bâzı bilim insanlarına göre, genlerin bir kısmı
bencildir; kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmez, sâdece
kendini yaşatmaya ve çoğaltmaya çalışırlar. Öteki genler ise
başkalarını kendilerinden fazla düşünür, hücrelere fedakarlık ve
ölümü telkin ederler.
Bütün canlılar öleceğine
göre, hem bencil hem de fedakâr genlere ihtiyacımız vardır.
Gezegenimizin dengesini bu mekanizma korumaktadır.
Doğal yollarla büyüyen
domates fidanları belki de gerekmediğinden on iki bin meyva
vermiyorlardır ya da on iki bin meyva vermemelerinin bir sebebi
vardır. Biyoteknoloji insana muazzam olanaklar sunmaktadır ama,
bu teknolojiyi etkili bir biçimde kullanacaksak; “kendini
dizginleme” mekanizması elzemdir. Bu, sâdece biyoteknoloji için
değil, bilimin tüm dalları için geçerlidir. Teknoloji bunu
mümkün kılsa bile, doğal çevreyi tahrip ederek ya da canlılarda
şekil değişikliği yaratarak doğa kurallarına karşı gelmekten
kaçınılmalıdır.
Geçmişte, insanların sözünü
ettiği kendilerinden üstün bir varlık ya da gücün ne anlama
geldiğini kavramakta zorlanırdım. Bu güce kimileri “Tanrı” der,
kimileri de “Buda”. Onun yarattıklarının sâdece bir parçası olan
genleri incelemeye başladıktan sonra ise, varlığını sezdim ve bu
varlıktan derinden etkilendim. Kişinin kendisini gerçek anlamda
dizginlemesi, “Büyük bir şey”in varlığını bilmesi ve onun
gelişmemize yardım edeceğinin farkında olmasıyla mümkündür.
Hayat hakkında henüz
kavrayamadığımız bir çok şey var. Benim hayalim, yaşamın özünü
yalnızca bilimsel açıdan değil, tinsel ve dinsel açıdan da
araştırmaya devam etmektir
Genetik Zekâ-Yaşamın İlahi Sırları / Dr. Kazuo Murakami
Çeviri: Nurşan Üstüntaş
1.
Baskı/ Mayıs
2007
Kozmik Kitapla
|