Çocukken San Francisco’daki Tea Garden’a giderdim. Orada
çok sığ olan minik bir gölette su yüzeyindeki nilüfer
yapraklarının bir kaç santim altında yaşamakta olan
sazan balığını büyülenmiş bir biçimde izlerken
saatlerimi geçirirdim. Bu sazan, üzerinde var olan
evrenden bihaber yaşamına devam etmekteydi. Kendime
yalnızca bir çocuğun sorabileceği cinsten bir soru
sorardım. Bir sazan gibi yaşamak nasıl olurdu acaba?
Ne
garip bir yaşam olurdu bu. O küçücük göleti tüm evren
olarak hayal ederdim; uzayı 2 boyutlu olan bir evren…
Sazan yalnızca ileri, geri, sağa veya sola
yüzebilecekti. Ama sonra nilüfer yapraklarının
ötesindeki ‘yukarı’ kavramını hayal ederdim – ki bu
kavram sazanlar için tamamen yabancı bir kavram
olmalıydı. Olur da bilim uzmanı bir sazan bu ‘uzayötesi’
(hyperspace) hakkında bir şeyler söyleyecek olsa –
örneğin bu ‘yukarı’ kavramı hakkında – ona hemen çatlak
demeye başlayıverirlerdi.
Merak
ederdim; acaba bilim ile uğraşan sazanlardan birini
elimle yakalayıp uzayının ötesine çekip çıkarsam ne
olurdu? Bu bilim balığı diğerlerinin arasına döndüğünde
onlara NE muhteşem bir hikaye anlatıyor olurdu ?
Herhalde fiziğin o inanılmaz yeni kuralları üzerine
(diğerlerinin gözünde) bir şeyler geveleyip duruyor
olurdu: Yüzgeçleri olmadan hareket edebilen varlıklar;
solungaçları olmaksızın soluk alan varlıklar; hava
kabarcıkları olmadan dışarı ses verebilen varlıklar…
Ve
ardından yine merakla düşünürdüm. Yine bilimle
uğraşmakta olan bir sazan nasıl olur da bizim
varlığımızı bilebilirdi? . Bir gün yağmur yağdı ve ben
de göletin üzerine düşen damlaların su yüzeyinde küçük
dalgalanmalar oluşturduğunu gördüm. Ve o zaman anladım.
Sazan
bu dalgalanmaların gölgelerini aşağıdan görebilirdi. 3.
boyut onlar için görünmez olabilirdi ancak, üçüncü
boyuttaki titreşimler net bir biçimde görülebilirdi.
Hatta aynı sazan, bu dalgalanmaları hissedebilirdi bile;
hem de onlara işaret etmek için ‘kuvvet’ adını verdiği
aptalca bir terim bularak. Hatta sazanlar toplanıp bu
‘kuvvet’lere ‘ışık’ ve ‘yerçekimi’ gibi şık isimler
verebilirdi. Biz de onları izleyip onlara gülüyor
olurduk, çünkü elbette bilirdik ki gerçekte ‘kuvvet’
diye bir şey yoktu, var olan yalnızca sudaki
titreşimlerdi.
Bugün
bir çok fizikçi, bizlerin, kendi küçük göletimizde
üzerimizdeki görünmez evrenlerden (boyutlardan) bihaber
olarak öylece yüzen sazanlar olduğumuza inanmakta. Var
olan her şeyin teleskoplarımızdan görünen kadarı
olduğuna inanmış bir biçimde kendi mekânsal üç
boyutumuzda ömrümüzü tüketip duruyoruz; bu arada 10
boyutlu bir hiperuzay olasılığını da görmezden
geliyoruz. Evet, biz bu üst boyutları göremeyebiliriz,
ama (aynı su üzerinde olduğu gibi) dalgalanmalarını
(titreşimlerini) hissedebiliriz. Bu dalgalanmalara biz
‘yerçekimi’ ve ‘ışık’ adını veriyoruz.
Hiperuzay teorisi, ne var ki, fiziksel kanıt veya
uygulama yoksunluğundan onlarca yıldır geri planda
kaldı. Zamanında ‘tuhaf’ ve ‘mistik’ konu başlıklarının
alanına girdiği düşünülen bu teori şimdilerde basit bir
sebep yüzünden yeniden canlanıyor: Belki de bu teori,
tüm zamanların teorisi olarak nitelendirilen ‘her şeyin
teorisi’ne açılan kapının anahtarını elinde
bulunduruyor.
Einstein, son 30 yılını, fiziğin Kutsal Kâse’si olan
ancak sonuç alamadığı bu teori üzerinde harcamıştı.
Kainata hükmeden dört ana kuvveti bir arada
açıklayabilen bir teori istiyordu. Bu dört ana kuvvet
yerçekimi, elektromanyetizma ve diğer iki nükleer kuvvet
(zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler). Eğer bunu
gerçekleştirebilseydi, Greklerin dünyanın neden
yapıldığını sormaya başladıkları o zamanlardan bu yana
geçen 2000 yıllık bilim tarihinde elde edilmiş
taçlandırıcı bir başarı olurdu. Bir T-shirt’ün üzerine
bile yazılabilecek ve yazılışı muhtemelen 2.5 santimden
bile uzun olmayacak bir eşitlik (matematik terimi)
arıyordu o; ama öyle güçlü bir eşitlikti ki bu, Büyük
Patlama’dan bu yana olmuş her şeyi; patlayarak atomlara
ve moleküllere ayrılan ve belki de bir kırda zambaklara
dönüşen yıldızları açıklayabilecekti.
Sonuç
itibariyle Einstein görevini tamamlayamadı. Aslında
kendisinden sonra gelen genç vatandaşları onun
görüşlerinden uzak durdular çünkü onlar ‘Tanrı’nın ikiye
böldüğünü, hiçbir insan bir araya getiremez’ diye
düşünüyorlardı.
Belki
de şimdilerde Einstein öcünü alıyordur. Geçtiğimiz on
yıl içerisinde bu dört ana kuvveti tek bir teoride
birleştirebilmek için çok yoğun araştırmalar yapıldı.
Bir tanesi vardı ki (yerçekimini açıklayan) genel
görelilik teorisi ile kuantum teorisini
(elektromanyetizma ve diğer iki nükleer kuvveti
açıklayabilen teori) bir araya getirebilmişti. Sorun
şuydu ki görelilik teorisi ile kuantum teorisi taban
tabana birbirine zıt iki teoriydi. Genel görelilik
galaksileri, quasar* ları, kara delikleri, ve hatta
Büyük Patlama gibi çok büyük yapı ve oluşumları
açıklayan bir teoriydi. Bu teori güzelim 4 boyutlu
uzay-zaman (varsayılan) örtüsünün eğildiği (yer yer
eğilip bükülebildiği) gerçeği üzerine kuruluydu. Kuantum
teorisi ise, tam tersine, çok küçük yapıları
açıklıyordu. Örneğin atomaltı parçacıklar. Bu teori de
‘kuant’ (quanta (tekil) = kuantum (çoğul)) adı verilen
birbirinden bağımsız küçücük enerji paketlerini temel
almaktadı.
Geçen
50 yıl içerisinde bu iki kutupsal zıtlığı birleştirmek
için çok fazla deneme yapıldı ancak başarılı olunamadı.
Birleşik Alan Teorisi veya ‘Herşeyin Teorisi’ne çıkan
yol başarısızlığa uğrayan denemelerin kalıntılarıyla
kirlendi.
Bulmacanın anahtarı belki de hiperuzaydır. 1915’te
Einstein uzay-zamanın 4 boyutlu olduğunu ve eğilip
kıvrılabildiğini söylediğinde bu eğilmenin yerçekimi
adını verdiğimiz bir ‘kuvvet’ olduğunu ortaya koyuyordu.
Theodr Kaluza, 1921’de, 5. boyutun titreşimlerinin ışık
olarak görülebileceğini yazıyordu. Tıpkı,
hiperuzaylarında, kendi dünyalarına hareket eden
dalgalanmaları gören balıklar gibi bir çok fizikçi de
ışığın 5 boyutlu uzay-zamana ait titreşimler tarafından
yaratıldığına inanıyor. Peki ya 5’ten yukarıda olan
boyutlar?
Prensip olarak, daha fazla boyut eklediğimiz takdirde
onları dalgalandırıp farklı şekillerde eğebiliriz;
böylece yeni kuvvetler oluşturmuş oluruz. Aslında 10
boyutlu bir uzayda 4 ana kuvvetin hepsine yer vardır.
Gelgelelim bu o kadar da basit değil. Saf bir biçimde 10
boyuta çıkmakla, bundan önceki teorilerin tamamını
geçersiz kılan bir kısım ezoterik matematiksel
tutarsızlıkları (sonsuzluklar veya kural dışılıklar) da
ortaya atmış oluyoruz. İçinde çok küçük stringlerin yer
aldığı bu 10 boyutlu evreni açıklayan ve kendisine
yöneltilen tüm itirazlara karşı hayatta kalabilmiş olan
tek teori string teorisidir.
Aslında bu 10 boyutlu string teorisi bize 4 ana kuvvetin
basit ve bir anlamda kaçınılmaz birleşimini verir. Bir
keman teli gibi, bu stringler titreşerek rezonans veya
notaları oluştururlar. Bu, neden bu kadar fazla sayıda
atom altı parçacığın olduğunu açıklamaktadır: Onlar
yalnızca stringlerin titreşerek oluşturduğu notalardan
ibarettir. (Bu oldukça basit görünür, ancak 1950’lerde
fizikçiler atom altı parçacık çığının altında
boğulmaktaydılar. Atom bombasının yapılmasına yardımcı
olan J.R. Oppenheimer büyük bir hayal kırıklığı sonucu o
yılki Nobel Ödülü’nün o yıl içerisinde yeni bir parçacık
KEŞFETMEYEN fizikçiye verilmesi gerektiğini dahi
söylemiştir.)
Benzer şekilde sicimler de uzay ve zamanda hareket
ettiklerinde, çevrelerindeki uzayı eğerler; tıpkı
Einstein’ın önceden gördüğü gibi. Böylece, gerçekten de
basit bir resim içinde, yerçekimi (hareket eden
sicimlerin uzayı eğmeleri) diğer kuantum kuvvetleriyle
(artık sicimlerin titreşimleri olarak görülmektedirler)
birleşmektedir.
Elbette bu denli iddialı ve ihtişamlı bir teorinin bir
sorunu olacaktır. Bu teori, her şeyin teorisi olmasından
ötürü Yaratım (Tasarım)ın teorisidir. Yani teorinin
geçerliliğini test etmek için tüm Yaratılmışları yeniden
yaratmak gerekir.
İlk
bakışta bu bizi ümitsizliğe düşürürcesine imkansız
görünür. Çünkü bırakın laboratuarda evrenler yaratmayı
biz daha dünya üzerindeki şu çelimsiz yerçekiminden dahi
kurtulamamaktayız. Ancak bu çetin problemi çözmenin bir
yolu var. her şeyin Teorisi aynı zamanda her günün
teorisidir. Yani, bu teori bütünüyle tamamlandığında,
protonların, atomların, moleküllerin ve hatta DNA’nın
varlığını açıklayabilecektir. Anahtar teoriyi bütünüyle
çözmek ve evrenin bilinen parçaları üzerinde test
etmektir.
Günümüzde, Dünya üzerinde bu teoriyi tamamlayacak kadar
akıllı kimse ortaya çıkmış değil. Teori mükemmel biçimde
tanımlanmış durumda; ne var ki sizin de gördüğünüz gibi
bu teori sanki 21. yy’a aitmiş de yanlışlıkla 20 yy.a
gelivermiş gibi… Zaten tamamen şans eseri, iki genç
fizikçi tarafından bir matematik kitabının sayfaları
arasında gidip gelirken keşfedilmiştir. Teori o kadar
mükemmel ve güçlü ki 20.yy içerisinde çözülemeyecektir.
Sorun şu ki 21. yy matematiği de henüz keşfedilmemiştir.
Ancak
fizikçiler genetik olarak iyimser olmaya yatkın
oldukları için teoriyi yakın bir zamanda çözeceğimize
eminim. Belki de bu satırları okuyan genç biri bu
hikayeden öyle ilham almıştır ki bu teoriyi o
tamamlayacaktır. Sabırsızlanıyorum !
Dr. Michio Kaku,
Professor of Theoretical Physics at the City University
of New York, VISIONS: HOW SCIENCE WILL REVOLUTIONIZE THE
21ST CENTURY ve best-seller HYPERSPACE’in yazarı.
Çeviri: jambuzz |