|
Süleyman Ateş KADER - 1.Bölüm Sevgili
Okurlarımız, Ne kadar objektif davransak da, bazen tanıyamadığımız insanları belli kalıplar içersine sokarız, bu bir imaj meselesidir. İmajı muhatap verir; ancak bu sefer farklı... Kendini kanıtlamış bir kişiyle karşı karşıyayız... O'nu tanımayanınız yok gibidir. İslâm aleminin kariyer isimlerinden biri, Prof.Dr. Süleyman Ateş'ten söz ediyorum... Ateş, 1976-1978 yılları arasında Diyanet işleri başkanlığı yaptı. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde 25 yıl öğretim üyeliğinden sonra sırasıyla Suudi Arabistan İmam Muhammed Üniversitesi'nde 7 yıl, Cezayir İslam Üniversitesi'nde 1 yıl, Samsun 19 mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İnsan bölümleri başkanı olarak 7 yıl, İstanbul üniversitesi İlahiyat Fakü Prof. Ateş, şu anda yarısını tamamladığı Kur'an ansiklopedisi üzerine çalışıyor. O'nu Elazığ' da tanıdım. Birlikte sohbetlerimiz oldu.. Aradan
uzun süre geçmesine karşın yine karşılaştık . Kendisi
Elazığ doğumlu, fırsat buldukça bu kente gidip anılarını tazeleyen
alçak gönüllü bir hoca. Bizi
kırmadı bizle yaptığı bu değerli röpotajla sitemize ayın konuğu
oldu ve sizler için anlattı. Sorularımıza
verdiği detaylı cevaplarından dolayı oldukça uzun olan röportajımızın
iki bölüm halinde yayınlanmasını uygun bulduk. - Kendiniz hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz? -
Efendim, 31.01.1933 tarihinde Elazığ vilayet merkezinin 15 km güneyinde
bulunan Tadım köyünde doğdum. Babamın adı İbrahim Ağa, annem
Behiye Hanım'dır. Ümmî fakat son derece dindar olan babam. Birinci
Cihan Savaşı'ndan itibaren tam dokuz yıl asker olarak çeşitli
cephelerde savaştı , İstiklal Savaşı gazisi oldu. Babam, diğer kardeşlerim
gibi okutmak için beni da köy hocasına gönderdi. Tabii
resmi kaydım böyle değil, resmî kaydım 1935'tir. 0 zamanlar, doğan
çocukları hemen götürüp nüfusa kaydetmiyorlardı. Bir, iki, üç
tane doğuyor, sonra hepsini birlikte kaydettiriyorlardı. Bu yüzden
babam, beni 1935'li olarak yazdırdı. Fakat ben sonra okula gidebilmek için
1935'i 1938'e çevirttim. Şu anda nüfus cüzdanımdaki doğum tarihim.
1938’dir. Yani nüfus cüzdanımda 1938 yılında doğmuş görünüyorum.
Kur'an-ı
Kerîm'i köyde ezberledim. Sonra şehre geldim. Kur'an tecvidi ile meşgul
oldum. Elazığ'da İzzet Paşa Kur'an kursunda, tecvid konusunda meşhur
olan ve bilahare Elazığ müftüsü olan Ömer Efendi'den tecvid ve kıraat
dersleri aldım. Daha sonra Elazığ alimlerinden, Tabur imamlığından
emekli Hacı Muharrem (Sırrî) Kösetürkmen Efendi'den Arapça dersleri
almaya başladım. Daha sonra Erzurum'a gittim. Orada 1951-53 yıllarında
Hacı Faruk Bey'den, kafiye, Molla Cami ve mantık dersleri aldım. Onun
vefatından sonra da Erzurum müftüsü Solakzade Sadık Efendi'den ders
aldım. 1953'te
Elazığ İmam-Hatip Okulu açıldı. Dışarıdan ilkokul diplomasını
alarak Elazığ îmam Hatip Okulu'na kaydoldum. 1960'da İmam Hatip
diploması ile birlikte lise diplomasını da aldım. Yine aynı yıl
Ankara İlahiyat Fakültesi'ne kaydoldum. 1964'te İlahiyat Faküllesi'ni
bitirdim. İlahiyat Fakültesi'ndeki talebeliğimiz sırasında dört yıl
boyunca iki Şerefeli ve İbadullah Camileri'nde imamlık yaptım. İlahiyat
Fakültesi'nden mezun olunca önce Ankara'da kalmak için Diyanet İşleri
Başkanlığı'na müracaat ettim. Fakat Ankara merkezde münhal kadro
yoktu. Merkezde görevlendirilmek üzere Tomarza müflülüğüne atanmam
için bir yazı yazdılar. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı'na da müracaat
etmiştim. Diyanet'e verdiğim dilekçe kaybolmuş, demek ki Allah'ın rızası
yoktu. Böylece Tomarza müflülüğünden filan vazgeçtim. Elazığ İmam-Hatip
Okulu'na öğretmen olarak tayin oldum. Bir
yıl öğretmenlik yaptıktan sonra 1965 Temmuz'unda Ankara İlahiyat Fakültesi
Tefsir, Hadis ve İslam Hukuku kürsüsüne asistan oldum. Rahmelli Prof.
Dr. Tayyib Okiç Bey'in asistanı idim. 1968'de "Sulemî ve Tasavvuf
Tefsîri" tezi ile İlahiyat Doktoru ünvanını kazandım. 1969
Ekim ayında vatan borcumu ödemek üzere Polatlı Topçu Okulu'nda
Yedek-subaylık eğitimi gördükten sonra Adana'nın Osmaniye kazasındaki
232. Topçu taburundaki kıta hizmetini tamamladım. 1 Nisan 1971
tarihinde tekrar Fakülte'ye döndüm ve Ankara Devlet Lisan Okulu'nun İngilizce
bölümünü bitirdim. Şubat
1973 tarihinde tetkiklerde bulunmak üzere Irak'a gittim. Toplam dokuz ay
süren Irak ve Mısır'daki araçtırmalanmın ardından yurda döndüm. 24
Kasım 1973'te "İşarî Tefsir Okulu" tezini vererek Doçent
oldum. 09.01.1979'da Profesör oldum. 1976-78
yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yaptım. Bu
arada Fakülte kurulunun kararı ile 27.04.1979 tarihinde Batı Almanya'ya
gönderildim. Bochum kentindeki Ruhr Üniversitesi'nde branşımla ilgili
incelemeler yaptım ve Almanca Dil Kurslan'na da devam ettim. Suudi
Arabistan'daki İmam Muhammed Üniversitesi'nin daveti üzerine Riyad'a
gittim. Adı geçen üniversitenin Usulüddin Fakültesi'nde Tefsir
derslerini okutmaya başladım. İlahiyat Fakültesi'nin bana verdiği
izin süresini uzatmaması üzerine istifa etmek zorunda kaldım.
18.11.1982 tarihinde Ankara İlahiyat Fakültesi'ne döndüm. Bir ara
Dekan Vekilliği görevinde bulundum. Ertesi öğretim yılında yine İmam
Muhammed Üniversitesi'ne intisab ettim. 1987-88 öğretim yılında da
Cezayir'deki İmam Abdülkadir İslarn İlimleri Üniversitesi'nde Tefsir
ve Tasavvuf derslerini okuttum; Yüksek Lisans derslerine girdim. Artık
yurda dönme arzusunu hissettim. Yurda dönünce Ondokuzmayıs Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Temel İslam İlimleri Başkanlığı'na getirildim.
1988'den 1995'e kadar birçok asistan yetiştirdim. Bunlardan Doçent, Yr.
Doçent olanlar var. Evet oradan içim rahat olarak İstanbul İlahiyat
Fakültesi'ne atandım. 1995'ten beri İstanbul İlahiyat Fakültesi'nde
Öğretim Görevlisi ve Temel İslam İlimleri Bölüm Başkanlığı'nı
yapmaktayım. İki kızım ve iki oğlum var. Telif, terceme,
edisyon-kritik dahil birçok eser yazdım. 12 cilt olan "Yüce
Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri", yirmi yıllık bir çalışmamın ürünüdür.
"Kur'an Ansiklopedisi" de basılmak üzeredir. Sayın
Ateş, mütevazi bir biçimde anlattığınız kariyerinize bakınca çok
değerli birikimleriniz olduğunuz hemen anlaşılıyor. Biz
de birikimlerinizden hem kendimizi hemde okuyucu kitlemizi faydalandırmak
itiyoruz. Müsadenizle sorularıma geçmek istiyorum. -Siz
Kur’an ve Hadisler ışığında Kader denince ne anlıyorsunuz? Biz
herşeyi bir kaderle (bir ölçü, düzen ve planla) yaratmışızdır.
(Kamer: 37/49) Bu
âyette Allah’ın, herşeyi belli bir kader (ölçü, miktar ve düzen)
ile yarattığı vurgulanmaktadır. Müfessirler, buradaki kader
kelimesini, Allah’ın ezelde insanların yapacakları işleri ve kâinâttaki
herşeyi planlayıp takdir ettiği şeklinde açıklayan rivâyetler aktarırlar.
Bu rivâyetlere göre bu âyet inince bazı sahâbîler, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e gelip: “Öyle ise çalışmak niçin? Kadere güvenip çalışmayı
bıraksak olmaz mı? Yaptığımız iş, bizim yeni yaptığımız bir şey
midir?” demişler. Peygamber (s.a.v.): “Siz amel ediniz, herkese yaratıldığı
iş kolaylaştırılır” demiş. Yine rivâyete göre müşrikler gelip
peygamberler hakkında tartışmışlar, bu iki âyet inmiş. Bir
rivâyete göre Hz. Peygamber, bu âyetin, âhir zamanda gelecek ve
Allah’ın kaderini yalanlayacak bir cemâat hakkında indiğini söylemiş.
Abdullah
ibn Ömer yoluyla da Peygamber’in: “Her ümmetin mecû-sîleri vardır,
Benim ümmetimin mecûsîleri de ‘kader yoktur’ diyenlerdir. Hasta
olurlarsa onları sormayınız, ölürlerse cenazelerine gitmeyiniz!”
dediği rivâyet edilmiştir. Ebû Hüreyre’ye bağlanan bir rivâyete göre:
“Peygamber (s.a.v.) geldi, biz kader hakkında tartışıyorduk. O kadar
kızdı ki yüzü kızardı, yanaklarında birer nar dânesi belirir gibi
oldu. Sonra şöyle buyurdu: –
Size böyle mi emredildi? Ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler
bu hususta tartışmaya girince helâk oldular. Ben size tartışmamanızı
kesinlikle emrettim, emrettim!.” İşte
tefsîrle uğraşanlar bu rivâyetlere dayanarak kader sorununa girmişlerdir.
Kader, Allah’ın ezelî ilmi, planıdır ve Allah, zamansız olduğu için
O’nun ilmini, bizim ölçülerimizle değerlendirip o bilginin mâhiyeti
hakkında bir hüküm vermemiz yanlış olur. Ancak kader hakkında gelen
bu rivâyetlerin içeriği Kur’ân’a aykırıdır. Çünkü Kur’ân’ın,
"gaybı Allah’tan başka hiç kimsenin bilmeyeceği" (Neml:
48/65) prensibine aykırıdır. Bunların, ceşitli düşünce sahipleri
(mezhep mensupları) arasında, bu konuda çıkan tartışmalar sonucunda
üretildiğinde şüphe yoktur. Bir
kere bu iki âyetin, kaderi inkâr edenler hakkında indiğini söyleyen
rivâyet uydurmadır. Çünkü Hz. Peygamber zamanında müslümanlar arasında
kader tartışmaları yoktu ki onlar hakkında âyet insin? Kaderi inkâr
edenlerin, bu ümmetin mecûsîleri olduklarını, onların cenazelerine
dahi gidilmemesini söyleyen hadîsin, uydurma olduğu, su götürmez bir
gerçektir. Çünkü bu, Kaderiyye’ye karşı uydurulmuş bir sözdür.
Bunda mezhep tartışmalarının parmağı açıkça görülmektedir.
Zaten İbn Kesîr de bu şekliyle bu hadîsi, altı kitaptan hiçbirinin
rivâyet etmediğini, kaderi yalanlayanların meshedileceğini (hayvan kılığına
sokulacağını) bildiren bir hadis için de Tirmizî’nin garîb dediğini
kaydediyor. Bu
âyetlerin, gelip Peygamberle kader hakkında tartışan müşrikler hakkında
indiği rivâyeti de doğru olamaz. Çünkü Peygamber’le müşrikler
arasındaki temel tartışma konusu kader değil, Allah’ın birliği,
yalnız O’na tapılacağı ve âhiret sorumluluğu mes’elesi idi.
Yoksa müşrikler, aslında kaderci idiler ve onlar kadere dehr adını
veriyor, kendilerini helâk edenin dehr (felek) olduğunu söylüyorlardı.
Peygamber’in, müşriklerle, sonradan çıkan kelâm üslûblarıyle
tartıştığı görülmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu tür tartışmalar
yoktur. Onun üslûbu herkesin anlayacağı açıklık ve netliktedir. Kaldı
ki bu âyetler Mekke’de inmişti. Ebû Hüreyre ise Medîne döneminin
sonlarında gelip müslüman olmuş ve Peygamber’in sophetine katılmıştır.
Onun, Mekke döneminin ilk yıllarında inmiş olan âyetlerin iniş
sebebini bilmesi çok uzak bir olasılıktır. Çünkü kendisi olaya tanık
olmamıştır. Olaya tanık olanlardan da böyle bir rivâyet gelmemiştir.
Ayrıca
bu iki âyetin, böyle ferdî bir vak’a üzerine indiği varsayılırsa
öteki âyetlerden ayrı inmiş olması gerekir. Oysa âyetler öncesine
ve sonrasına bağlıdır ve âyetlerin sözgeliminde kader konusu yoktur.
Burada ve biraz sonra göreceimiz üzere hemen bütün âyetlerde herşeyin
bir hesab ve ölçü ile ve bir zamana bağlı olarak yaratıldığı, başı
boş, ölçüsüz, hesapsız, plansız, gelişigüzel olmadığı anlatılmaktadır.
Âyetler, kazâ ve kader tartışmalarını içermez. O’nun katında herşey
bir mikdâr iledir” âyeti
gibi,: Biz herşeyi bir kaderle :(bir ölçü, düzen ve planla) yaratmışızdır.”
âyeti de herşeyin bir miktar ve ölçü ile yaratıldığını, bir
zamanı bulunduğunu, zamansız, hesapsız, ölçüsüz ve plansız bir şey
olmadığını belirtmektedir. Bu
konudaki Ayetlerle ilgili yorumlarınız nedir? Âyetler,
insanların kendi yaptıkları işler hakkında değil, Allah’ın yaptığı
işler hakkındadır. Yani Allah herşeyi bir ölçü ve zaman ile yaratmıştır.
Eski milletler nasıl helâk olup Allah’ın azâbına uğramışlarsa bu
müşrikler de bir gün o azâba uğrayacaklar, ateşin içine yüzü
koyun sürüklenip atılacaklardır. Bunların azâba çarpılacakları
zaman da gelecektir. Bunların yaptıkları kendi yanlarına kalmayacaktır.
Zira her yaptıkları tesbit ediliyor İşte bu âyetlerin ardından gelen
“Andolsun biz sizin benzerlerinizi hep helâk ettik. Öğüt alan yok
mudur? 52- İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur. 53- Küçük, büyük
hepsi satır satır yazılmıştır.” âyetleri, suçluların yaptıkları
herşeyin, kitaplara yazılıp tesbit edildiğini, bu yaptıklarından
hesaba çekileceklerini belirtmektedir. Bu
âyetler aynen: “Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek,
onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedir.
(İnsan,) Hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen,
dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.”, “Her insanın
(amel) kuşunu boynuna doladık, kıyamet günü onun için, açılmış
olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: ‘Kitabını oku, bugün
nefsin sana hesapçı olarak yeter!’ (deriz).”, “Kitâb (ortaya)
konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak: ‘Vah bize, bu
kitâba da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor,
her şeyi sayıp döküyor!’ dediklerini görürsün. Yaptıklarını
hazır bulmuşlardır. Rabb'in kimseye zulmetmez.”, “Artık kim zerre
ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca
şer yapmışsa onu görür.”,“O gün her nefis, yaptığı her hayrı
hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O kötülükle
kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi kendi
sinin(in emirlerine karşı gelmek)den sakındırıyor. Allah, kulllarına
şefkatlidir.” âyetleri gibi insanların yaptıkları işlerin yazıldığını
ve bu işlerin karşılığını mutlaka göreceklerini ifade etmektedir.
Bunların bilinen anlamdaki kaderle bir ilgisi yoktur. Kur’ânı Kerîm’de
Allah’ın, kendi işlerini planlayıp ölçü ve miktar ile yarattığı
vurgulanmakta, fakat insanların işlerini Allah’ın takdir ettiği söylenmemektedir.
Hz.
Peygamber döneminden hayli zaman sonra ortaya çıkan Kade-riyye,
Cebriyye gibi fırkalar, Kelâm ekolleri, âyetlerde kendi düşüncelerini
okumuşlar ve âyetleri, istedikleri gibi yorumlayabilmek için her fırka,
kendinden olmayanı sapık gösterecek hadîsler üretmişlerdir. Bu
konuda hadîs çok değildir. Daha ziyade bu rivâyetler, sahâbîlere götürülmüştür.
İbn Kesîr’in tefsîrine bakılırsa konu üzerindeki tartışmaları
şiddeti anlaşılır. Yani
kaderi inkâr mı etmeliyiz.? Bu
sözlerimizle bizim kaderi inkâr ettiğimiz anlaşılmasın. Elbette
kader vardır. Fakat kader, Allah’ın ezelî bilgisi ve herşeyi bir
hesaba, ölçüye ve plana göre yaratmış olması, olmuş ve olacak herşeyi
bilmesi demektir. O’nun bilgisine sonradan bir şey eklenmez. O, olmuş
ve olacak herşeyi bilir. Esasen zaman üstü olan Allah’ın zâtı için
öncelik ve sonralık da yoktur. İşte Allah’ın bilgisi, bir anlamda
O’nun planı, kaderidir. Fakat biz O’nun bilgisinin mâhiyetini
bilemeyiz. Çünkü O zamansız bilgidir. Biz zamanla sınırlıyız.
Zaman içinde olanları biliriz. Zamansızı zamanlı ile karşılaştırıp
zamanlı hakkında bildiklerimizi zamansıza uygulamak ve böylece zamansız
bilgi hakkında yargıya varmak doğru olmaz. Biz, âyetlerin, Kelâm
ekollerinin ortaya çıkardığı kader tartışmalarını içermediği
kanısındayız. Râğıb
el-Isfahânî, bu konuda özetle şu bilgiyi vermektedir: “Kadr
ve takdîr, bir şeyin kemmiyyetini ve miktarını açıklamak, bir şeye
güç vermektir. Allah’ın eşyâyı takdîri iki türlüdür: Biri eşyaya
kudret vermesi, diğeri hikmeti uyarınca belli bir ölçü, biçim ve
miktarda yaratmasıdır. Allah’ın
işi iki bölümdür. Biri, bir işi eksik ve fazla olmayacak biçimde ilk
defa varlığa getirmesi ve yok edinceye veya değiştirinceye kadar onun
varlığını sürdürmesidir. Diğeri de kökünü fi‘len, parçalarını
da potansiyel olarak kendi tasarımının dışına çıkmayacak biçimde
yaratmasıdır. Hurma çekirdeğine hurma ağacı, insan tohumuna insan
olmasını, diğer hayvan tohumlarından da kendilerine benzer hayvanlar
olmasını takdir etmesi gibi. Allah’ın
takdîri de iki türlüdür: Biri bir şeyin zorunlu veya mümkün olarak
şöyle veya böyle olacağına veya olmayacağına hükmetmesi(karar
vermesi)dir.: Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur.”
âyeti bu takdiri belirtmektedir. Diğeri ona kudret vermesidir. Biz onu
kadrettik, ne güzel kadr edeniz!” âyetinde Allah’ın, yarattığı
şeye ya kudret, yahut ölçü biçim verdiğini, ya da şöyle veya böyle
olmasına karar verdiğini anlatmaktadır. Yaratıklar
arasında ölümü takdir etmesi de, herşeyin ölümlü olmasına karar
vermesidir. Vâkı‘a: 46/6’ncı âyette Allah’ın, insanları ölümlü
yarattığı anlatılmaktadır. Müzzemmil:
3/20’de gecenin gündüz üzerine, gündüzün de gece üzerine dolanmasını
Allah’ın takdir ettiği, zamanın gece ve gündüz dilim-lerine ayrılmasını
Allah’ın takdir ettiği, yani böyle olmasına karar verdiği anlatılmaktadır.
Abese:
24/19’da Allah’ın, potansiyel yaratmasının, insanda yavaş yavaş
ortaya çıktığına işaret edilmektedir. Kader:
Allah’ın ezelî bilgisindeki hükmü, makdûr ise ezelî hükmün yavaş
yavaş ortaya çıkması anlamına da gelir. “O, her gün başka bir iştedir.” “Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir kader (ölçü, miktar)ile indiririz.” âyetlerinde ezelî kararın, yavaş yavaş ortaya çıkması, kaderin zuhuru anlatılmaktadır. devam edecek... |
||