|
Süleyman Ateş KADER - 2.Bölüm “Eli
geniş olan, kaderince (genişliğine göre) nafaka versin. Rızkı kısılmış
bulunan da Allah'ın kendisine verdiğinden versin.” âyetinde herkesin
haline uygun olanı yapması gerektiği anlatılmaktadır. “O
ki takdir edip yol gösterdi.”, “Allah, herşeye yaratışını verdi,
sonra onu yola iletti” âyetleri, Allah’ın, herşeye yararına uygun
olanı verdiğini ve kendisini başarıya iletecek şeye, zorunlu veya öğretim
yoluyla ilettiğini anlatmaktadır. Kader
bir anlamda “uymak” manasına gelebilir mi? İnsan
hakkında da takdîr bir şeyi düşünüp taşınmak, bir şeye karar
vermek ve alınan kararı uygulamaktır. Düşünce ile hareket etmek
iyidir. Ancak kaprislerine göre hareket etmek kötüdür. Müddessir:
4/18-20’nci âyetlerde kaprislerine uyan kimsenin davranışı kınanmaktadır.
Kudret
ve makdûr, isti‘âre olarak zenginlik ve güzel hal anlamında da
kullanılır. Kezâ kadr, rızkın darlığından kinâye olarak kullanılır.
“Rızkı kadredilmiş (kısılmış) bulunan da Allah'ın kendisine
verdiğinden versin.” âyetinde
rızkı kısıtlanan kimseye, kendi imkânı oranında çocuğun annesine
emzirme ücreti vremesi emredilmektedir. Bu
kökten yapılmış kıdr ise et pişirilen güveç, tenceredir. kudâr da
boğazlanıp pişirilen hayvandır. Kur’ân-ı
Kerîm’in çeşitli âyetlerinde geçen kader
kelimesini gözden geçirirsek, bu kelimenin nasıl ve ne anlamda
kullanıldığını daha açık ve net olarak anlayabiliriz: Kelime,
başlıca şu anlamlarda kullanılır: 1)
Belli biçim verme, kararlaştırma, düzenleme, takdîr etme: A’lâ:
8/3, Abese: 24/19, Kamer: 37/12, Yâsîn: 41/39, Furkan: 42/2, Vâkı‘a:
46/60, Yûnus: 51/5 2)
Bir ölçü ve mikdâr ile yapma: Hicr: 54/21, Sebe: 58/11, Sebe: 58/18,
Zuhruf: 63/11, Ra‘d: 87/17, İnsan: 90/16, Talak: 100/3, Ahzâb: 97/38,
Müddessir: 4/18-20 3)
Ölçülü, azar azar vermek, kısıtlamak: Fecr: 16, Kasas: 49/82, İsrâ:
30, Sebe’: 36, Zümer: 52, Şûrâ: 12,
37, Rum: 37, Ankebût: 62, Ra‘d: 26, Bakara: 236, Talâk: 7. 4)
Belli bir zaman: Mürselât: 21-23, Tâhâ: 40; 5)kudret,
yapabilme gücü: Beled: 5, Nahl: 75-76, İbrahim: 18, Enbiyâ: 87,
Bakara: 264, Fetih: 21Hadid: 29 6)
Lâyıkıyla bilmek, değerlendirmek, anlamak: Kadr: 1-3, En‘âm: 91, Zümer:
67, Hac: 74, Görülüyor
ki bütün âyetlerde kelime, temel mânâsı olan ölçü, miktar ile
ilgili bir anlamda kullanılmıştır ve bütün kullanımlarda, yan
anlamlar yanında bu temel anlam vardır. Ama bu âyetlerin hiçbirinde
kader, Allah’ın, kullarının eylemlerini belirlediği, onları belli
eylemleri yapmak zorunda bıraktığı anlamı yoktur. Kader
Konusunda İhticâc Edilen Diğer Âyetler: «Nerede
olsanız, sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine ölüm sizi bulur.
Onlara bir iyilik erişirse: “Bu, Allâh tarafındandır” derler.
Onlara bir kötülük erişirse: “Bu, senin yüzündendir” derler. De
ki: “Hepsi Allâh tarafındandır”. Bu topluma ne oluyor ki hemen hiç
söz anlamıyorlar? 79- Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen
her kötülük de kendi(günâhın yüzü)ndendir. Seni insanlara elçi gönderdik.
(Buna) Şâhid olarak Allâh yeter. (Nisâ: 98/78) 98/78’nci
âyette, savaştan kaçmakla ölümden kurtulmanın mümkün olmadığını,
va‘desi yeten kimsenin, nerede olsa, müstahkem kaleler içinde de
bulunsa ölümün onu bulacağını bildirilmekte; bir iyilik gördüklerinde
bunu Allah’tan bilen, bir kötülük gördüklerinde ise, bunun Hz.
Muhammed yüzünden başlarına geldiğini söyleyen kimselerin yanlış düşündüklerine
işaret edilmekte ve başa gelen her olayın Allah tarafından olduğu
vur-gulanmakta; bunu düşünüp kavramayan yüzeysel düşünceli
kimselerin tutumunu kınanmaktadır. 22-
Ne yerde ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet (afet,
hastalık) yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılmış
ezeli bilgimizde tesbit edilmiş) olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır.
23- (Başınıza gelecek olayları, önceden bir kitaba yazdık ki)
Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah'ın) size verdiğiyle sevinip
şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri
sevmez. (Hadîd: 112/22-23) âyetlerinde de yeryüzünde ve insanların
kendi can-larında meydana gelen olayların, daha önceden Allah tarafından
bir Kitâbda bulunduğu, vukuundan önce olayları bir Kitâbda tesbit
etmenin, Allah için kolay
olduğu vurgulanmakta; ardından da olayların önceden yazılıp tesbit
edilmiş olmasındaki hikmet açıklanmaktadır: Böyle yapılmıştır ki
insanlar, bunları Allah’ın takdîrine yorarak avunsun, kaybettiklerine
üzülmesin, Allah’ın lütfu ile verdiği nimetlerle de şımarıp övünmesin,
başkalarına caka satmasınlar. Çünkü Allah, kendini beğenmiş, övüngen
insanı sevmez. Olayların tesbit edildiği, Allah’ın bilgi hazinesi
olan bu Kitâbın mâhiyetini bilemeyiz. Allah kânâtta ne olacak ise
onların hepsini vukuundan önce bilir. Allah’ın bildiği şeyler de
zamanı gelince olur. Bunlardan kaçmak mümkün değildir. Burada
kasdedilen olaylar, insanın kendi irâdesi dışında başına gelen, üzüntü
verici olaylardır. Yüce Allah, kâinât olaylarını programlamış,
bunların zamanlarını tesbit etmiştir. Allah’ın ezelî hüküm ve
takdirinin tersi olamaz. İnsan bunu böyle bilirse başına gelen olayın
neden olduğuna, olmayan şeyin neden olmadığına üzülmez. İşte âyette
bu noktaya işaretle: “Olayları ezelde böyle tesbit ettik ki siz, elde
edemediğinize üzülmeyesiniz, elde ettiğinize de sevinip gururlanmayasınız”
buyurulmuştur. Böyle yapılmıştır ki insanlar, “Neden rızkım böyle
azaldı, neden yağmur yağmadı, niçin şu sıkıntı başıma geldi,
neden şu derde yakalandım?” deyip bunalımlara düşmesin. Allah
kendisine sağlık, ni‘met, servet, mevkî, murâd verince de bunu kendi
çabasına, zekâsına mal edip “Ben zekâm, çalışmam sayesinde bu
ni‘mete ulaştım” deyip gurura kapılmasın. “Çünkü Allah,
kendini beğen-miş, övüngen insanları sevmez!” Herşeyin,
Allah’ın takdîri ile olduğunu, O’nun hüküm ve takdir etmediği
bir şeyin olamayacağını, O’nun takdir ettiğinin de önlenemeye-ceğini
düşünüp, olanlara rıza göstersin, tasalanmasın, işlerin düzelmesi
için elinden gelen çabayı harcayıp gerisini Allah’a havale etsin. İşte
insan ancak bu hikmet ile dünyâda mutlu olur. Allah’a böylesine bağlılığı,
saâdetini tâ âhirete kadar uzatır, âhirette de kendisini mutlu eder. Tabii
kötü olaylardan hiç etkilenmemek, üzülmemek, iyi olaylara da
sevinmemek insanın elinde değildir. İnsan kendisini ilgilendiren kötü
olaylar karşısında doğal olarak üzülür, iyi şeylere de sevinir. Âyette
sakındırılan üzülme ve sevinme, kişinin caiz olan üzülme ve
sevinme sınırını aşıp aşırılığa kaçmasıdır ki aşırı üzülmek,
insanı günâha sokar. Aşırı sevinmek de, gurura yol açar ki her
ikisi de günâhtır, haram işlere sürükler, insanı iyice bedbaht
eder. İkrime’nin İbn Abbâs’tan rivâyet ettiği şu söz ne kadar güzeldir:
“Sevinmeyen, üzülmeyen kimse yoktur. Önemli olan, kişinin başına
gelen musibeti sabır, hayrı da şükür ile karşılamasıdır”. Âyette
musîbet ile, insanın elinde olmayan, kendisinin sebeb olmadığı felâketler
kasdedilmiştir. Meselâ başının ağrıması veya bir yakının ölmesi
veya fakir olması, kıtlık, yangın ve deprem gibi âfetler. Bunlar
insanın elinde olmayan şeylerdir. Bunların olması, Allah’ın takdîri
iledir. İnsanın kendi sebebolduğu, kendi yaptığı işler de yine
Allah’ın bilgisi içindedir, Allah bunların olacağını bilir ama
insan kendi isteğiyle yaptığı işlerden sorumludur. Çünkü bunları
kendi irâde ve seçimiyle yapmıştır. Fakat elinde olmayan, bir yangının
veya depremin sonucundan sorumlu değildir. Onun üstüne düşen,
olanlara rıza gösterip sabır ile bu felâketlerin etkilerini azaltmağa
çalışmaktır. İnsanın
irâdesi ve seçimiyle yaptığı işler dışında bütün olaylar Allah
tarafındandır. Fakat insan irâdesine bağlı işlerin oluşmasında
insanın arzusunun, çabasının veya kusurunun etkisi vardır. Bundan
dolayı bazı kötü işler, insanın kendisinden, kendi arzusundan veya
kusurundan kaynaklanır. İnsan bilerek veya bilmeyerek bir şeyin olmasını
ister, çok arzu eder. Fakat işin içyşüzüne vakıf olmadığı için
istediği şeyin, kendisi hakkında gerçekten hayırlı olup olmadığını
bilemez. İnsanın istediğini Allah yaratır. Ama bazan insanın çok
arzu ettiği şey kendisi hakkında kötü sonuçlar doğurur. Bunun
sebebi insanın kendisidir. Çünkü kendisi onu arzu etmiş ve onun olması
için çaba göstermiştir. İşte 98/79’ncu âyette “Başına gelen
iyilik Allah tarafındandır, başına gelen
kötülük de kendi nefsindendir; kendi hatân, kusurun yüzünden
olmuştur” buyurul-maktadır. Şu
dünyâda sürekli sınavdan geçirilmekte olan insan, yaptığı günâh-lardan
ötürü dünyâda da cezalandırılır. Nitekim yüce Allah: “Başınıza
gelen herhangibir musîbet, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir.
Allah (hatâlarınızın) birçoğunu da affeder.”, “İnsanların
elleriyle yaptık-ları (kötülükler) yüzünden karada ve denizde fesâd
çıktı. Belki dönerler diye, (Allah, böylece) onlara, yaptıklarının
bir kısmını taddırıyor.” buyurmuştur. Bu âyetler de insanların
başlarına gelen birçok olayın, kendi hatâ ve kusurlarının sonucu
olduğunu gösterir. Ama Allah, insanların kusurlarından çoğunu
affeder. “Eğer Allah, insanları yaptıkları işler yüzün-den
(hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı.”
Katâ-de’nin mürsel olarak rivâyet ettiği bir hadiste: “Kişinin
ayağını yolun tırmalaması, ayağının sürçmesi, damarının seğirmesi,
hep kendi günâhı yüzündendir. Allah’ın affettikleri ise daha çoktur”
buyurulmuştur. Başınıza
gelen herhangi bir musîbet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir.
(Allâh, hatâlarınızın) Birçoğunu da affeder. (Şûrâ: 62/30) 79-
Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de
kendi(günâhın yüzü)ndendir. Seni insanlara elçi gönderdik. (Buna)
Şâhid olarak Allâh yeter. (Nisâ: 98/79) Şûrâ:
62/30, Nisâ: 98/79’ncu âyetlerde insanın başına gelen iyiliklerin,
Allah’ın lütfu, kötülüklerin de kendi kusuru yüzünden oldğu,
Allah’ın, kulların birçok kusurunu da bağışladığı vurgulandıktan
sonra Hz. Muhammed’in elçiliğine Allah’ın tanıklığının yeterli
olduğu belirtilmektedir. İkinci âyette hitab Hz. Muhammed’e ise de asıl
kasıt onun şahsında bütün insanlardır. Allah’ın yasaları, Hz.
Muhammed’e hitâb ile insanlara anlatılmaktadır. 51-
De ki: “Allah, bizim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise ancak bize
o ulaşır, bizim sahibimiz O’dur. İnananlar Allah’a dayansınlar.”
(Tevbe: 113/51) 113/51’de
insanın başına, yüce Allah’ın yazıp takdîr ettiğinden başka bir
şey gelemeyeceği vurgulanarak mü’minlere, Allah’a güvenip tevekkül
etmeleri emredilmektedir. Kâinâtta Allah’ın dilemediği bir şey
olmaz. Allah, insanan bütün hayat safhalarını bilir. İnsanın hayatı,
Allah’ın ezelde belirlediği programa göre cereyan eder. İnsan,
korunmak için tedbirini alır, elinden geleni yapar ama Allah’ın
takdir ettiği şeyi de kimse önleyemez. Allah insan için ne takdir etmişse,
ne kadar yaşamasını dilemişse öyle olur. Falan zamanda ölmesi
mukadderse insan ölür, yaşaması mukadderse yaşar. Allah dilerse onu
zafere ulaştırır, dilerse yenilgiye uğratır. Bu
âyetler, savaş durumu ile ilgilidir ve insanın irâdesi dışında, ömür,
hastalık, fakirlik, zenginlik, başa musîbetlerin, dert ve elemlerin
gelmesi gibi olayların, Allah’ın plan ve takdîri, dilemesi gereği
olduğu belirtilerek mü’minler tesellî edilmekte ve onlara güven
verilmektedir. Âyetlerde asıl verilmek istenen ders, savaştan kaçmakla
ölümden kurtul-manın mükün olmadığıdır. Bazan savaştan kaçan
zillet içine düşüp ölür de cesaretle savaşan kahramanca yaşar.
Gerektiğinde savaş, onurlu yaşama-nın koşulu olur. Müslümanlar saldırmak için değil, onurlarını korumak için savaşa gidiyorlardı. Ötede büyük bir gücün müslümanları yok edip yurtlarını çiğnemek için toplandığı haber alınmıştı. Bunları oturup beklemek, bile bile şerefsizliği kabul etmek olurdu. Bunun için Allah’ın Elçisi, kendisine inananların hepsini savaşa çağırmıştı. Tebuk Seferindeki güç koşullar içinde inmiş olan bu âyetler, o şartlar içinde güçlükleri göğüsleyen, bozguncuların olumsuz propagandalarıyla da moralleri bozulmak istenen mü’minleri tesellî etme ve onlara moral verme amacını taşır. Değerli Hocanın sözünü kesmemek, konuyu dağıtmamak için araya girmedim. Kendisine teşekkür ediyor, yaşamında başarılar diliyorum. |
||