akonuksol.gif (449 bytes)akonuksag.gif (438 bytes)

 

 

 

 

 

 

Süleyman Ateş

KADER - 2.Bölüm

edepyan.gif (70 bytes)“Eli geniş olan, kaderince (genişliğine göre) nafaka versin. Rızkı kısılmış bulunan da Allah'ın kendisine verdiğinden versin.” âyetinde herkesin haline uygun olanı yapması gerektiği anlatılmaktadır.

“O ki takdir edip yol gösterdi.”, “Allah, herşeye yaratışını verdi, sonra onu yola iletti” âyetleri, Allah’ın, herşeye yararına uygun olanı verdiğini ve kendisini başarıya iletecek şeye, zorunlu veya öğretim yoluyla ilettiğini anlatmaktadır.

Kader bir anlamda “uymak” manasına gelebilir mi?

İnsan hakkında da takdîr bir şeyi düşünüp taşınmak, bir şeye karar vermek ve alınan kararı uygulamaktır. Düşünce ile hareket etmek iyidir. Ancak kaprislerine göre hareket etmek kötüdür. Müddessir: 4/18-20’nci âyetlerde kaprislerine uyan kimsenin davranışı kınanmaktadır.

Kudret ve makdûr, isti‘âre olarak zenginlik ve güzel hal anlamında da kullanılır. Kezâ kadr, rızkın darlığından kinâye olarak kullanılır. “Rızkı kadredilmiş (kısılmış) bulunan da Allah'ın kendisine verdiğinden versin.”  âyetinde rızkı kısıtlanan kimseye, kendi imkânı oranında çocuğun annesine emzirme ücreti vremesi emredilmektedir.

Bu kökten yapılmış kıdr ise et pişirilen güveç, tenceredir. kudâr da boğazlanıp pişirilen hayvandır.

Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde geçen kader  kelimesini gözden geçirirsek, bu kelimenin nasıl ve ne anlamda kullanıldığını daha açık  ve net olarak anlayabiliriz:

Kelime, başlıca şu anlamlarda kullanılır:

1) Belli biçim verme, kararlaştırma, düzenleme, takdîr etme: A’lâ: 8/3, Abese: 24/19, Kamer: 37/12, Yâsîn: 41/39, Furkan: 42/2, Vâkı‘a: 46/60, Yûnus: 51/5

2) Bir ölçü ve mikdâr ile yapma: Hicr: 54/21, Sebe: 58/11, Sebe: 58/18, Zuhruf: 63/11, Ra‘d: 87/17, İnsan: 90/16, Talak: 100/3, Ahzâb: 97/38, Müddessir: 4/18-20

3) Ölçülü, azar azar vermek, kısıtlamak: Fecr: 16, Kasas: 49/82, İsrâ: 30, Sebe’: 36, Zümer: 52, Şûrâ: 12,  37, Rum: 37, Ankebût: 62, Ra‘d: 26, Bakara: 236, Talâk: 7.

4) Belli bir zaman: Mürselât: 21-23, Tâhâ: 40;

5)kudret, yapabilme gücü: Beled: 5, Nahl: 75-76, İbrahim: 18, Enbiyâ: 87, Bakara: 264, Fetih: 21Hadid: 29

6) Lâyıkıyla bilmek, değerlendirmek, anlamak: Kadr: 1-3, En‘âm: 91, Zümer: 67, Hac: 74,

Görülüyor ki bütün âyetlerde kelime, temel mânâsı olan ölçü, miktar ile ilgili bir anlamda kullanılmıştır ve bütün kullanımlarda, yan anlamlar yanında bu temel anlam vardır. Ama bu âyetlerin hiçbirinde kader, Allah’ın, kullarının eylemlerini belirlediği, onları belli eylemleri yapmak zorunda bıraktığı anlamı yoktur.

Kader Konusunda İhticâc Edilen Diğer Âyetler:

«Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine ölüm sizi bulur. Onlara bir iyilik erişirse: “Bu, Allâh tarafındandır” derler. Onlara bir kötülük erişirse: “Bu, senin yüzündendir” derler. De ki: “Hepsi Allâh tarafındandır”. Bu topluma ne oluyor ki hemen hiç söz anlamıyorlar? 79- Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de kendi(günâhın yüzü)ndendir. Seni insanlara elçi gönderdik. (Buna) Şâhid olarak Allâh yeter. (Nisâ: 98/78)

98/78’nci âyette, savaştan kaçmakla ölümden kurtulmanın mümkün olmadığını, va‘desi yeten kimsenin, nerede olsa, müstahkem kaleler içinde de bulunsa ölümün onu bulacağını bildirilmekte; bir iyilik gördüklerinde bunu Allah’tan bilen, bir kötülük gördüklerinde ise, bunun Hz. Muhammed yüzünden başlarına geldiğini söyleyen kimselerin yanlış düşündüklerine işaret edilmekte ve başa gelen her olayın Allah tarafından olduğu vur-gulanmakta; bunu düşünüp kavramayan yüzeysel düşünceli kimselerin tutumunu kınanmaktadır.

22- Ne yerde ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet (afet, hastalık) yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılmış ezeli bilgimizde tesbit edilmiş) olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır. 23- (Başınıza gelecek olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah'ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez. (Hadîd: 112/22-23) âyetlerinde de yeryüzünde ve insanların kendi can-larında meydana gelen olayların, daha önceden Allah tarafından bir Kitâbda bulunduğu, vukuundan önce olayları bir Kitâbda tesbit etmenin,  Allah için kolay olduğu vurgulanmakta; ardından da olayların önceden yazılıp tesbit edilmiş olmasındaki hikmet açıklanmaktadır: Böyle yapılmıştır ki insanlar, bunları Allah’ın takdîrine yorarak avunsun, kaybettiklerine üzülmesin, Allah’ın lütfu ile verdiği nimetlerle de şımarıp övünmesin, başkalarına caka satmasınlar. Çünkü Allah, kendini beğenmiş, övüngen insanı sevmez. Olayların tesbit edildiği, Allah’ın bilgi hazinesi olan bu Kitâbın mâhiyetini bilemeyiz. Allah kânâtta ne olacak ise onların hepsini vukuundan önce bilir. Allah’ın bildiği şeyler de zamanı gelince olur. Bunlardan kaçmak mümkün değildir. Burada kasdedilen olaylar, insanın kendi irâdesi dışında başına gelen, üzüntü verici olaylardır. Yüce Allah, kâinât olaylarını programlamış, bunların zamanlarını tesbit etmiştir. Allah’ın ezelî hüküm ve takdirinin tersi olamaz. İnsan bunu böyle bilirse başına gelen olayın neden olduğuna, olmayan şeyin neden olmadığına üzülmez. İşte âyette bu noktaya işaretle: “Olayları ezelde böyle tesbit ettik ki siz, elde edemediğinize üzülmeyesiniz, elde ettiğinize de sevinip gururlanmayasınız” buyurulmuştur. Böyle yapılmıştır ki insanlar, “Neden rızkım böyle azaldı, neden yağmur yağmadı, niçin şu sıkıntı başıma geldi, neden şu derde yakalandım?” deyip bunalımlara düşmesin. Allah kendisine sağlık, ni‘met, servet, mevkî, murâd verince de bunu kendi çabasına, zekâsına mal edip “Ben zekâm, çalışmam sayesinde bu ni‘mete ulaştım” deyip gurura kapılmasın. “Çünkü Allah, kendini beğen-miş, övüngen insanları sevmez!”

Herşeyin, Allah’ın takdîri ile olduğunu, O’nun hüküm ve takdir etmediği bir şeyin olamayacağını, O’nun takdir ettiğinin de önlenemeye-ceğini düşünüp, olanlara rıza göstersin, tasalanmasın, işlerin düzelmesi için elinden gelen çabayı harcayıp gerisini Allah’a havale etsin.

İşte insan ancak bu hikmet ile dünyâda mutlu olur. Allah’a böylesine bağlılığı, saâdetini tâ âhirete kadar uzatır, âhirette de kendisini mutlu eder.

Tabii kötü olaylardan hiç etkilenmemek, üzülmemek, iyi olaylara da sevinmemek insanın elinde değildir. İnsan kendisini ilgilendiren kötü olaylar karşısında doğal olarak üzülür, iyi şeylere de sevinir. Âyette sakındırılan üzülme ve sevinme, kişinin caiz olan üzülme ve sevinme sınırını aşıp aşırılığa kaçmasıdır ki aşırı üzülmek, insanı günâha sokar. Aşırı sevinmek de, gurura yol açar ki her ikisi de günâhtır, haram işlere sürükler, insanı iyice bedbaht eder. İkrime’nin İbn Abbâs’tan rivâyet ettiği şu söz ne kadar güzeldir: “Sevinmeyen, üzülmeyen kimse yoktur. Önemli olan, kişinin başına gelen musibeti sabır, hayrı da şükür ile karşılamasıdır”.

Âyette musîbet ile, insanın elinde olmayan, kendisinin sebeb olmadığı felâketler kasdedilmiştir. Meselâ başının ağrıması veya bir yakının ölmesi veya fakir olması, kıtlık, yangın ve deprem gibi âfetler. Bunlar insanın elinde olmayan şeylerdir. Bunların olması, Allah’ın takdîri iledir. İnsanın kendi sebebolduğu, kendi yaptığı işler de yine Allah’ın bilgisi içindedir, Allah bunların olacağını bilir ama insan kendi isteğiyle yaptığı işlerden sorumludur. Çünkü bunları kendi irâde ve seçimiyle yapmıştır. Fakat elinde olmayan, bir yangının veya depremin sonucundan sorumlu değildir. Onun üstüne düşen, olanlara rıza gösterip sabır ile bu felâketlerin etkilerini azaltmağa çalışmaktır.

İnsanın irâdesi ve seçimiyle yaptığı işler dışında bütün olaylar Allah tarafındandır. Fakat insan irâdesine bağlı işlerin oluşmasında insanın arzusunun, çabasının veya kusurunun etkisi vardır. Bundan dolayı bazı kötü işler, insanın kendisinden, kendi arzusundan veya kusurundan kaynaklanır. İnsan bilerek veya bilmeyerek bir şeyin olmasını ister, çok arzu eder. Fakat işin içyşüzüne vakıf olmadığı için istediği şeyin, kendisi hakkında gerçekten hayırlı olup olmadığını bilemez. İnsanın istediğini Allah yaratır. Ama bazan insanın çok arzu ettiği şey kendisi hakkında kötü sonuçlar doğurur. Bunun sebebi insanın kendisidir. Çünkü kendisi onu arzu etmiş ve onun olması için çaba göstermiştir. İşte 98/79’ncu âyette “Başına gelen iyilik Allah tarafındandır, başına gelen  kötülük de kendi nefsindendir; kendi hatân, kusurun yüzünden olmuştur” buyurul-maktadır.

Şu dünyâda sürekli sınavdan geçirilmekte olan insan, yaptığı günâh-lardan ötürü dünyâda da cezalandırılır. Nitekim yüce Allah: “Başınıza gelen herhangibir musîbet, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah (hatâlarınızın) birçoğunu da affeder.”, “İnsanların elleriyle yaptık-ları (kötülükler) yüzünden karada ve denizde fesâd çıktı. Belki dönerler diye, (Allah, böylece) onlara, yaptıklarının bir kısmını taddırıyor.” buyurmuştur. Bu âyetler de insanların başlarına gelen birçok olayın, kendi hatâ ve kusurlarının sonucu olduğunu gösterir. Ama Allah, insanların kusurlarından çoğunu affeder. “Eğer Allah, insanları yaptıkları işler yüzün-den  (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı.” Katâ-de’nin mürsel olarak rivâyet ettiği bir hadiste: “Kişinin ayağını yolun tırmalaması, ayağının sürçmesi, damarının seğirmesi, hep kendi günâhı yüzündendir. Allah’ın affettikleri ise daha çoktur”  buyurulmuştur.

Başınıza gelen herhangi bir musîbet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allâh, hatâlarınızın) Birçoğunu da affeder. (Şûrâ: 62/30)

79- Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de kendi(günâhın yüzü)ndendir. Seni insanlara elçi gönderdik. (Buna) Şâhid olarak Allâh yeter. (Nisâ: 98/79)

Şûrâ: 62/30, Nisâ: 98/79’ncu âyetlerde insanın başına gelen iyiliklerin, Allah’ın lütfu, kötülüklerin de kendi kusuru yüzünden oldğu, Allah’ın, kulların birçok kusurunu da bağışladığı vurgulandıktan sonra Hz. Muhammed’in elçiliğine Allah’ın tanıklığının yeterli olduğu belirtilmektedir. İkinci âyette hitab Hz. Muhammed’e ise de asıl kasıt onun şahsında bütün insanlardır. Allah’ın yasaları, Hz. Muhammed’e hitâb ile insanlara anlatılmaktadır.

51- De ki: “Allah, bizim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise ancak bize o ulaşır, bizim sahibimiz O’dur. İnananlar Allah’a dayansınlar.” (Tevbe: 113/51)

113/51’de insanın başına, yüce Allah’ın yazıp takdîr ettiğinden başka bir şey gelemeyeceği vurgulanarak mü’minlere, Allah’a güvenip tevekkül etmeleri emredilmektedir. Kâinâtta Allah’ın dilemediği bir şey olmaz. Allah, insanan bütün hayat safhalarını bilir. İnsanın hayatı, Allah’ın ezelde belirlediği programa göre cereyan eder. İnsan, korunmak için tedbirini alır, elinden geleni yapar ama Allah’ın takdir ettiği şeyi de kimse önleyemez. Allah insan için ne takdir etmişse, ne kadar yaşamasını dilemişse öyle olur. Falan zamanda ölmesi mukadderse insan ölür, yaşaması mukadderse yaşar. Allah dilerse onu zafere ulaştırır, dilerse yenilgiye uğratır.

Bu âyetler, savaş durumu ile ilgilidir ve insanın irâdesi dışında, ömür, hastalık, fakirlik, zenginlik, başa musîbetlerin, dert ve elemlerin gelmesi gibi olayların, Allah’ın plan ve takdîri, dilemesi gereği olduğu belirtilerek mü’minler tesellî edilmekte ve onlara güven verilmektedir. Âyetlerde asıl verilmek istenen ders, savaştan kaçmakla ölümden kurtul-manın mükün olmadığıdır. Bazan savaştan kaçan zillet içine düşüp ölür de cesaretle savaşan kahramanca yaşar. Gerektiğinde savaş, onurlu yaşama-nın koşulu olur.

Müslümanlar saldırmak için değil, onurlarını korumak için savaşa gidiyorlardı. Ötede büyük bir gücün müslümanları yok edip yurtlarını çiğnemek için toplandığı haber alınmıştı. Bunları oturup beklemek, bile bile şerefsizliği kabul etmek olurdu. Bunun için Allah’ın Elçisi, kendisine inananların hepsini savaşa çağırmıştı. Tebuk Seferindeki güç koşullar içinde inmiş olan bu âyetler, o şartlar içinde güçlükleri göğüsleyen, bozguncuların olumsuz propagandalarıyla da moralleri bozulmak istenen mü’minleri tesellî etme ve onlara moral verme amacını taşır.

Değerli Hocanın sözünü kesmemek, konuyu dağıtmamak için araya girmedim.

Kendisine teşekkür ediyor, yaşamında başarılar diliyorum.