Marifet
bilgisi “El ele el Hakk’a, insandan insana bugüne
kadar gelmiştir ve gelmeye de biiznillah devam
edecektir. Bu konuda mürşidlikle veliliği birbirine
karıştırmamak gerekir. “Bana Allah’tan velayet geldi”
demekle veli olunmayacağı gibi, hiçbir veli de çıkıp
öyle bir şey söylemez. Böyle diyene belki de Allah’tan
velayet değil, delalet gelmiştir… Mürşidler
velidir, ama her veli mürşid değildir. Her veliye irşad
görevi verilmez. Bunun neden böyle olduğunu anlamak için
tasavvuftaki fena ve beka mertebelerini araştırıp
öğrenmek gerekir. Fark’a dönmemiş kişiye irşad
görevi verilmezmiş! Elbetteki şöyle bir soru yerindedir:
Biz kendimiz o makamlara gelmediğimize göre karşımızdaki
zât bekâya ermiş mi, farka dönmüş mü dönmemiş mi, nasıl
bileceğiz? OLmadan bilinemeyeceğine göre… OLanın da
zaten mürşide ihtiyacı yoktur.
Mürşid
Nasıl Tanınır?
Mürşide
irşad görevi Allah ve Resulu (sav) tarafından verilir.
El ele el Hakk’a… Yani, şecere Resulullah’a (sav)
dayanır. Kimin kime el verdiği bellidir. Sahtesi sahisi
çok açıktır. Çoğumuz, dedemizin dedesinin değil kim
olduğunu, ismini bile bilmeyiz. Ama “şeyhim” diyen kişi,
şeyhinin şeyhinin şeyhini ve ötesini bilmek ve ispat
etmek durumundadır. İcazetsiz mürşidlik olmaz. “Ben tıp
biliyorum” demekle doktor olunmayacağı ve doktorluk
yapmak için diploma gerektiği gibi, “mekteb-i irfandan
mezunum” diyenin de kendisini kimin mezun ettiğini,
diploma verdiğini açıklaması gerekir.
Nasip
arayanların karşılaştığı perdelerden biri de “keramet”
perdesidir. Kemalatı keramette aramak basiretsizliktir.
Bizler istidracla kerameti ayırt edecek kemale, ilme,
irfana sahip olmadığımıza göre cahiliye devri insanları
gibi mucize peşinde koşmak niyedir? Hem mucize
nedir? Allah isterse deveyi kayadan çıkarır. Bu O’na
kolaydır. Bir şeyin mucize/keramet oluşu onu algılayana
göredir. Allah’a göre ise mucize diye bir şey yoktur.
Çünkü “O her şeye kadirdir.” Gerçek veliler değil
istidrac gösterileri yapmak, kendilerinden
keramet hasıl olunca gusul abdesti alırlar! Edeb Yâ
Hû!
Her
mürşîde
dil
verme kim
yolunu
sarpa uğradır
Mürşîdi
kâmil olanın gâyet
yolu
âsân imiş.
Niyazî-i Mısrî
Niyazi
Babanın uyarısından da anlıyoruz ki “sahte şeyh”
meselesi günümüze özgü değil. Malum, sünnetullah
değişmiyor!
Kerpiç
koydum kazana
Poyraz ile
kaynattım
Nedir deyip
sorana
Bandım
verdim özünü
Diyen Yunus
da sahte şeyhlerden bahsediyor. Ama aynı Yunus Taptuk’un
kapısına da kul oluyor. Delalet de hidayet de her daim
olacaktır. Devir, sünnetullah devridir...
Mürşit
Hürmüz ise sahtesi Ehrimen’dir. İkisi de daimidir.
Amak-ı Hayal romandır, hayat değildir. Ve hayat, amak-ı
hayaldir, roman değildir! Ya biz, Raci’miyiz; yoksa
roman kahramanı mıyız?
“Allah
ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarır”. Yoksa biz ruhu
dirilmemiş ölüler miyiz? Neden okuduklarımızın
canlısını inkâr ediyor veya en azından OLmasını
istemiyoruz? “Sünnetullah değişmez”, diye diye...
İnsan bir
okuma yazmayı bile öğretmenle öğrenir. Bilenden
öğrenir. “Ben öğretmen istemem” diyen ya kendi
öğretmendir veya cehaleti seçmiştir. Kendi öğretmense,
yine birisinden öğrenmiştir. Yürümeyi, konuşmayı her
bildiğimizi insandan öğrenmedik mi? İlk
bulunduğunda herkesi hayrete düşüren, ormana bırakıldığı
için maymunlar tarafından büyütülen çocuk, insan
tarafından yetiştirilmediği için konuşmak şöyle dursun,
insan gibi yürüyemiyordu bile. Maymun
tarafından yetiştirildiği için maymunlar gibi daldan
dala atlıyordu. Demek ki insan tarafından
yetiştirilmek çok önemli! Tabi ki burada insan
kelimesi ile kasdettiğimiz testi değil, içindeki sudur.
Ama maymunların yetiştirdiği çocuğun testisi de
yeterince ibretliktir.
İnsanın
kendi kendine kendini bilmesi, kendine “ders vermesi”
imkânsız olmasa bile, çok olanaklı değil, hem de
sahte şeyh kadar tehlikelidir. Esasen, kendinden
bihaber nefis ile kendinden bihaber şeyh, bir’dir!
İnsan kendine ders vermeye kalksa, en
basitinden, bir sonraki derse geçmeye, yani sınıfı
geçtiğine kendi nasıl karar verecektir? Karar veren
kim? Tabiî ki nefis! Ah nefis… “Sen oldun, tamamsın!”
İnsanı ancak bir mürebbi imtihan eder, tamam mı
devam mı o karar verir ve geçer not alanı bir üst sınıfa
geçirir; yeni dersini verir. Hakikat ilminin torpili
olmaz; mesela babadan oğula geçmez! Nefis ise torpil
yapmaya meyyaldir. O nedenle kişiye ayna gerektir ki bu
ayna mürşiddir. Kendi başına esma zikretmeyi Ehlullah bu
yüzden tavsiye etmemiştir. Üveysilik varsa da Âdetullah
El ele el Hakk’adır. Hatırlayın; “Abdülkadir Geylani
(k.s) şeytanı nasıl tanıdı?” diye bir tevatür anlatılır.
Ya tanımasaydı?! Allah’ın izniyle tanıdı.
Konuyu yine
ehline, Lütfi Filiz’e (Rahmetullahi Aleyh) havale
ediyorum:
“Hazret-i
Peygamber bundan bin dört yüz küsur sene önce gelmiş ve
altmış üç yıl yaşayıp, geldiği âleme dönmüştür. Kur'an
vardır, ama o da ne kadar anlatırsa anlatsın,
anlattıklarını ancak zekâ kapıları açık olanlar
anlayabilir. O halde Allah'ı anlayabilmenin yolu;
Hazret-i Peygamber'in, Ledün ve tasavvuf ilmini
öğretmekle görevlendirdiklerinden (Hazret-i Ali ve
Ebubekir) bu ilimleri tevarüs eden birini bulup, onun
yolunu takipten geçecektir. Bunlar gerçeği
birbirlerine öğrete öğrete, malumatı günümüze kadar
taşımışlardır. Özellikle de Hazret-i Ali kanalından
gelenler...
Peygamberimiz'deki bu nur, tasavvuf ilim ve eğitimi
sayesinde ilelebet devam edecek ve ona nail olan
mürşitlerce ümmete ışık saçmaya devam edecektir. Amentü
bimürşidihi (Mürşide iman ederim) meselesi buradan
kaynaklanmaktadır.
Allah,
görülmekten münezzeh olduğu halde Kur'an'da: “Kim ki
dünyada kördür ahirette de kör olacaktır” <17-72> ve
“Biz ona şah damarından daha yakınız” <50-16>”Allah çok
yakındır. O'nu yakında arayın”, “Üç kişi gizli konuşmaz
ki, dördüncüleri Allah kendisi olmasın, beş kişi gizli
konuşmaz ki altıncıları O olmasın, daha az olsunlar,
daha çok olsunlar, nerede olurlarsa olsunlar Allah
onlarla beraberdir” <58-7> âyet ve Hadisleri Allah'ın
bize ne kadar yakın olduğunu; “Kâlb-i mü'min beytullah”,
“Kâlb-i mü'min arşullah”, “Kâlb-i mü'min hazâinullah”
Hadisleri de, O'nun kâlbimizde bulunduğunu gösterdiğine
göre (bu hadisler inananlar için geçerlidir), bu
gerçekleri kendisinde tahakkuk ettirip, görmüş olan
mürşide şüphesiz olarak iman etmek, yani iman-ı kat'i
ile bağlanmak ve onu rabıta ile içinde yaşatmak gerekir.
Çünkü, iman, inanılanın kanatları altına girmek
demektir. Mürşit ise, bir ayna gibi O'nu yansıtan
kişidir. Ayrıca: Müslüman olabilmenin ilk şartı iman
etmek, yani inanmaktır. Bir insan veya salik
karşısındakine, yani mürşidine inanıp, ona gelmese el
alabilir mi? Saliğin bu inanışı, surette mürşidine olsa
bile, sirette Allah'a inanıştır. Bu nedenle insan-ı
Kâmil'e: “Âdem-i mana” denir. Yoksa dışardan
bakıldığında onun da diğer insanlardan bir farkı yoktur.
Bu durumu Hazret-i Peygamber: “Ben de sizin gibi
beşerim” <41-6> diyerek belirtmiştir. Nitekim
yaşantısında da herkes gibi yemiş, içmiş, uyumuş,
evlenmiş, çocuk sahibi olmuştur. Bu beşeri vasıflarının
dışında öyle bir ruhu vardır ki, o yüceliğe hiç kimse
ulaşamadığı için O'nu diğer insanlarla mukayese etmek
olanaksızdır. Bu özelliğini belirtmek için de yukardaki
sözüne: “Ama bana ilâhımızın tek İlâh olduğu
vahyolunuyor” <41-6> diye ilave etmiştir. Bu nedenle
herkes kendi durumunu bilip, haddini tecavüz
etmemelidir.
Mürşide
inanabilmek için de onu: “Bu beni aldatmaz, bana
hakikati ifşa eder, Din-i Muhammedî'nin iç yüzünü
anlatır” diye kabul etmek gerekir. Bu inançtan
sonra, inanılanın ağzından çıkanlar, inananın kâlp
tarlasına füyuzat tohumları ekmeye başlar. Bu tohumların
kişide gelişmesiyle birlikte, o füyuzatın kâlp ve ruh
âlemindeki semeresi görülmeye başlanır. Artık kişi
hayatını idame ettirecek bir manevi zevke sahip olur ve
bu zevkten kopamaz. Yani, kişi şüphelerden arınıp,
selamete çıkar ve İslam olur. Bundan sonra her tarafa:
“Esselâmün aleyküm ve rahmetullah” (Allah'ın rahmeti ve
esenliği üzerinize olsun) diye selam vermeye başlar. Bu
selam; sağı da, solu da Allah'ın olduğu için:
“Ne sağım
var, ne solum
Şahıma ben bir kulum”
mısraıyla
anlatılmak istendiği gibi, her tarafa verilir. Çünkü,
artık kişi teslim olmak ve her varlığı sahibine vermek
suretiyle o güne kadar, bilmeksizin “Benim” dediği
benliğin, kendinin olmadığını idrak etmiştir.
Vârisler
de, Cehri ve Hafi diye ikiye ayrılırlar. Aslında ikisi
de aynı kapıya çıkar, çünkü öğreti kaynakları aynıdır.
Örneğin: Ben Efendim'den, O, Efendisi olan Hafız Halil
Develioğlu Hazretleri'nden derken, işin kökü Hazret-i
Ali'ye kadar uzanan bir iman halkası oluşturur. Bu da
gösteriyor ki, bu ilim kulaktan kulağa tevarüs
yoluyla el tutanlara nakledilmektedir. El tutmayanlarsa
suret-i zahirde saflar teşkil edip, kurallar
uygulayarak, gerçek inananların koruyuculuğunu yaparlar.
İşin iç yüzüne vâkıf olmadıkları için de çok kere
şüphede kalırlar. Ben de öyleydim ve çok şükür Allah
bana bir mürşit nasip edip şüphelerimden arındırdı.
Bunun nasıl olduğunu ilerde anlatacağım için burada
tekrarlamıyorum. Tam anlamıyla iman edebilmek için bir
şeyi algılamak gerekir. Gayba iman laftır.
İnsanın kafasının içindekiler gayb âlemine aittir. “Ben
gayba, gaybdakine iman ettim” demek, “Kafamda yarattığım
ilâh-ı mec'ule inandım, ona tapıyorum” demektir.
Tevhide
ilim yoluyla ulaşmak çok zordur. Çünkü, tüm dinleri,
dini ilimleri (Arapça, fıkıh, tefsir, Hadis vs.) ve
dünyevi ilimleri bilmek gerekir. Bunları öğrendikten
sonra da tahakkuk etmek lazım gelir. Hepsini
gerçekleştirdikten sonra insan içine çıkılabilecek hale
gelinir ki, onlar arasında da hatalı yollara sapmalar
olabilmektedir.” (Noktanın Sonsuzluğu)
“İlim bir nokta idi,
cahiller onu çoğalttı.” Hz. Ali.
***
Bendeniz, bu mürşid-i
kâmil yazı serisiyle, Hz. Gaybi babanın
“Hizmet
eyle cân-u-dilden ma'rifet erbâbına”
öğüdünü emir telakki edip, naçizane marifet erbabına
hizmet etmek murad ettim. Çünkü sahte şeyhler sebebiyle
mürşid ve irşad olgusu bilinçli veya bilinçsiz neredeyse
inkâr edilmekte; kimilerince Resul’ün (sav) varisleri
olan Allah ehline “şıh” muamelesi yapılmaktadır. Oysaki;
“Yâ Sin!”. Dersimiz insan. Okulumuz mektebi
irfan. Yolumuz illâ edep…
İkilik Kinini İçimden Atıp
Özde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Taht Kuralı Ariflerin Gönlüne
Sözde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Serimi Meydana Koymaya Geldim
Meğerse Aşk İmiş Canın Mayası
Ona Mihrabımış Kaşın Arası
Hakkın İşlediği Kudret Boyası
Yüzde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Bütün Mürşidlerin Tarif Ettiği
Sadıkların Menziline Yettiği
Enbiyanın Evliyanın Gittiği
İzde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Ben De Bir Zamanlar Baktım Bakıldım
Nice Yıllar Bir Kemende Takıldım
O Aşkı Mecazla Yandım Yakıldım
Közde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Süregeldim Aşk Meyini İçerek
Her Bir Akı Karasından Seçerek
Varlık Dağlarını Delip Geçerek
Düzde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Gör Ki Nimri Dede Şimdi Neyleyi
Gerçek Aşkı Her Gönüle Söyleyi
Her Türlü Sefaya Veda Eyleyi
Sazda Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Allah,
karanlıklardan aydınlığa çıkarsın, erenler
zümresine ilhak eylesin! Amin. “Mevlana gibi mürid ol,
Allah Şems gibi mürşid ihsan eder”. Aziz Mehmet
Dumlu’nun buyurduğu üzere “Allah da kulundan yanadır”.
İster ki kulu arınsın, yunsun. Kim ile? Ya Kuddus, Ya Hu
ile…
Bu konuyu
burada noktalarken, son olarak aşağıya her biri bin
tefekkür kapısı açacak değerde Noktanın
Sonsuzluğu’ndan cümleler nakletmek istiyorum.
Allah,
hizmet edenlerden razı olsun, bizleri de hizmet
edenler zümresine ilhak eylesin ve hizmet ehliyle
beraber haşreylesin! Amin.
İNSAN
·
Bu âlemde, şeklen insân
görünümünde olsak bile,
beşeriyet âlemindeyiz.
Ne zaman kendimizi bilirsek, o zaman
insânlık âlemi
ne terfi ederiz. İnsânın insân olabilmesi için,
mutlaka "
insân-eli " tutması şarttır.
·
İnsân dünyada iken, Allah
kendinde olan, âhirette ise kendisi Allah'ta olacak
olan, bir
muamma-yı ezeli
'dir.
·
"
İnsân "
kelimesi
ünsiyet
'ten gelir ; "
üns "
muhabbet,
"ünsiyet "
yakınlık, sıcaklık, her şey ve herkesle '
barışık'
olmak, kimseyi, çingene, zengin, fakir, Musevi,
Hristiyan vb. diye ayrı görmemek demektir.
·
Ünsiyet etmemiş olanların
mertebesi, insân değil, "
nâs
"tır.
·
İnsân, kemale ermedikçe,
Kur'ân'ı anlayamaz. O'nu bilen "
insân "
olur. Bilmeyen ise "
beşer "dir
ve yaptığı her şey, maymun gibi birilerini
taklitt en
ibârettir.
·
Allah'ın görülmesini
engelleyen 'perde', bizzât beşerin kendisidir.
·
İnsân, daima kendine en yakın
âleme kayma temayülündedir.
Her ne kadar Allah'tan gelmiş ise de, gelinceye kadar,
pek çok âlemlerden geçmiş olduğu için, kendine en yakın
âleme, yâni kendinden bir önceki hayvâniyet âlemine
yönelmeye meyyâldir. Hayvânlık hissiyatı insâna tatlı
gelir. İnsânlık hissi, Allah'la ünsiyet edilen âleme
aittir ; zâten ona insân denmesinin nedeni de bu
ünsiyettir.
·
Her şeyin amacı, "
sevgi ", "
muhabbet
",
"temiz yürek
" ve "
temiz amel
"dir; ibadetler dahil, her şey bunu te'min içindir
ve teferruattır.
·
İnsânlık, "
sevgi ", "
muhabbet "
ve "
merhamet "
demektir. Her yaptığı işi, sevgiyle ve
Hakk için
yapana "
insân "
denir.
·
İnsânlıktan amaç, "
gönül-âlemi
"ne girip, orada yaşayabilmektir.
·
Allah'a ulaşmak için, '
bilgi
'den ziyade "
sevgi
" lâzımdır.
Çünkü, "
mârifettullah
"Aşk"tır.
·
İnsân, dünyada
"aşk-ateşi ", âhirette ise "
cehennem-ateşi " ile temizlenir.
·
İnsân, aklı bırakırsa '
deli ',
akıl insânı bırakırsa '
Veli '
olur.
·
Dinin temeli,
gönül
kırmamak, gönülden ayrılmamak,
çalışkan ,
güler yüzlü
ve
iyi niyetli
olmaktır. Gerisi, "
lâf-u güzâf
"tır.
·
İnsânın yüzü "
cemâlüllah
"tır ve Allah'ın insâna verdiği kitabın, 'ön sayfası',
yâni, "
fatiha
"sıdır.
·
İnsân, benliğini
gayb
âleminde müşahede ederse "
O
" (Hû), şühûd
âleminde müşahede ederse
"Sen
",
kendinde müşahede ederse "
Ben
"
demelidir.
·
Allah'ın evi
, enfüste 'İnsân'dır
ve o hakikidir.
·
Namâzı
karşılıklı olarak,
insân insâna
kıldığı hâlde, neden ortada
kâbe
bırakılmış ve insânların birbirlerini
görmeleri
engellenmiştir ? Her insân sûretinde görünenin insân
olmadığı ve
insân olmayan
ın da
kalb e
alınıp,
"Kıble "
edilmeyeceği için... Onun için ortaya bir
sembol
konmuş ve o sembolün
kıble
olması sağlanmıştır.
·
Kıyam, "Elif" ; "Rükû", dal ; "Sücûd " ise " Mîm"
harfinin sembolüdür. İnsân bunları okuduğunda Âdem
olduğunu öğrenip oturacak ( Kuud ) ve böylece gerçek
namâz kılmış olacaktır.
MÜRŞİT – KAMİL İNSAN
·
Mürşît
, insânı âhiret âleminde, "
Veled-i Kalb
" olarak doğurduktan sonra, onu "
Sohbet"
sütüyle besleyip büyüten annedir.
·
Mürşitlik,
"Rabb "
esmâsının tecellisidir.
·
Dost
'u bu âlemde bilen,
"
Mürşit "tir.
·
Gerçek "
İmân
" "
havas
"a ait bir keyfiyettir. Çünkü,
Kâmil'e imân etmeyenin, imânı kâmil olamaz
·
İmânı tam olanların '
vehm 'i ve
'
korku 'su
olmaz.
·
İnsân-ı
kâmil 'e
imân
etmeden, doğru yolu bulup "
Müslümân "
olmak mümkün değildir.
·
Mânen
rüşte
ermek, bir mürşîdin elini tutup "
Enel
Hakk " mâkâmından geçmek demektir. Rüşt,
Enel Hakk yâni Hakk’ı bilme, Hakk’ı kendinde bulma,
yahût 'benliksiz
benliği' bulma demektir. Böylelerine '
Hakk
dostu ' veya '
ayna
' demek caizdir. Çünkü kendini bilen insân
Allah'ın aynasıdır.
·
Mürşîd'in görevi, insânın mânevi âleme doğumunu
sağlamaktır; ondan sonrası Allah'la kul
arasındadır ve Mürşît oraya karışmaz.
·
Günümüzde herkes, çilede olduğu için, müridleri çileye
sokmaya gerek yoktur.
·
Kâmil Mürşîtler ,
mürîdlerinin herbirini kokusundan tanır.
·
Mürşitler arasında, hiç
konuşmadan, sadece "
nazar "
ile
irşâd
edenler vardır ki, böylelerine, "
İşrakiyyûn
" denir.
·
Allah'ı bilen Mürşît, "
Elif,
Lâm, Mîm " olmuştur ve bu yüzden, O, "
şüphesiz-kitap "tır.
·
Mürşît, "
Ümmül
Kitâb "tır. Ümmül kitap, yâni
"Fatiha
", bütün kapıları fethetmiş demektir ve
mürşîte işârettir. Ümmül kitap tabiri de,
kitapların anası anlamınadır. Kendi kapılarını fethedip,
kendisi "Fâtiha" olmayan, başkasının kapılarını
açabilir mi ? "
Fâtiha
",
kafadaki
dir ve esâstır.
Elhâm
ise onun kâğıda geçirilmiş sûretidir.
·
Kur'ân, kâinatın aynı ve onun
özeti olduğu için, kâinata "fûrkan" (fark âlemi), denir.
Kâinattaki farklılıkların hepsi insânda toplanmış olduğu
için de, "kur'ân ile insân" ikiz kardeştir denmiştir.
Tabii ki burada kastedilen, kâmil insân'dır.
·
Mârifet erbabı
, hiçbir dinden değildir.
Onlar, her dini kendinde toplayıp
"insân
" olmuş ve böylece de, "
küfr-ü
imân " derdinden kurtulmuşlardır.
·
Mürşîtin
gönlü ne giren,
düdüğü çalar. İşin kısaca, aslı ve püf noktası budur.
·
Gölge olmaktan kurtulup, '
asl 'a
ulaşmak için gönle girmek ve her şeyi gönülde bulmak
lâzımdır.
·
Kim
ki "
İnsân
"ı sever, Allah da, kâinat da onu sever ve o
herkesin sevgilisi olur.
·
"Sohbet
dinlemek", el tutup "âb-ı hayat" içmek demektir
.
·
"
Sohbet
", Allah'ın kelâmı, kevser pınarı, maide
(hakk sofrası), mânevi şarâb, isimleriyle de anılan ve
kazası olmayan en büyük namazdır.
·
Mârifet
ten gaye,
sûretler
içinde,
sûretsizi
bulup, putperestlikten kurtulmaktır.
·
Bazı
mürîd'ler, Efendileri
irtihal
edince, "
ben
başkasından el tutmam " derler. Böyle
söyleyenler, baştan beri el tutmamış olanlardır.
Çünkü, tutmuş olsalardı, tuttukları elin,
Hakk'ın
eli olduğunu idrâk ederlerdi.
·
Eğer,
mürîd 'ler,
sûret te
kalacak olurlarsa
, "Efendi "
dedikleri"
Put "tan ibâret
olur. Bu durumda, kendileri de "
Putperest "
olurlar.
GÖNÜL –SEVGİ – TEVHİD
·
Allah kâinatı "sevgi"den
yaratmıştır.
"Sevgi" herkeste
her zerrede vardır.
Zâten sevgiden başka bir şey
yoktur .
·
En büyük ibadet "
sevgi
"dir.
·
İnsanın insânlığı, bilgisiyle
ölçülür, lâkin bilgi ahlâka dayanmazsa hiçbir işe
yaramaz. Bilginin "sevgi" ile kaynaşması gerekmektedir.
·
İnsân ne kadar bilirse
bilsin, bildiklerinin
"zevk" ine
varamıyorsa, o bilginin hiçbir faydası yoktur. Önemli
olan, "gönül" temizliği ve o temiz gönülde ilmin
vereceği "ferahlığı" bulabilmektir.
·
Allah'a
"Akıl
" ile
değil, "
Gönül
" ile erişilir.
·
'
Sırât-köprüsü'
burasıdır ve o köprüyü, buradayken geçmek lâzımdır.
·
Namâzın
hakîkati ,
Gönül-âlemi
'ndedir. Amacıysa,
Hak sevgisi
ni kazanıp "
Muhabbetullah
" ve "
Mârifetullah
"a erişmek için rûhen yükselmek,
urûc
etmektir.
·
Bir insânda Allah bilgisi
yoksa, onun rûhu dirilmemiş demektir. Böyle rûhlara
"rûh-i hayvânî" denir. Ölümlü rûhlar bunlara denir.
İnsândaki rûh ise "nefha-i ilâhi"dir. Bu nefha, Allahın
Âdem'e üflediği rûhtur. Diri olan da bu rûh'tur. Hz.
Mûhammed (sav) de ahfâdına bu rûhtan üflemişir. Çünkü,
Râbb üflemezse, emir zâhir olmaz. İşte, "de ki, Rûh
Rabbimin emrindendir." (17/85) âyetinin mânâsı budur.
·
Tevhîd
'de ayrılık
yoktur. Ayrılığı yaratan esmâ'dır.
·
Esmâ bir bildirgeçtir; kendi
vücûdu yoktur. İnsânın sıfâtlarını bildirmeğe yarar.
·
İnsanın endişe ve sıkıntıya
düşmesinin nedeni, bir isme bağlanıp kalması ve her şeyi
ondan beklemesindendir.
Beklentisine o isimden cevap
alamayınca, sıkıntıya düşer. O halde, esmâyı değil,
müsemmayı düşünmek gerekir.
·
Teşbîh'te tenzîh'i, tenzîh'te
teşbîh'i zevk etmek, "
tevhid "
dir.
·
İnsânı şaşırtan, esmâ ve
sıfatta kalıp her şeyi ayrı görmesidir. İnsân, buğday,
nohut, fasulye, şeker, incir, kayısı, üzüm vs.yi teker
teker görüp ayrı zannetmekle hata yapmaktadır. Halbuki,
bunların hepsini bir görüp, "
Aşûre "
deyiverse, yâni müsemmayı tanısa, ayrılıklar ortadan
kalkıverir. İşte "
tevhîd "
budur.
·
Tevhîd
nokta-i nazarından,
Bir
Allah ile
Bir
İnsân 'dan başka, tüm görünenler "
süs"tür...
Hüvel Bâtın Allah, Hüvezzâhir ise İnsân'dır .
·
Sırf tenzîhte kalanlar,
küfür de,
sırf teşbîhte kalanlar ise
şirk
'tedir. Tenzîh ile teşbîh arası, yâni "
berzah " ,
insânın kendisidir.
·
Ölmeden
önce ölmek ,
ölümü öldürmek demektir.
·
"
Tevhîd",
"sevgi"den ibârettir.• Her kes, kendi
kapısını kendi açacak, içindeki "Hazine"yi, kendi
bulacaktır.
·
İnsânlıktan, dinlerden ve
ibadetlerden tek murat, "
sevgi " ve
"muhabbet
"e ulaşabilmektir. |