Mürşid-i Kâmil - 3
Meryem Irmak
 

Marifet bilgisi “El ele el Hakk’a, insandan insana bugüne kadar gelmiştir ve gelmeye de biiznillah devam edecektir. Bu konuda mürşidlikle veliliği birbirine karıştırmamak gerekir. “Bana Allah’tan velayet geldi” demekle veli olunmayacağı gibi, hiçbir veli de çıkıp öyle bir şey söylemez. Böyle diyene belki de Allah’tan velayet değil, delalet gelmiştir… Mürşidler velidir, ama her veli mürşid değildir. Her veliye irşad görevi verilmez. Bunun neden böyle olduğunu anlamak için tasavvuftaki fena ve beka mertebelerini araştırıp öğrenmek gerekir.  Fark’a dönmemiş kişiye irşad görevi verilmezmiş! Elbetteki şöyle bir soru yerindedir: Biz kendimiz o makamlara gelmediğimize göre karşımızdaki zât bekâya ermiş mi, farka dönmüş mü dönmemiş mi, nasıl bileceğiz? OLmadan bilinemeyeceğine göre… OLanın da zaten mürşide ihtiyacı yoktur.

Mürşid Nasıl Tanınır?

Mürşide irşad görevi Allah ve Resulu (sav) tarafından verilir. El ele el Hakk’a… Yani, şecere Resulullah’a (sav) dayanır. Kimin kime el verdiği bellidir. Sahtesi sahisi çok açıktır. Çoğumuz, dedemizin dedesinin değil kim olduğunu, ismini bile bilmeyiz. Ama “şeyhim” diyen kişi, şeyhinin şeyhinin şeyhini ve ötesini bilmek ve ispat etmek durumundadır. İcazetsiz mürşidlik olmaz. “Ben tıp biliyorum” demekle doktor olunmayacağı ve doktorluk yapmak için diploma gerektiği gibi, “mekteb-i irfandan mezunum” diyenin de kendisini kimin mezun ettiğini, diploma verdiğini açıklaması gerekir. 

Nasip arayanların karşılaştığı perdelerden biri de “keramet” perdesidir. Kemalatı keramette aramak basiretsizliktir. Bizler istidracla kerameti ayırt edecek kemale, ilme, irfana sahip olmadığımıza göre cahiliye devri insanları gibi mucize peşinde koşmak niyedir? Hem mucize nedir? Allah isterse deveyi kayadan çıkarır. Bu O’na kolaydır. Bir şeyin mucize/keramet oluşu onu algılayana göredir. Allah’a göre ise mucize diye bir şey yoktur. Çünkü “O her şeye kadirdir.” Gerçek veliler değil istidrac gösterileri yapmak, kendilerinden keramet hasıl olunca gusul abdesti alırlar! Edeb Yâ Hû!

Her mürşîde dil verme kim yolunu sarpa uğradır

Mürşîdi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş.

                                                                       Niyazî-i Mısrî

Niyazi Babanın uyarısından da anlıyoruz ki “sahte şeyh” meselesi günümüze özgü değil. Malum, sünnetullah değişmiyor!

Kerpiç koydum kazana

Poyraz ile kaynattım

Nedir deyip sorana

Bandım verdim özünü

Diyen Yunus da sahte şeyhlerden bahsediyor. Ama aynı Yunus Taptuk’un kapısına da kul oluyor. Delalet de hidayet de her daim olacaktır. Devir, sünnetullah devridir...

Mürşit Hürmüz ise sahtesi Ehrimen’dir. İkisi de daimidir. Amak-ı Hayal romandır, hayat değildir. Ve hayat, amak-ı hayaldir, roman değildir! Ya biz, Raci’miyiz; yoksa roman kahramanı mıyız?

“Allah ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarır”. Yoksa biz ruhu dirilmemiş ölüler miyiz? Neden okuduklarımızın canlısını inkâr ediyor veya en azından OLmasını istemiyoruz? “Sünnetullah değişmez”, diye diye...

İnsan bir okuma yazmayı bile öğretmenle öğrenir. Bilenden öğrenir. “Ben öğretmen istemem” diyen ya kendi öğretmendir veya cehaleti seçmiştir. Kendi öğretmense, yine birisinden öğrenmiştir. Yürümeyi, konuşmayı her bildiğimizi insandan öğrenmedik mi? İlk bulunduğunda herkesi hayrete düşüren, ormana bırakıldığı için maymunlar tarafından büyütülen çocuk, insan tarafından yetiştirilmediği için konuşmak şöyle dursun, insan gibi yürüyemiyordu bile. Maymun tarafından yetiştirildiği için maymunlar gibi daldan dala atlıyordu. Demek ki insan tarafından yetiştirilmek çok önemli! Tabi ki burada insan kelimesi ile kasdettiğimiz testi değil, içindeki sudur. Ama maymunların yetiştirdiği çocuğun testisi de yeterince ibretliktir.

İnsanın kendi kendine kendini bilmesi, kendine “ders vermesi” imkânsız olmasa bile, çok olanaklı değil, hem de sahte şeyh kadar tehlikelidir. Esasen, kendinden bihaber nefis ile kendinden bihaber şeyh, bir’dir! İnsan kendine ders vermeye kalksa, en basitinden, bir sonraki derse geçmeye, yani sınıfı geçtiğine kendi nasıl karar verecektir? Karar veren kim? Tabiî ki nefis! Ah nefis… “Sen oldun, tamamsın!” İnsanı ancak bir mürebbi imtihan eder, tamam mı devam mı o karar verir ve geçer not alanı bir üst sınıfa geçirir; yeni dersini verir. Hakikat ilminin torpili olmaz; mesela babadan oğula geçmez! Nefis ise torpil yapmaya meyyaldir. O nedenle kişiye ayna gerektir ki bu ayna mürşiddir. Kendi başına esma zikretmeyi Ehlullah bu yüzden tavsiye etmemiştir. Üveysilik varsa da Âdetullah El ele el Hakk’adır. Hatırlayın; “Abdülkadir Geylani (k.s) şeytanı nasıl tanıdı?” diye bir tevatür anlatılır. Ya tanımasaydı?! Allah’ın izniyle tanıdı.

Konuyu yine ehline, Lütfi Filiz’e (Rahmetullahi Aleyh) havale ediyorum:

“Hazret-i Peygamber bundan bin dört yüz küsur sene önce gelmiş ve altmış üç yıl yaşayıp, geldiği âleme dönmüştür. Kur'an vardır, ama o da ne kadar anlatırsa anlatsın, anlattıklarını ancak zekâ kapıları açık olanlar anlayabilir. O halde Allah'ı anlayabilmenin yolu; Hazret-i Peygamber'in, Ledün ve tasavvuf ilmini öğretmekle görevlendirdiklerinden (Hazret-i Ali ve Ebubekir) bu ilimleri tevarüs eden birini bulup, onun yolunu takipten geçecektir. Bunlar gerçeği birbirlerine öğrete öğrete, malumatı günümüze kadar taşımışlardır. Özellikle de Hazret-i Ali kanalından gelenler...

Peygamberimiz'deki bu nur, tasavvuf ilim ve eğitimi sayesinde ilelebet devam edecek ve ona nail olan mürşitlerce ümmete ışık saçmaya devam edecektir. Amentü bimürşidihi (Mürşide iman ederim) meselesi buradan kaynaklanmaktadır.

Allah, görülmekten münezzeh olduğu halde Kur'an'da: “Kim ki dünyada kördür ahirette de kör olacaktır” <17-72> ve “Biz ona şah damarından daha yakınız” <50-16>”Allah çok yakındır. O'nu yakında arayın”, “Üç kişi gizli konuşmaz ki, dördüncüleri Allah kendisi olmasın, beş kişi gizli konuşmaz ki altıncıları O olmasın, daha az olsunlar, daha çok olsunlar, nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir” <58-7> âyet ve Hadisleri Allah'ın bize ne kadar yakın olduğunu; “Kâlb-i mü'min beytullah”, “Kâlb-i mü'min arşullah”, “Kâlb-i mü'min hazâinullah” Hadisleri de, O'nun kâlbimizde bulunduğunu gösterdiğine göre (bu hadisler inananlar için geçerlidir), bu gerçekleri kendisinde tahakkuk ettirip, görmüş olan mürşide şüphesiz olarak iman etmek, yani iman-ı kat'i ile bağlanmak ve onu rabıta ile içinde yaşatmak gerekir. Çünkü, iman, inanılanın kanatları altına girmek demektir. Mürşit ise, bir ayna gibi O'nu yansıtan kişidir. Ayrıca: Müslüman olabilmenin ilk şartı iman etmek, yani inanmaktır. Bir insan veya salik karşısındakine, yani mürşidine inanıp, ona gelmese el alabilir mi? Saliğin bu inanışı, surette mürşidine olsa bile, sirette Allah'a inanıştır. Bu nedenle insan-ı Kâmil'e: “Âdem-i mana” denir. Yoksa dışardan bakıldığında onun da diğer insanlardan bir farkı yoktur. Bu durumu Hazret-i Peygamber: “Ben de sizin gibi beşerim” <41-6> diyerek belirtmiştir. Nitekim yaşantısında da herkes gibi yemiş, içmiş, uyumuş, evlenmiş, çocuk sahibi olmuştur. Bu beşeri vasıflarının dışında öyle bir ruhu vardır ki, o yüceliğe hiç kimse ulaşamadığı için O'nu diğer insanlarla mukayese etmek olanaksızdır. Bu özelliğini belirtmek için de yukardaki sözüne: “Ama bana ilâhımızın tek İlâh olduğu vahyolunuyor” <41-6> diye ilave etmiştir. Bu nedenle herkes kendi durumunu bilip, haddini tecavüz etmemelidir.

Mürşide inanabilmek için de onu: “Bu beni aldatmaz, bana hakikati ifşa eder, Din-i Muhammedî'nin iç yüzünü anlatır” diye kabul etmek gerekir. Bu inançtan sonra, inanılanın ağzından çıkanlar, inananın kâlp tarlasına füyuzat tohumları ekmeye başlar. Bu tohumların kişide gelişmesiyle birlikte, o füyuzatın kâlp ve ruh âlemindeki semeresi görülmeye başlanır. Artık kişi hayatını idame ettirecek bir manevi zevke sahip olur ve bu zevkten kopamaz. Yani, kişi şüphelerden arınıp, selamete çıkar ve İslam olur. Bundan sonra her tarafa: “Esselâmün aleyküm ve rahmetullah” (Allah'ın rahmeti ve esenliği üzerinize olsun) diye selam vermeye başlar. Bu selam; sağı da, solu da Allah'ın olduğu için:

“Ne sağım var, ne solum
Şahıma ben bir kulum”

mısraıyla anlatılmak istendiği gibi, her tarafa verilir. Çünkü, artık kişi teslim olmak ve her varlığı sahibine vermek suretiyle o güne kadar, bilmeksizin “Benim” dediği benliğin, kendinin olmadığını idrak etmiştir.

Vârisler de, Cehri ve Hafi diye ikiye ayrılırlar. Aslında ikisi de aynı kapıya çıkar, çünkü öğreti kaynakları aynıdır. Örneğin: Ben Efendim'den, O, Efendisi olan Hafız Halil Develioğlu Hazretleri'nden derken, işin kökü Hazret-i Ali'ye kadar uzanan bir iman halkası oluşturur. Bu da gösteriyor ki, bu ilim kulaktan kulağa tevarüs yoluyla el tutanlara nakledilmektedir. El tutmayanlarsa suret-i zahirde saflar teşkil edip, kurallar uygulayarak, gerçek inananların koruyuculuğunu yaparlar. İşin iç yüzüne vâkıf olmadıkları için de çok kere şüphede kalırlar. Ben de öyleydim ve çok şükür Allah bana bir mürşit nasip edip şüphelerimden arındırdı. Bunun nasıl olduğunu ilerde anlatacağım için burada tekrarlamıyorum. Tam anlamıyla iman edebilmek için bir şeyi algılamak gerekir. Gayba iman laftır. İnsanın kafasının içindekiler gayb âlemine aittir. “Ben gayba, gaybdakine iman ettim” demek, “Kafamda yarattığım ilâh-ı mec'ule inandım, ona tapıyorum” demektir.

Tevhide ilim yoluyla ulaşmak çok zordur. Çünkü, tüm dinleri, dini ilimleri (Arapça, fıkıh, tefsir, Hadis vs.) ve dünyevi ilimleri bilmek gerekir. Bunları öğrendikten sonra da tahakkuk etmek lazım gelir. Hepsini gerçekleştirdikten sonra insan içine çıkılabilecek hale gelinir ki, onlar arasında da hatalı yollara sapmalar olabilmektedir.”  (Noktanın Sonsuzluğu)

“İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” Hz. Ali.

                                                           ***

Bendeniz, bu mürşid-i kâmil yazı serisiyle, Hz. Gaybi babanın Hizmet eyle cân-u-dilden ma'rifet erbâbına öğüdünü emir telakki edip, naçizane marifet erbabına hizmet etmek murad ettim. Çünkü sahte şeyhler sebebiyle mürşid ve irşad olgusu bilinçli veya bilinçsiz neredeyse inkâr edilmekte; kimilerince Resul’ün (sav) varisleri olan Allah ehline “şıh” muamelesi yapılmaktadır. Oysaki; “Yâ Sin!”. Dersimiz insan.  Okulumuz mektebi irfan. Yolumuz illâ edep…

İkilik Kinini İçimden Atıp
Özde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Taht Kuralı Ariflerin Gönlüne
Sözde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim
Serimi Meydana Koymaya Geldim

Meğerse Aşk İmiş Canın Mayası
Ona Mihrabımış Kaşın Arası
Hakkın İşlediği Kudret Boyası
Yüzde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim

Bütün Mürşidlerin Tarif Ettiği
Sadıkların Menziline Yettiği
Enbiyanın Evliyanın Gittiği
İzde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim

Ben De Bir Zamanlar Baktım Bakıldım
Nice Yıllar Bir Kemende Takıldım
O Aşkı Mecazla Yandım Yakıldım
Közde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim

Süregeldim Aşk Meyini İçerek
Her Bir Akı Karasından Seçerek
Varlık Dağlarını Delip Geçerek
Düzde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim

Gör Ki Nimri Dede Şimdi Neyleyi
Gerçek Aşkı Her Gönüle Söyleyi
Her Türlü Sefaya Veda Eyleyi
Sazda Ben Bir İnsan Olmaya Geldim

Allah, karanlıklardan aydınlığa çıkarsın, erenler zümresine ilhak eylesin! Amin. “Mevlana gibi mürid ol, Allah Şems gibi mürşid ihsan eder”. Aziz Mehmet Dumlu’nun buyurduğu üzere “Allah da kulundan yanadır”. İster ki kulu arınsın, yunsun. Kim ile? Ya Kuddus, Ya Hu ile…

Bu konuyu burada noktalarken, son olarak aşağıya her biri bin tefekkür kapısı açacak değerde Noktanın Sonsuzluğu’ndan cümleler nakletmek istiyorum.

Allah, hizmet edenlerden razı olsun, bizleri de hizmet edenler zümresine ilhak eylesin ve hizmet ehliyle beraber haşreylesin! Amin.

İNSAN

·         Bu âlemde, şeklen insân görünümünde olsak bile, beşeriyet âlemindeyiz. Ne zaman kendimizi bilirsek, o zaman insânlık âlemi ne terfi ederiz. İnsânın insân olabilmesi için, mutlaka " insân-eli " tutması şarttır.

·         İnsân dünyada iken, Allah kendinde olan, âhirette ise kendisi Allah'ta olacak olan, bir muamma-yı ezeli 'dir.

·         " İnsân " kelimesi ünsiyet 'ten gelir ; " üns " muhabbet, "ünsiyet " yakınlık, sıcaklık, her şey ve  herkesle ' barışık' olmak, kimseyi, çingene, zengin, fakir, Musevi, Hristiyan vb. diye ayrı görmemek demektir.

·         Ünsiyet etmemiş olanların mertebesi, insân değil, " nâs "tır.

·         İnsân, kemale ermedikçe, Kur'ân'ı anlayamaz. O'nu bilen " insân " olur. Bilmeyen ise " beşer "dir ve yaptığı her şey, maymun gibi birilerini taklitt en ibârettir.

·         Allah'ın görülmesini engelleyen 'perde', bizzât beşerin kendisidir.

·         İnsân, daima kendine en yakın âleme kayma temayülündedir. Her ne kadar Allah'tan gelmiş ise de, gelinceye kadar, pek çok âlemlerden geçmiş olduğu için, kendine en yakın âleme, yâni kendinden bir önceki hayvâniyet âlemine yönelmeye meyyâldir. Hayvânlık hissiyatı insâna tatlı gelir. İnsânlık hissi, Allah'la ünsiyet edilen âleme aittir ; zâten ona insân denmesinin nedeni de bu ünsiyettir.

·         Her şeyin amacı, " sevgi ", " muhabbet ", "temiz yürek " ve " temiz amel "dir; ibadetler dahil, her şey bunu te'min içindir ve teferruattır.

·         İnsânlık, " sevgi ", " muhabbet " ve " merhamet " demektir. Her yaptığı işi, sevgiyle ve Hakk için yapana " insân " denir.

·         İnsânlıktan amaç, " gönül-âlemi "ne girip, orada yaşayabilmektir.

·         Allah'a ulaşmak için, ' bilgi 'den ziyade " sevgi " lâzımdır. Çünkü, " mârifettullah "Aşk"tır.

·         İnsân, dünyada "aşk-ateşi ", âhirette ise " cehennem-ateşi " ile temizlenir.

·         İnsân, aklı bırakırsa ' deli ', akıl insânı bırakırsa ' Veli ' olur.

·         Dinin temeli, gönül kırmamak, gönülden ayrılmamak, çalışkan , güler yüzlü ve iyi niyetli olmaktır. Gerisi, " lâf-u güzâf "tır.

·         İnsânın yüzü " cemâlüllah "tır ve Allah'ın insâna verdiği kitabın, 'ön sayfası', yâni, " fatiha "sıdır.

·         İnsân, benliğini gayb âleminde müşahede ederse " O " (Hû), şühûd âleminde müşahede ederse "Sen ", kendinde müşahede ederse " Ben " demelidir.

·         Allah'ın evi , enfüste 'İnsân'dır ve o hakikidir.

·         Namâzı karşılıklı olarak, insân insâna kıldığı hâlde, neden ortada kâbe bırakılmış ve insânların birbirlerini görmeleri engellenmiştir ? Her insân sûretinde görünenin insân olmadığı ve insân olmayan ın da kalb e alınıp, "Kıble " edilmeyeceği için... Onun için ortaya bir sembol konmuş ve o sembolün kıble olması sağlanmıştır.

·         Kıyam, "Elif" ; "Rükû", dal ; "Sücûd " ise " Mîm" harfinin sembolüdür. İnsân bunları okuduğunda Âdem olduğunu öğrenip oturacak ( Kuud ) ve böylece gerçek namâz kılmış olacaktır.

MÜRŞİT – KAMİL İNSAN

·          Mürşît , insânı âhiret âleminde, " Veled-i Kalb " olarak doğurduktan sonra, onu " Sohbet"   sütüyle    besleyip büyüten annedir.

·         Mürşitlik, "Rabb " esmâsının tecellisidir.

·         Dost 'u bu âlemde bilen, " Mürşit "tir.

·         Gerçek " İmân " " havas "a ait bir keyfiyettir. Çünkü, Kâmil'e imân etmeyenin, imânı kâmil olamaz

·         İmânı tam olanların ' vehm 'i ve ' korku 'su olmaz.

·         İnsân-ı kâmil 'e imân etmeden, doğru yolu bulup " Müslümân " olmak mümkün değildir.

·         Mânen rüşte ermek, bir mürşîdin elini tutup " Enel Hakk " mâkâmından geçmek demektir. Rüşt, Enel Hakk yâni Hakk’ı bilme, Hakk’ı kendinde bulma, yahût 'benliksiz benliği' bulma demektir. Böylelerine ' Hakk dostu ' veya ' ayna ' demek caizdir. Çünkü kendini bilen insân Allah'ın aynasıdır.

·         Mürşîd'in görevi, insânın mânevi âleme doğumunu sağlamaktır; ondan sonrası Allah'la kul arasındadır  ve Mürşît oraya karışmaz.

·         Günümüzde herkes, çilede olduğu için, müridleri çileye sokmaya gerek yoktur.

·         Kâmil Mürşîtler , mürîdlerinin herbirini kokusundan tanır.

·         Mürşitler arasında, hiç konuşmadan, sadece " nazar " ile irşâd edenler vardır ki, böylelerine, " İşrakiyyûn " denir.

·         Allah'ı bilen Mürşît, " Elif, Lâm, Mîm " olmuştur ve bu yüzden, O, " şüphesiz-kitap "tır.

·         Mürşît, " Ümmül Kitâb "tır. Ümmül kitap, yâni "Fatiha ", bütün kapıları fethetmiş demektir ve mürşîte     işârettir. Ümmül kitap tabiri de, kitapların anası anlamınadır. Kendi kapılarını fethedip, kendisi "Fâtiha"     olmayan, başkasının kapılarını açabilir mi ? " Fâtiha ", kafadaki dir ve esâstır. Elhâm ise onun kâğıda     geçirilmiş sûretidir.

·         Kur'ân, kâinatın aynı ve onun özeti olduğu için, kâinata "fûrkan" (fark âlemi), denir. Kâinattaki farklılıkların hepsi insânda toplanmış olduğu için de, "kur'ân ile insân" ikiz kardeştir denmiştir. Tabii ki burada kastedilen, kâmil insân'dır.

·         Mârifet erbabı , hiçbir dinden değildir. Onlar, her dini kendinde toplayıp "insân " olmuş ve böylece de, " küfr-ü imân " derdinden kurtulmuşlardır.

·         Mürşîtin gönlü ne giren, düdüğü çalar. İşin kısaca, aslı ve püf noktası budur.

·         Gölge olmaktan kurtulup, ' asl 'a ulaşmak için gönle girmek ve her şeyi gönülde bulmak lâzımdır.

·         Kim ki " İnsân "ı sever, Allah da, kâinat da onu sever ve o herkesin sevgilisi olur.

·         "Sohbet dinlemek", el tutup "âb-ı hayat" içmek demektir .

·         " Sohbet ", Allah'ın kelâmı, kevser pınarı, maide (hakk sofrası), mânevi şarâb, isimleriyle de anılan ve    kazası olmayan en büyük namazdır.

·         Mârifet ten gaye, sûretler içinde, sûretsizi bulup, putperestlikten kurtulmaktır.

·         Bazı mürîd'ler, Efendileri irtihal edince, " ben başkasından el tutmam " derler. Böyle söyleyenler,    baştan beri el tutmamış olanlardır. Çünkü, tutmuş olsalardı, tuttukları elin, Hakk'ın eli olduğunu idrâk ederlerdi.

·         Eğer, mürîd 'ler, sûret te kalacak olurlarsa , "Efendi " dedikleri" Put "tan ibâret olur. Bu durumda, kendileri de " Putperest " olurlar.

GÖNÜL –SEVGİ – TEVHİD

·         Allah kâinatı "sevgi"den yaratmıştır. "Sevgi" herkeste her zerrede vardır. Zâten sevgiden başka bir şey yoktur .

·         En büyük ibadet " sevgi "dir.

·         İnsanın insânlığı, bilgisiyle ölçülür, lâkin bilgi ahlâka dayanmazsa hiçbir işe yaramaz. Bilginin "sevgi" ile kaynaşması gerekmektedir.

·         İnsân ne kadar bilirse bilsin, bildiklerinin "zevk" ine varamıyorsa, o bilginin hiçbir faydası yoktur. Önemli olan, "gönül" temizliği ve o temiz gönülde ilmin vereceği "ferahlığı" bulabilmektir.

·         Allah'a "Akıl " ile değil, " Gönül " ile erişilir.

·         ' Sırât-köprüsü' burasıdır ve o köprüyü, buradayken geçmek lâzımdır.

·         Namâzın hakîkati , Gönül-âlemi 'ndedir. Amacıysa, Hak sevgisi ni kazanıp " Muhabbetullah " ve " Mârifetullah "a erişmek için rûhen yükselmek, urûc etmektir.

·         Bir insânda Allah bilgisi yoksa, onun rûhu dirilmemiş demektir. Böyle rûhlara "rûh-i hayvânî" denir. Ölümlü rûhlar bunlara denir. İnsândaki rûh ise "nefha-i ilâhi"dir. Bu nefha, Allahın Âdem'e üflediği rûhtur. Diri olan da bu rûh'tur. Hz. Mûhammed (sav) de ahfâdına bu rûhtan üflemişir. Çünkü, Râbb üflemezse, emir zâhir olmaz. İşte, "de ki, Rûh Rabbimin emrindendir." (17/85) âyetinin mânâsı budur.

·         Tevhîd 'de ayrılık yoktur. Ayrılığı yaratan esmâ'dır.

·         Esmâ bir bildirgeçtir; kendi vücûdu yoktur. İnsânın sıfâtlarını bildirmeğe yarar.

·         İnsanın endişe ve sıkıntıya düşmesinin nedeni, bir isme bağlanıp kalması ve her şeyi ondan beklemesindendir. Beklentisine o isimden cevap alamayınca, sıkıntıya düşer. O halde, esmâyı değil, müsemmayı düşünmek gerekir.

·         Teşbîh'te tenzîh'i, tenzîh'te teşbîh'i zevk etmek, " tevhid " dir.

·         İnsânı şaşırtan, esmâ ve sıfatta kalıp her şeyi ayrı görmesidir. İnsân, buğday, nohut, fasulye, şeker, incir, kayısı, üzüm vs.yi teker teker görüp ayrı zannetmekle hata yapmaktadır. Halbuki, bunların hepsini bir görüp, " Aşûre " deyiverse, yâni müsemmayı tanısa, ayrılıklar ortadan kalkıverir. İşte " tevhîd " budur.

·         Tevhîd nokta-i nazarından, Bir Allah ile Bir İnsân 'dan başka, tüm görünenler " süs"tür... Hüvel Bâtın Allah, Hüvezzâhir ise İnsân'dır .

·         Sırf tenzîhte kalanlar, küfür de, sırf teşbîhte kalanlar ise şirk 'tedir. Tenzîh ile teşbîh arası, yâni " berzah " , insânın kendisidir.

·         Ölmeden önce ölmek , ölümü öldürmek demektir.

·         " Tevhîd", "sevgi"den ibârettir.•  Her kes, kendi kapısını kendi açacak, içindeki "Hazine"yi, kendi bulacaktır.

·         İnsânlıktan, dinlerden ve ibadetlerden tek murat, " sevgi " ve "muhabbet "e ulaşabilmektir.

 

 

 
 
İstanbul - 22.07.2008
meryemirmak@gmail.com
http://sufizmveinsan.com