Nesnel Realite Var mı, Yoksa Evren Bir Hayal mi?

 
 
 

1982’de, olağanüstü bir olay meydana geldi. Paris Üniversitesi’nde Fizikçi Alain Aspect tarafından yürütülen bir araştırma grubu, 20.inci yüzyılın en önemli deneylerinden birini gerçekleştirdi.  Siz bunu akşam haberlerinde duymamışsınızdır.

Bazıları, onun bu keşfinin bilimin yüzünü değiştirdiğine inansa da; bilimsel yazıları okuma alışkanlığınız yoksa, aslında Aspect’in adını belki de hiç duymamışsınızdır.

Aspect ve grubu, aralarında onları ayıran uzaklık ne olursa olsun; bazı durumlarda  elektronlar gibi atomdan küçük parçacıkların da anında birbirleriyle haberleştiklerini keşfetti.

Bu, 10 feet veya 10 milyar mil ayrı olsalar bile farketmiyordu. Her nasılsa, her bir parçacık  her zaman bir diğerinin ne yaptığını biliyor gözüküyordu. Bu başarıyla ilgili bir problem de; Einstein’ın uzun-zamandan beri olan prensibi ‘’ Hiçbir iletişim, ışığın hızından daha hızlı seyahat edemez’’ prensibini çiğniyordu. Işık hızından daha hızlı seyahat etmek, zaman bariyerini ihlal ederken; bu korkusuz ihtimal bazı fizikçilerin Aspect’in bulgularını ayrıntılı bir şekilde açıklamalarına sebep oldu. Fakat bu, diğer fizikçilere daha da radikal açıklamalar sunmaları için ilham verdi.         

Örneğin; Londra Üniversitesi’nden Fizikçi David Bohm, Aspect’in bulgularının nesnel realitenin varolmadığına işaret ettiğini; evrenin merkezinde hayal, sağlam görünürlüğüne karşın; aslında kocaman, muhteşem şekilde detaylandırılmış bir hologram olduğuna inanmaktadır.    

Bohm’un bu şaşırtıcı iddiayı neden yaptığını anlamak için, bir kişi ilk olarak hologramlar hakkındaki ufak bilgiyi anlamalıdır. 

Bir hologram, lazerin yardımıyla yapılan üç-boyutlu bir fotoğraftır. Hologram yapmak için, fotoğraflanacak olan obje ilk önce lazer ışınının ışığında banyolanır. Sonra ikinci lazer ışını, ilk yansıyan ışıktan zıplar ve sonuç olan çatışma örneği

( iki lazer ışınının birbirine karıştığı alan) filmde yakalanır.  

Film geliştirildiğinde, hologram manasız bir ışık helezonu ve koyu çizgiler gibi gözükür. Geliştirilmiş olan film, bir diğer lazer ışınıyla aydınlatıldığında; orijinal objenin üç-boyutlu imajı belirir.

Bu imajların üç-boyutluluğu, hologramların olağanüstü  tek özelliği değildir.

Eğer bir gülün hologramı yarıdan kesilirse ve sonra da lazerle aydınlatılırsa; her bir yarının hala gülün bütün bir imajını koruduğu bulunur. Gerçekten de, yarılar tekrar bölünse bile; filmin her bir ufak parçasının orijinal imajdan daha küçük, fakat bozulmamış bir halde imajını kapsadığı bulunacaktır. 

Normal fotoğraflardan farklı olarak, bir hologramın her bir parçası bütünün sahip olduğu bütün bilgiyi kapsar.  Hologramın  ‘’Her bir parçadaki bütün’’doğası, bizlere tamamen yeni bir organizasyon ve düzen anlayışı yolu sağlar.   

Ekseriyetle tarihi boyunca, Batı bilimi fiziksel bir fenomeni en iyi anlama yolunda; bu bir kurbağa veya atom olsun, onu parçalara ayırmak ve onun ayrı ayrı olan parçalarını çalışmak önyargısıyla çalışıp çabalamıştır.       

Bir hologram, bize evrendeki bazı şeylerin bu yaklaşıma yanaşmayabileceklerini öğretmiştir.  Holografiksel olarak yapılmış bir şeyi parçaya ayırmaya çalışırsak, onun hangi parçalardan yapılmış olduğunu yakalayamayız; sadece daha küçük bütünlerini yakalayabiliriz.

Bu anlayış, Aspect’in buluşunu anlamada diğer bir yolu Bohm’a önermiştir. Bohm; atomdan küçük parçacıkların birbirlerini ayıran uzaklık her ne olursa olsun birbirleriyle kontakt halinde bulunmalarının,  ileri- geri gizemli bir çeşit sinyal göndermelerinden değil; onların ayrı olmalarının bir ilüzyon olması sebebiyle, kontakt halinde bulunduklarına inanmaktadır.     

Bu temel bağlantı, evrenin bütün yönleriyle enerji olarak bağlantıda olduğunun matematiksel kanıtı olan Beşinci Elementle ilişkilendirilebilir. Hal Puthoff, ‘Sıfır-Nokta Enerji’ isimli çalışmasında; evrendeki bütün yüklerin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve evrende olan herşeyin bir ilüzyon olduğunu kanıtlanmıştır. Ve bugünün modern fizik teorileri de, evrenin çeşit çeşit kısımlarıyla aynı bağlantıya sahip olduğunu iddia eden eski gelenekler ve filozofilerle aynı görüştedir.

Bazı daha derin bir realite de, böyle parçacıkların başlı başına bir varlıklar olmadıklarını, fakat gerçekte temel aynı bir şeyin uzantıları olduklarını iddia etmektedir. Ne demek istediğini insanların daha iyi anlamasını sağlamak için, Bohm aşağıdaki örneği sunmaktadır.

Akvaryumun içinde balık olduğunu hayal edin. Ayrıca akvaryumu direkt olarak göremediğinizi ve onun hakkındaki bilginizin ve içerisinde neyi kapsadığının iki televizyon kamerasından geldiğini; bir tanesinin akvaryumun önüne ve bir diğerinin de yanına yönlendirildiğini hayal edin. İki televizyon monitörüne dikkatle baktığınız zaman, her bir ekrandaki balığın başlı başına bir varlık olduğunu zannedebilirsiniz. Yine de, kameralar değişik açılara kurulu olduğu için, herbir imaj birbirinden hafifçe farklı olacaktır. Fakat iki balığı seyretmeye devam ettiğinizde, sonunda birbirleri arasında kesin bir ilişki olduğunun farkına varacaksınız. Biri döndüğü zaman, diğeri de hafifçe farklı fakat diğerine cevap veren bir dönüş yapacaktır; biri yüzünü öne döndüğü zaman, diğeri de her zaman  yana doğru yüzünü dönecektir. Olayın bütün kapsamından habersiz olursanız,  balığın hemen bir diğeriyle bağlantı kurduğu sonucunu çıkarabilirsiniz, fakat durum açıkça bu değildir.           

Bohm; bunun, Aspect’in deneyindeki atomdan küçük parçacıkların birbirleri arasında tam olarak neler meydana geldiğini anlattığını söylemektedir.    

Bohm’a göre, atomdan küçük parçacıklar arasındaki  gözüken ışıktan-hızlı bağlantı; bize gerçekten bir sır olan, daha derin, akvaryum örneğine benzer şekilde sahip olduğumuzdan  daha karmaşık bir boyutun realitesini bize anlatmaktadır. Ve, atomdan küçük parçacıklar gibi objeleri birbirinden ayrı olarak görüntülediğimizi çünkü onların realitesinin sadece bir kısmını gördüğümüzü ilave etmektedir. Böyle olan parçacıklar ayrı ‘’kısımlar’’ değillerdir, fakat daha derin ve daha temel olan, daha önce de gül örneğinde bahsettiğimiz gibi, holografik ve görünmez bir bütünlüğün birleşik gözlerinden bir gözdürler. Ve fiziksel realitede herşey bu şekilden oluştuğu içindir ki; evrenin kendisi de bir projeksiyon, hologramdır.   

Hayale benzer doğasına ilave olarak, böyle bir evren diğer şaşırtıcı özelliklere de sahip olabilir. Eğer  atomdan küçük parçacıkların görünür ayrılığı bir ilüzyonsa, daha derin bir realite düzeyinde evrendeki herşey sonsuz olarak birbiriyle bağlantılıdır.

İnsan beynindeki karbon atomdaki elektronlar, yüzen her somon balığının içindeki atomdan küçük parçacıklarla da bağlantılıdır, atan her bir kalple, gökyüzünde her bir parıldayan yıldızla da bağlantılıdır.  Herşey, herşeyi tamamen nüfuz eder; ve insan doğası, kategorize edip, sınıflandırıp, tekrar bölse de; evrenin fenomeninde, her pay bir gereklilik ve bütün doğa da dikişsiz bir ağdır.

Holografik evrende,  artık zaman ve uzay bile temel şeyler olarak görüntülenmez. Çünkü  gerçekten de hiçbir şeyden ayrı olmayan, zaman ve üç-boyutlu olan uzay, TV monitörlerindeki balık imajları gibi olan şeyler, evrendeki yer bozulması  gibi kavramlar da daha derin bir düzenin projeksiyonları gibi görüntülenmelidir.

Daha derin realite düzeyinde; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek anında var olan bir süper hologramdır. Bu bize, uygun araçlar verildiğinde birgün süper holografik realite düzeyine ulaşma ihtimalimizin bile olabileceğini ve uzun-unutulmuş geçmişten hadiseleri çıkarabileceğimizi ileri sürmektedir.     

Süperhologramın daha neleri kapsadığı ise sonuca bağlanmamış bir sorudur. Tartışmaya izin verirsek, süperhologramın evrendeki herşeyi doğuran bir matriks, rahim olduğunu, en azından olan veya olacak olan atomdan küçük her parçacığı kapsamaktadır— mümkün olan her madde ve enerjinin; kar tanelerinden, çok uzakta olan ve çok kuvvetli radyo dalgaları gönderen gök cisminden, mavi balinalar ve gama ışınlarına kadar olan  yapılanmasıdır.

‘’Olan Herşey’’ bir çeşit kozmik hazne olarak görülmelidir.

Bohm, süperhologramda daha başka ne saklı olduğunu bilmemizin  bir başka yolunun olmadığını kabul etmesine rağmen; daha başka şeyler kapsamadığını zannetmemize hiç bir sebep olmadığını söylemektedir. Veya söylediğine göre, belki de süperholografik realite düzeyi, ‘’daha ilerideki gelişimin sonsuzluğunun’’ ötesinde yatan ‘’yalnızca bir aşama’’dır.     

Evrenin hologram olduğunun kanıtını bulan tek araştırmacı Bohm değildir. Beyin araştırma alanında bağımsız olarak çalışan, Stanford Üniversitesi Nörofizyoloğu Karl Pribram da  realitenin holografik doğası hakkında ikna olmuştur. Pribram, holografik modele ‘hatıralar beyinde nasıl ve nerede saklanıyor’ bilmecesiyle girmiştir. Onyıllardır sayısız araştırmalar göstermiştir ki; belirli bir yere bağlı kalmaksızın, hatıralar beyinde dağıtılmıştır.    

1920’lerdeki dönüm noktası olan seri deneylerde, beyin bilimadamı Karl Lashley, sıçanın beyninde hangi kısım alınırsa alınsın karmaşık işleri yapan hafızayı silemediğini ameliyattan evvel öğrenmiştir. Tek problem, bu meraklı ‘’her parçadaki bütün’’ hafıza saklama doğa mekanizmasını kimsenin bulamamış olmasıydı.

Daha sonra 1960’larda Pribram holografi kavramına rastladı ve beyin bilimadamlarının ne aradğıyla ilgili açıklamayı bulduğunu farketti. Pribram, hatıraların nöronlarda kodlanmadığını; fakat küçük gruplar halindeki nöronlarda holografik imajı kapsayan bir film parçasının bütün alanıyla çaprazlama kesişen lazer ışığı çatışma örneklerinde de olduğu gibi; bütün beynin çaprazlama kesişen sinir dürtülerinde  kodlandığına inanmaktadır. Bir başka deyişle, Pribram beynin kendisinin bir hologram olduğuna inanmaktadır.

Pribram’ın teorisi insan beyninin ne kadar küçük bir alanda ne kadar çok hatırayı saklayabildiğini açıklamaktadır. Normal bir insan hayatında insan beyninin 10 milyar parça bilginin düzeninde saklama kapasitesine sahip olduğu tahmin edilmiştir. ( veya kabaca Britannica Ansiklopedisi’nin beş setindeki aynı miktardaki bilgi)

Benzer şekilde, diğer yeteneklerine ilave olarak, basitçe iki lazerin bir fotoğraf filmine açıyı değiştirip çarpmasıyla, hologramların şoke eden bilgi haznesine sahip oldukları keşfedilmiştir. Birçok farklı imajı aynı yüzeyde kaydetmek mümkündür.  

Kanıtlanmıştır ki, bir filmin bir kübik santimetresi 10 milyar parça bilgiyi içine alabilir.

Eğer beyin holografik prensiplere göre işlev yaparsa, hatıralarımızın o kocaman haznesinden hangi bilgiye ihtiyacımız olduğunu acayip bir şekilde yeniden kazanma yeteneğimiz daha kolay anlaşılır.  

Eğer bir arkadaş size ‘’zebra’’ kelimesini duyduğunuzda aklınıza ne geldiğini söylemenizi sorarsa, siz cevabı bulmak için beceriksizce beyinsel, dev gibi olan o alfabetik dosyaya dönüp araştırmak zorunda kalmazsınız.

Bunun yerine, ‘’çizgili’’, ‘’ata benzer’’, ve ‘’Afrika yerlisi hayvan’’ ilişkilendirmeleri beyninizde anında açılır. Hatta, insan düşünme süreciyle alakalı en şaşırtıcı şeylerden biri de her parça bilginin anında diğer her parçayla çapraz-bağlantılı olmasıdır-- bir diğer kendine özgü hologram özelliği.

Çünkü, hologramın her bir parçası her bir diğer parçayla sonsuz bir şekilde bağlantılıdır; bu belki de doğanın çapraz-bağlantılı sisteminin en önemli örneğidir.

Hafızanın haznesi, Pribram’ın holografik beyin modelinin ışığında daha çözülebilir olan tek nörofiziksel bulmaca değildir. Bir diğeri de beynin duyular yoluyla frekans kümelerini algılarımızın somut dünyasına nasıl çevirebildiğidir. (hafif frekanslar, ses frekansları ve buna benzer olanlar) 

Şifreleme ve şifrelemeyi çözme, açıkça hologramın en iyi yaptığı şeylerdir. Hologramın lens gibi işlev görmesi gibi, çeviren bir aygıtda manasız bulanık frekansları uyumlu imaja çevirebilir. Pribram, ayrıca beynin  bir lens ihtiva ettiğini ve holografik prensipleri de duyular aracılığıyla aldığını ve algılamalarımızın iç dünyasını da matematiksel  frekanslara dönüştürdüğüne inanmaktadır. 

Şaşırtıcı kanıt, beynin işlemlerini yürütebilmesi için holografik prensipleri kullandığını ileri sürmektedir. Pribram’ın teorisi, aslında nörofizyolojistler arasında artan bir destek görmektedir.

Arjantinli-İtalyan araştırmacı Hugo Zucarelli, şimdilerde holografik modeli, işitme duyusuyla ilgili fenomen dünyasının içine yaymıştır. İnsanların tek kulakla duysalar bile kafalarını oynatmadan seslerin yerlerini bulabilmeleri gerçeğiyle hayrete düşmesiyle; Zucarelli holografik prensiplerin bu yeteneği açıklayabildiğini keşfetmiştir. Zucarelli, ayrıca akustik olayları neredeyse beceriksizce bir gerçeklikle çoğaltan bir kaydetme tekniği olan holofonik ses teknolojisini de geliştirmiştir.

Pribram’ın inancı olan beyinlerimizin ’sert’’ realiteyi matematiksel olarak frekans alanındaki girdiye dayanarak inşa etmesi, yüksek düzeyde destek görmüştür.

Her bir duyumuz, önceden şüphelenilenden daha geniş bir şekilde frekansa bir hassasiyet gösterir. Araştırmacılar keşfetmiştir ki; mesela, görsel sistemlerimiz ses frekanslarına hassasiyet gösterir, koklama kısmı olan duyularımız ‘’ozmik frekanslar’’ olarak adlandırdıklarımıza bağlıdırlar ve  hatta vücudumuzdaki hücreler bile geniş alandaki frekanslara hassastırlar. Bu şekilde olan bulgular, böyle frekansların holografik etki alanının sadece bilincimizde sıralanmış olduğunu ve geleneksel algılara bölündüğünü ileri sürmektedir. 

Fakat Pribram’ın holografik beyin modelinin zihni en tereddüt ettiren yönü Bohm’un teorisiyle bir araya konulduğu zaman ne olduğudur.

Dünyanın somutluğu ikincil bir realiteyse ve bu da aslında holografik bulanık olan frekanslarsa, ve beyin de bir hologramsa ve bu bulanıklıktan yalnızca bazı frekansları seçiyorsa ve matematiksel olarak onları duyusal algılamalara dönüştürüyorsa; objektif realite ne olur? Basitçe söylersek, varlığı sona erer.

Doğu dinleri, uzun zamandır madde dünyasının Maya olduğunu, yani bir ilüzyon olduğunu, ve fiziksel dünya aracılığıyla taşınan fiziksel varlıklar olduklarımızı ve bunun da bir ilüzyon olduğunu savunmaktadırlar. 

Bizler gerçekten de frekansın kaleydeskopik denizi aracılığıyla yüzen ‘’alıcılarız’’, ve bu denizden çıkardığımız ve fiziksel realiteye dönüştürdüklerimiz ise süperhologramın pek çok parçasındaki sadece bir kanalından başka birşey değildir.   

Bu dikkati çeken yeni realite penceresi; yani Bohm’un ve Pribram’ın görüşleri holografik örnek olarak adlandırılmış ve pek çok bilimadamı bu görüşü şüpheci bir tavırla karşılasa da, diğerleri de harekete geçirmiştir.

Küçük fakat artan bir grup araştırmacı, bunun şimdiye kadarki en doğru realite modeli bilim olduğuna inanmaktalar. Bundan da fazlası, bazıları bu görüşün bilim tarafından şimdiye kadar açıklanamamış bazı gizemleri çözebileceğine ve hatta doğanın bir parçası olarak alışılmamış olanı inşa edeceğine inanıyorlar. Pek çok araştırmacı, Bohm ve Pribram da dahil, pek çok alışılmamış-psikolojik fenomeninin holografik örnekle çok daha anlaşılabilir olduğuna işaret etmişlerdir.   

Kişilerin beyinlerinin aslında daha büyük bir hologramın bölünmez parçaları olduğu ve herşeyin sonsuz olarak birbirine bağlantılı olduğu bir evrende; sadece telepati, holografik düzeye erişme yolu olabilir. Daha uzak bir noktada bir bilginin kolayca nasıl ‘A’ kişisinin zihninden ‘B’ kişisinin zihnine seyahat edebildiğini anlamak, besbelli ki çok daha kolaydır ve psikolojideki pek çok çözülmemiş bulmacayı anlamaya yardımcı olur.   

Buna benzer bir şekilde Stanislav Grof; holografik modeli, değiştirilmiş bilinç düzeylerinde kişiler tarafından deneyimlenen pek çok şaşırtıcı fenomenin açıklamasına bir örnek olarak önermektedir. 1950’lerde, psikoterapik aracın LSD olduğuna dair olan inançlar hakkında araştırmalar yapılırken, Grof’un birdenbire tarihöncesi bir sürüngen cinsi kimliğine sahip olduğunu zanneden bir bayan hastası vardı.   

Halüsinasyon esnasında, hasta yalnızca böyle bir şekle sahip olmanın zengin detayını vermekle kalmadı; ayrıca yaratığın erkek anatomisinde, başının yan tarafında renkli pullardan yama olduğuna işaret etti.

Grof’u şaşırtan  şey, kadının böyle şeyler hakkında bir bilgiye sahip olmamasına rağmen; daha sonra zoologla yapılan konuşmada sürüngenlerin bazı türlerindeki  baş kısmındaki renkli bölgenin seksi tahrik edici, tetikleyici olarak gerçekten önemli rol oynadığını teyit etmiş olmasıdır.   

Kadının deneyimi benzersiz bir deneyim değildi. Araştırması esnasında, Grof geri giden ve evrim ağacındaki neredeyse her bir türü tanımlayan hasta örnekleriyle karşılaştı. (araştırma bulguları, ‘Değiştirilmiş Haller’ filmindeki maymun adama etkilemekte yardımcı olmuştur)  Daha da fazlası, sık sık karmaşık zoolojik detaylar kapsayan böyle deneyimlerin doğru olduğunu keşfetti.

Hayvanlar krallığındaki regresyonlar, Grof’un rastladığı tek şaşırtıcı psikolojik fenomen değildi. Onun ayrıca kollektif veya ırksal davranan hastaları da vardı. 

Eğitimsiz olan veya az eğitimi olan kişiler ansızın detaylı Zerdüşt cenaze törenlerinden ve Hindu mitolojisinden görüntüler anlatmaya başladılar.

Deneyimin başka kategorilerinde; kişiler bedenden giriş-çıkış yolculuk hikayelerini, geleceğin görünen kısa bakışını, geçmiş-hayattan yeniden dirilişleri  ikna edici bir şekilde anlattılar.

Daha sonraki araştırmada; Grof,  uyuşturucu kullanılmayan terapi seanslarında aynı dağılımdaki fenomeni keşfetti. Çünkü; bu şekilde olan deneyimlerdeki genel öğe, kişinin bilincinin alışılmış ego veya uzay ve zamandaki sınırlarının ötesinin üstüne çıkmış gözükmesiydi. Grof, bu bulguları ‘’kişisel üstünlük deneyimleri’’ olarak adlandırmış ve 1960’ların sonlarındaki araştırma çalışmalarını da ‘’kişisel üstünlük psikolojisi’’ olarak adlandırmıştır. Bu da psikolojinin bir dalını keşfedilmesine yardımcı olmuştur.  

Grof’un yeni kurduğu Kişisel Üstünlük Psikolojisi Kurumu, kısa zamanda aynı düşüncelere sahip bir profesyonel grubunun toplanmasına neden olmuştur. ‘Kişisel üstünlük psikolojisi’, psikolojinin saygın dalı olmasına rağmen; Grof veya  çalışma arkadaşları şahit oldukları bu tuhaf psikolojik fenomeni açıklamak için herhangi bir mekanizma sunamamışlardır. Fakat bu, holografik örneğin gelişiyle değişmiştir.

Grof’un yakın zamanda işaret ettiği gibi; eğer zihin devamlılığın gerçekten bir parçasıysa; yalnızca var olan veya var olmuş her bir diğer zihne bağlı olmakla kalmayıp, her atoma, organizmaya bağlı bir labirentse; uzayın ve zamanın enginliğinde bir bölgeyse; o halde, zaman zaman bu labirentin içine baskınlar yapabilmesi ve kişisel üstünlük deneyimlerine de sahip olması artık tuhaf gözükmemelidir.   

Belki de Realiteyi yaratmada,  Star Trek Gelecek Jenerasyon’da olduğu gibi, ‘Devamlılığın Q’su’ haline geldik veya virtüel realitenin deneyimi olan bilincin bir parçasıyız.

Holografik örnek, ayrıca biyoloji gibi sert bilim dalı olarak adlandırılan bilimler için de içeriklere sahiptir. Keith Floyd, Virginia Intermont Üniversitesi’nden bir psikolog, eğer realitenin somutluğu yalnızca bir holografik ilüzyonsa, beynin bilinci ürettiğini söylemenin artık doğru olmadığına işaret etmiştir. Onun yerine, bilinç, beynin görünümünü yaratandır—  beden ve etrafımızdaki fiziksel olarak yorumladığımız herşeyi de o yaratır.    

Biyolojik yapıları görüntülediğimiz böyle bir yol, araştırmacıların ilaç ve anladığımız iyileşme sürecinin holografik örnekle dönüştürülebileceğine işaret etmelerine sebep olmuştur. Eğer gözüken bedenin fiziksel yapısı bilincin holografik projeksiyonuysa, herbirimizin sağlığına şimdiki tıbbi ilmin izin verdiğinden daha fazla sorumlu olduğumuz anlaşılır. Şimdiki mucizevi türden hastalığın hafifleme bakış açısı, belki de bedenin hologramında değişiklikleri etkileyen bilince bağlı olabilir.     

Benzer şekilde, tartışmalı görselleştirme gibi olan yeni iyileştirme teknikleri iyi işleyebilir çünkü, düşüncenin holografik etki alanında imajlar eninde sonunda bir ‘’realite’’ kadar gerçektir.

Hayaller ve ‘’sıradan olmayan’’ deneyimlerin realitesi bile holografik örnekle açıklanabilir hale gelmiştir.

Biyolog Lyall Watson, ‘’Bilinmeyen Şeylerin Hediyeleri’’ adlı kitabında ayin dansı yaparak tüm korudaki ağaçları havaya uçuran, yok eden Endonezyalı şaman bir kadınla tanışmasını anlatmaktadır. Watson, kendisi ve diğer hayrete düşmüş olan seyircinin  kadını izlemeye devam ettikçe; ağaçların yeniden belirmesini ve kaybolup yeniden belirmelerini ardı ardına birkaç defa izlediklerini anlatmaktadır.   

Şimdiki bilimsel anlayış böyle olayları açıklayamamasına rağmen, eğer ‘’sert’’ realite yalnızca bir holografik projeksiyonsa, böyle deneyimler daha savunulabilir olmaktadır.

Belki de bizim ‘’burada’’ veya ‘’burada değil’’ gibi katıldığımız şeyler gerçek değildir; çünkü bizim fikir birliğine vardığımız realite, bütün zihinlerin sonsuz olarak birbirine bağlandığı insan bilinçsizlik düzeyinde formüle edilmiş ve tasdik edilmiştir. Eğer bu gerçekse, bu hologramın şimdiye kadarki en derin göstergesidir, çünkü sadece Watson’ınki gibi olan deneyimler sıradan değildir, zihinlerimizi onları öyle yapan inançlarla programlamadık. Holografik evrende, realitenin dokusunu değiştirici boyutta limitler yoktur.

Realite olarak algıladığımız şey, sadece herhangi istediğimiz bir resmi üzerinde çizmemizi bekleyen tuvaldir. Zihin gücüyle kaşıkları bükmekten, rüyada olan hayal olaylarını Yaqui brujo don Juan’la karşılaştığında ‘sihir bizim doğuştan gelen hakkımız’ olduğu için deneyimleyen Castaneda’ya kadar herşey mümkündür; rüyalarımızda gördüğümüz hesaplamak istediğimiz realiteyi hesaplama kabiliyetimiz kadar mucizevidir. 

Gerçekten de, realite hakkındaki en temel düşüncelerimiz şüphe haline dönüşür. Çünkü holografik evrende; Pribram’ın da işaret ettiği gibi, tesadüfi olan olaylar bile holografik prensiplere dayalı olarak görülmeli ve buna göre karar verilmelidir. Senkronlar veya anlamlı raslantılar aniden anlam kazanır, ve realitedeki herşey mecaz olarak görülmelidir, en rasgele olan olaylar bile altında  yatan simetriyi ifade edecektir.

Bohm ve Pribram’ın holografik örneği bilimde kabul görse de görmese de veya  onlar öldükten sonra kabul görse de; şunu söylemek sağlamdır ki, bu örnek düşünen pek çok bilimadamında şimdiden bir etki yaratmıştır.  Ve holografik modelin, atomdan küçük parçacıklar arasında anında ileri geri haberleşme kurduğunun açıklamasını iyi şekilde yapamadığı bulunsa da; en azından, Londra’daki Birbeck Üniversitesi’ndeki fizikçi Basil Hiley’nin işaret ettiği gibi, Aspect’in bulguları gösteriyor ki, ‘’biz, radikal bir şekilde yeni realitenin görüşleri üzerinde düşünmeye hazırlıklı olmalıyız.’’ 

 

 
 

    Yazan: Michael Talbot
Çeviren: Esin Tezer
İstanbul -16.06.2007
http://sufizmveinsan.com