Önceki makalemizde Hiçliği, Mutlak varlık olarak
tanımlamış olduk. Zira söylediğimiz gibi O, bizim algı
kapasitelerimizden dolayı Hiçlik ya da Yokluktur.
Algılarımızla bildiğimiz şeylerden yola çıkarak,
kavramlar olarak ileri sürdüğümüz var olmak ve
yok olmak, aslında her an yenilenen evrenin en
önemli özelliği olan değişimden dolayıdır. Varlık
ve yokluk da bize göre, bizim algılarımızdan bize
gelen bilgiye göredir. Bu nedenle dinlerin ileri sürdüğü
gibi, gerçek anlamda bir ölüm de yoktur. Sadece belli
bir süre algı sınırlarımız dâhilindeyken, sonra
algılarımızın sınırlarının ötesine geçmiş oluşumlar
vardır ki, bizatihi kendimiz de, bu algı dünyamızla
sınırlandırdığımız kendi evrenimizin, bedensel
çöküşümüze bağlı olan bilincimizdeki algısal çözülüşü
neticesinde, bu çizgi ötesini idrake başlarız.
Mevlana (öl.1273) bu sözlerimizi şöyle özetler: “Yok
olma, bitme, karşıtın karşıtını yok etmesiyle olur.
Karşıt kalmadı mı sonsuzluktan başka bir şey kalmaz.”
Öyleyse mutlak barış ve huzurun (İslam) tek çaresi, yok
olmaktır: “Kişi tümden yok olmadıkça kesin Bir’lik
olmaz. Bir’lik erişmek değil, yitmektir.” Burada yok
olmakla kastedilen, izafi benliğin yokluğu, dolayısıyla
o benliğin özünde olan ve Allah’ın Ruh’undan olan Mutlak
benliğin ya da Zat’ın aşikâra çıkmasıdır.
Yunus Emre’nin de (öl.1321), Yaradan’dan ötürü
yaradılanı sevmesi, kendi özündeki Mutlak Zat’ı
bir ben vardır bende benden içerü diyerek müşahede
etmesi, âlemlerde, izafi oluşların ötesindeki Mutlak
varlığı görmesinden ötürüdür. Böyle idrak edilen
âlemlerde, son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş
vardır. O oluşa katılmak, Allah'ın tecellilerini*
bir başka gözle görmektir. Bilinçteki bu sıçramayı
sağlamak için, tasavvufta, varlıkların ve olayların
gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah
gerçeğine ulaşmak amacıyla, tüm oluşumların oluşturucu
deruni öz tabakalarına doğru gidilmelidir. Bu gidişin
son makamı, zaman ve mekânın olmadığı hiçlik, yokluk
makamıdır ki, orada sadece Hu vardır. Anlaşılır
ki bilinen tüm mekân ve zamanlar izafi ve
zan(sanı) imiş sadece tek bir an varmış. O
nedenle tasavvufta derler ki, sadece O vardı.
Bilinmeyi istedi; bunu sevgiyle varlık hâline getirmeye
irade buyurdu ve kudretiyle bunu gerçekleştirdi.
Böylece bütün âlemler, madde ve manalarıyla var oldu;
mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu (ki
zaman, tamamen mekânsal ilişkilere zihnin verdiği izafi
bir anlamdır. Mutlak anlamı yoktur.) O an, dinlerin
söylediği Genesis ya da Yaratılış’ın ilk
anıydı. Yani bilimin söylediği Big-Bang anı. İlk
yaradılış, yaratılmış mümkünatlar harici bir zaman ve
mekân olmadığından, zaman ve mekânda ilk yaratma anıyla
başladığından, belli bir yerde ya da anda değildi. O
nedenle Big-Bang teorisinde bu ana sıfır anı ve bu
mekâna sonsuz küçüklükte bir nokta (tasavvufta da
nokta-i kübra) denir. |