Resim Sanatı Işığında Batılılaşma yahut Bozulma
Bilal Atış
 
 

3 Kasım 1839 tarihi Gülhane meydanında Padişah Abdülmecit'in ve elçilerinin önünde Mustafa Reşit Paşa'nın okuduğu " Gülhane Hattı " ya da " Tanzimat Fermanı " Ortaçağ düzeninden koparak yeni bir " Islahat " döneminin, devletin bütün kurumlarının batıya göre temellendirilmesinin başlatılacağının ilan edildiği tarihtir.

Oysa bu fermanın altında yatan gerçek Osmanlı ülkesini siyasal ve ekonomik açıdan sömürge haline getirme planının yüzeysel görüntüsünden başka bir şey değildir. Başta İngiliz'ler olmak üzere batılıların politikalarını başarıyla sürdürmek, tam bir uydu ve kendilerine bağımlı kılmak için kültür kurumlarına da isteklerine uygun, yatkın bir biçim vermek üzere elden geleni esirgemediler.

Nitekim 28 yıl sonra 1867 Ağustosunda " Takvim-i Vekayi'de " çıkan bir bildiride "bütün bütün mahv ve münkariz olmak mertebesine... " gelindiği haykırılmaktaydı.

Abdülmecit, Reşit Paşa ve de " Devlet-i Osmanî " oyuna gelmişler, tam bir gaflet içinde kültür emperyalizminin kucağına düşmüşlerdi.

İşte Türk sanatında batıyı taklit etmek, batıya özenmek, öykünmek, kökle olan bağları koparmak bu yıllarda başlar. Mühendishane-i Berr-i Humayun' dan sonradan Şeker Ahmet Paşa, Halil ve Zekai Paşalar, yetişen İbrahim ve Tevfik Paşa gibi yetenekli kişiler, miralay Seyyit, Osman Hamdi, Hüsnü Yusuf, Servili Ahmed Emin, Ali Rıza Beyler, ister tarihi binaları, camileri, mescitleri ister esnaf çarşısı ya da İstanbul dan " manzaratül - fil- bahır " ları çizerek yerli konuları işlemiş olsunlar, tümü ya naturalizmin ya da empresyonizmin buyruğunda, rengiyle, çizgisiyle, dokusuyla geleneklere göreneklere ters düşmekteydiler. Duygulanmak, estetik tad almak giderek toplumla ilişki kurmak bütünüyle olanaksızlaşmıştı: Konuları bir yana bırakırsak her şeyi ile bize yabancıydı bu sanat.

Bu ressamların batıdan yurda dönüşleri, " Mektab-i Sanayi-i Nefise- i Şahane " nin kuruluşu doğal gelişimini sürdüren resim ve yontu sanatının ezilip geçilmesini, nakış, tezhip, hat sanatının gerileme dönemine girmesini sağlamıştır. Ama batı okullarının, batı tekniklerinin ne kadar güçlü çalışmalar vermiş olsalar bile bu muhterem ve rahmetlik sanatçıların yapıtları Türk toplumsal ve kültürel duyarlılığının çok uzağında kalmış olduğundan değer kazanmış, batı kopyacılığının birer güzel örneği olarak müze ve koleksiyonlarda ki yerini almanın ötesinde bir aşamaya ulaşmamıştır. Salt iyi ressam olmanın, güzel resim yapmanın yeterli olmayacağının bir kanıtıdır bu tarihsel olgu.

Söz hazır buraya gelmişken değinmek istediğimiz bir nokta var; bazı tarihçiler ve yazarlar, batıdan etkilenmiş olmaktan neden korkalım, koskoca bir tarih sürecinde Hint'ten Arap'tan, Fars'tan etkilenmedik mi, o güzel yapıtlar bu etkilenmenin hamuru ile sağlanmadı mı? diyorlar. Görünüşte sağlam bir mantık gibi geliyor. Ama durum öyle değil. Sözü geçen ülkelerle kültür benzerlikleri, istilalar nedeniyle uzun yıllar yan yana, iç içe yaşamış olmak, dilde, dinde, sanatta karşılıklı etkilenmelerin doğmasına yol açmıştır ki, bu çok doğal bir sonuçtur. Beraber yaşamanın getireceği aşılanmalar, benzemeler değişmeler olacaktı; bundan kaçınılmazdı ve gereği de yoktu; nitekim Anadolu'da doğmuş olan bir Yunanlı ile İstanbul’da bir otelin salonunda rastlantı olarak karşılaşıp görüştüğümde, bir Kayseri’li Türkle konuşuyor sandım kendimi. Türkçesinden, yiyeceğinden, âdetinden tutun giyimine kadar Türk'tü bu adam.

Oysa Batı ile olan ilişkilerimiz böyle mi? Onlardan salt esinlenme, etkilenme ile mi bugünkü duruma geldik? Yoksa baştan aşağı taklitçilikle, kopyacılıkla mı yozlaştık? Elbette ikincisi oldu. Şimdi bu nokta da önemli bir sorun ortaya çıkıyor. Etkilenme ayrı şey, taklit etme ayrı. Biz Doğudan etkilendik ama Batı'yı taklit ettik. Bu nedenle Batıdan aktarılanlarla bir özdeşlik kuramadık. Çünkü sosyal ve ekonomik yapılarımız arasında çok ayrılıklar vardı. Bizim Batıdan alacağımız uygarlıkla ilgili araç gereçlerdir. Endüstriyel, sanayi mamülleri gibi. Öz kazandırma, biçim verme, karakter tayin etme, güzellik kurma, uslup getirme, akım, okul yaratma bizden doğar onlardan alınmaz. Onlardan fırça, spatül, boya alınır. Bu arada akla teknikler geliyor ama aslına bakarsanız onların da bizden filiz vermesi gerekir. Bu konuyu genişlettikçe sorular ve sorunlarda yağmur gibi yağar. Onun için burada kesip asıl meselemize dönüyorum.

Bizim ondokuzuncu yüzyılı kapsayan dönemin ayağı toprakta sanatçılarımızı anımsamaya yöneldiğimzde primitifler ya da naifler diye adlandırılan Salih Molla Aşki, Fahri Mustafa Kaptan, Ahmet Bedri, Hüseyin Giritli ve bu çizgi de yapıtlar verenlerle hattatlar, nakkaşlar ve müzehhipler akla geliyor.

Ama asıl tümüyle dış etkilere kapalı Halk sanatçılarımız bizi düşündürmektedir. Onlarda ne taklit ne de kopya bulabilirsiniz. Çevrelerinden heybelerine kadar, sandıklarına değin resim sanatının en güzel örneklerini vermişlerdir. Halk sanatı büyük çoğunluğun sanatıdır ve aslolan odur. Daha önceki saraylı ustaların minyatürleri, paşaların pentürleri mutlu azınlığın dar sınırları içinde kalmıştır. Divan edebiyatı ile halk şiiri, Arap kırması musiki ile âşıkların  musikisi arasında ki ayrıntılar gibi, bu plastik sanatlarda da söz konusudur. Sorunu populizm çıkmazına sürüklemek istemiyorum. Yalnız şu gerçeğe yanaşmakla yani yüzyılların içinden özbenliğini yitirmeden  kopup gelen ve çoğunluğun malı olan Halk resminin varlığını unutmamamız gereğini belirtmekle yetinmek istiyorum. Halk sanatında estetik değerler, ögeler, öz-biçim ilişkileri, renk-çizgi oluşumları bilimsel yöntemlerle araştırılıp bir bileşime varılmaması sonucu bütün içindeki değerinin saptanmasına olanak vermiyor.

Böylece halk sanatının dışında kalan ve taklide dayanan resim, özden ve kökten nasipsiz, yabancılaşmış bir sanat türü olarak yakın tarihimize değil süregelmiştir. Bu sanat kolunda ki kişilikli, ulusal nitelikte, özgün ve sahici değerlere sahip bir uslup bir akım doğmamış ve Cumhuriyet tarihinde bir kaç ressamın kişisel çabalarıyla ortaya koydukları ürünlerin ötesinde bir sanat varedilememiştir. Bunun nedenini birazda bu çıkışlara karşı takınılan küçümseme, engelleme, gelişmesine, yaygınlaşmasına karşı çıkma tavrında aramak gerekir. Çağdaş denmiş, Batı denmiş ama bunun ne olduğunun tanımına kimse yaklaşamamış. Bir hükm-i karakuşi cinsinden yargılarla ortalıkta kalakalmıştır.

Çağdaşlık maskesi altında sürdürülen yabancılaşma dönemi hala geçerlidir. Oysa toplumcu sanatın - fanatik ve ırkçı anlayışın ötesinde - özünün ulusallıktan geçtiği, evrensel aşamalara buradan varıldığı, çığır açma geçidinin bu noktoda olduğu gerçeği bazı umut veren kıpırtılara karşın hala gereğince anlaşılmış değildir. Hele konu zorlamasıyla ulusallığa, yerelliğe varma gayretkeşlikleri sorunu daha batağa götürmektedir.

Gyorgy Lucascs bu konuda şöyle diyor: ".. Her ulusun geçirdiği evrim içinde kendisini belirleyen tarihsel koşulları yansıttığı gerçeğidir. İlkel komunizmin sona erişinden sonra değişik toplumlar ayrı ayrı biçimler almış, her Avrupa ulusu kendine göre bir derebeylik türü yaratmıştır. Derebeyliğin sona erişi onun yerini kapitalizmin alması, işçi hareketinin kendine özgü yapısı bile, ülkeden ülkeye önemli değişiklikler göstermiştir.. " ( Çeviri: Cevat Çapan )

Türk sanatını, toplumsal değişmelerin, gelişmelerin çok geç etkilemiş olmasının nedenini resmi kurulların gerici ve tutucu eylemlerinden, bürokratik engellemelerinde, muhteris, çıkarcı, gözü doymaz resim ağalarının ellerine geçirdikleri olanakları, köşebaşlarını sımsıkı tutup kimseye kaptırmamalarında aramak gerekir. Ama ne eylerse eylesinler, bir yapıtın kuruluşu, uslubu, karakteri, içeriği eğer kendi toplumlarına, çevrelerine yaslandırılmamışsa onlardan esinlenmemişse taş çatlasa halka sanatlarını kabul ettiremezler.

Herhangi bir ülkenin sanatçıları, hızını toplumdan almaz da dışarıdan ithal ederse bizim halimize düşer ve yerinde sayar. Bu konuda Plehanof sorunu ne kadar açık olarak ortaya koyuyor: " .. Sanat ürünleri toplumsal ilişkilerden doğan olay yahut olgulardır. Toplumsal ilişkilerin değişmesiyle birlikte insanların estetik zevkleri ve bunun sonucu olarak sanatçıların ürünleri de değişir.  Belirli bir toplumsal çağda yaşıyan bir kişi, hep bu çağın zevklerini yansıtan sanat ürünlerini tutar. Sınıflara bölünmüş bir toplumda belli bir çağa özgü zevkler, çokluk o toplumu meydana getiren sınıflara göre bölünürler..

Tanzimat'tan bu yana Batı'ya sıtkı sadakatla bağlı kalmış tek sanat kolu resimdir. Şimdi neden bu sanat kolunun gerilerde kaldığı, neden halkla aralarında büyük uçurumlar açıldığı çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Acı bir gerçek olarak karşımıza dikilmiş duran bu durum, eğer kendimizi tanımaya ve memleket sever bir sanatçı gibi davranmaya yönelmezsek sonumuz geldi demektir.

Aşı, etki, esin, benliğimize kavuştuktan, varolduktan sonra söz konusu olabilir.

Çağdaşlık, kökü toplumda, suyu Türk kültürü kaynaklarında, özgün değişik ve değer taşıyan bir sanatla dünyanın karşısına çıkıp " biz de varız " demekle elde edilir.

Bize göre şaşmaz doğrultu, kapitalist ülkelere bağlılık anlamına gelen " çağdaşlık, etkilenmek " sözcükleriyle yumuşatılarak üstüne " sanat evrenseldir " tuz biberini dökerek yutulacak hap haline getirilen emperyalist boyunduruğa karşı koymak, albenili çağrılara direnç göstermek olmalıdır.

 

 
 

Bilal Atış
İstanbul - 05.08.2008
http://sufizmveinsan.com

b.atis73@gmail.com