Ya Settar, Ya Hû...
Meryem Irmak
 

Devrin Alimleri,

Eski Zaman Kamilleri,

Sivil Din,

Ya Settar, Ya Hû…

“Alimlerin kalbi nurludur bu tastan.

 Alimlerle sohbet etmek ve onları dinlemek tatlıdır bu baldan.

 Kur’an-ı Kerim’e mana vermek incedir bu kıldan. “

                                                             (Hz. Osman - Bal Tefsiri)

M. Kerem Doksat’ın, bu sitede de (sufizmveinsan) yayımlanan ve “imla hatalarına hiç dokunmadan”  aynen iktibas ettiği, mizah zannetmemiz konusunda da ayrıca uyardığı, Ahmed Yüksel Özemre’ye ait “alıntı”yı okuyordum. Özemre, din olgusunu irdelediği yazısının bir bölümünde, Atatürkçülük ve Kemalizm ayrımına da giderek, Kemalizmi ”sivil din” olarak tesbit etmiş. Yazıda tam olarak bu ifadeyi kullanmasa da, işaret ettiği noktalardan bunu anlıyorum. Bendeniz de “sivil din” kavramı konusunda bir alıntı yapmak isterim:

“Antropologlar bir tanrısı, dinî hiyerarşisi, Ahiret inancı olmayan, fakat ritüeller, dokunulmazlar ve dogmalar geliştiren modern kültlere 'sivil din' adını takıyorlar. Sivil dinler doğruluğu sorgulanamayan, sorgulansa dahi her durumda kendi doğruluğunu kendi mantık silsilesi ile ispat eden veya yanılgıyı arızi bir sebebe bağlayan mekanizmalar geliştiriyor. Bu açıdan çoğu antropolog Marksizm ve Darwinizm'e birer sivil din olarak bakıyor.” (Son Batıl Din 11 Eylülizm- Kerim Balcı - Aksiyon - Sayı: 614 - 11.09.2006)

“Sivil din kavramı, Jean Jacques Rousseau’ya kadar giden bir kavram olarak, Atatürkçülük ve Kemalizm konusunda ne derece geçerlidir, daha önce böyle bir ayrım var mıdır, varsa bunlardan hangisi, ne sebeple sivil dindir veya değildir?” sorularına sanırım, en doğru yanıtı sosyologlar verebilir. Böyle olmakla birlikte, bilgi kimsenin tekelinde olmadığından, muhtelif aydınlar, entelektüeller, araştırmacı yazarlar da bu tarz ayrımlar üzerine kafa yormuşlardır. Mesela çok sevdiğim değerli şair ve yazar, düşün adamı, merhum Attila İlhan,  Gazi’yi anlattığı yazılarında ve televizyon programlarında aynı ayrımı başka temelde yapar. Zira Özemre’nin aksine, O, Kemalizm safındadır. Çünkü Attila İlhan’ın tarif ettiği Kemalizm ve Atatürkçülük ve bu tarifin dayanakları, başta anti-emperyalizm olmak üzere, bambaşkadır. Bu ayrımda, O’nun karşı çıktığı, “Atatürkçülük”, spesifik olarak da, kendi tabiriyle “İnönü Atatürkçülüğü” dür. (Kemalizm Başka, Atatürkçülük Başka mı? – Attila İlhan - Cumhuriyet Gazetesi). Yani, Kemalizm ve Atatürkçülük ayrımında, Atatürkçülüğe bir de “İnönü Atatürkçülüğü” alt başlığını ekler.

Can Dündar ise, Milliyet Gazetesinde, “Hangi Atatürk?”  başlıklı yazısında “Kimininki kalpaklı, kimininki fraklı, kimi sert, kimi güler yüzlü... Herkes kendine göre bir Atatürk portresi çiziyor. Peki bunların hangisi gerçek Atatürk?” diye sorarak, herkesin kendine göre sahiplendiği ve nitelendirdiği Atatürk portreleri içinden gerçek olanı bulmaya çalışmakta, adeta bir “kavram” kargaşasına dikkât çekmektedir.

Atatürk gibi tarihe mal olmuş önemli şahsiyetlerin, üstelik yaptığı işleri kolaylıkla ve sıradanlıkla değil, birçok güçlük ve kahramanlıkla yapmış insanların fikirlerinin ve uygulamalarının tartışılması gayet doğaldır. Önemli olan onların ve yaptıklarının arkasına sığınmadan, kendi fikir ve ideolojilerimizi empoze etmek için onları zırh olarak kullanmadan, gerçekten “anlamak” ve “toplumun ve ülkenin yararına” anlamak gayesiyle tartışmaktır. Atatürk, olaylara geniş pencereden baktığı için, “dar” pencereli olanlar bile, kendilerini O’nun geniş yelpazesi içinde bulabilmekte, ama sonra Atatürk’ü kendi dar anlayışlarına hapsetmeye kalkışmakta; bunun sonucunda da Can Dündar’ın deyişiyle ortaya “bin bir suratlı” bir lider çıkmaktadır.

Tarihi, sosyolojik ve politik boyutlarıyla kapsamlı bir etüde ihtiyacı olan bu tartışmalı konuyu ilgili disiplinlere havale ederek, asıl dikkât çekmek istediğim konuya değineyim. Günümüzde çoğu kere, “alimlerle sohbet etmek ve onları dinlemek”, ha keza okumak, maalesef ve her nedense baldan tatlı olamıyor. Bu sitede yazanlar ve bu siteyi takip edenler Resulullah’ın  (sav) “Allah ahlakı ile ahlaklanın” tavsiyesini pek iyi bilirler. Çünkü çok yazılıyor, çok söyleniyor bu tavsiye. Fakat söylemekle iş bitmiyor! Uygulama lazım. “Settar” olmadan Allah ahlakı ile ahlaklanmak mümkün müdür? Resulullah (s.a.v) kimin imla hatasını yüzüne vurmuştur, bilebildiğimiz kadarıyla? Ya da yüze vurulmasına aracı olmuştur?

Muhammedi ahlakın uygulama aşamaları, bizatihi kendilerinin bildirmesi ile şu şekildedir:

'Sizden biriniz her hangi bir kötülüğü görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin (kötülüğün yapılmasına razı olmasın, çirkin görsün). Bu ise imanın en zayıf derecesidir. Bunun ötesinde hardal tanesi kadar bile iman yoktur.'

Kötülük, insanı güzel ahlaktan uzaklaştıran her türlü niyet ve davranıştır. Yolunda olmaya gayret ettiğimiz Hz. Muhammed (sav), yalan söylemek, dedikodu yapmak, iftira etmek, insanlarla alay etmek,  koğuculuk yapmak ve bunlara benzer her türlü davranışı ve ayrıca  bunları yapanlara yardım ve yataklık etmeyi “aracı olan, yapan gibidir” buyurarak, ümmetine yasaklamış; “din güzel ahlaktır” tanımlamasıyla, tevazuyu, erdemi, gönül yapmayı, ayıpları araştırmamayı, güzel söz söylemeyi, başkalarının aleyhine sevinmemeyi, kısaca iyiliği vasiyet etmiştir: "Siz iyiliğin tamamını işlemezseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî).

Bugün televizyon programlarında bile, kötülükten sakındırması umulan, günümüzün alimleri diyebileceğimiz her biri birbirinden kıymetli hocalarımız, hatta kimi ilahiyatçılar, toplumun gözü önünde, adeta birbirinin gözünü oymaya kalkıyor. “BENim dediğim doğru”, adına… “Sen bilmezsin!”

“Gülyağı satıyorsan bağırmana gerek yok; bir parça kendine sür. Kokuyu duyan gelir!”     Hz. Mevlana

Bizler alimlerin, birbirlerinin nefsini galebe çalmaya hizmet eden ironik söz ve tavırlarına, hatta işi bazen daha da ileri götürüp, terminolojinin de tavan yaptığı “alimane” kavgalarına alışmak zorunda mıyız? Dinleyici veya okuyucu olduğumuz durumlarda, pasif olarak da olsa, bu kavgalara, kusurların ifşasına, hatta bazen gıybete “ortak” olmak, kulak olmak, göz olmak zorunda mıyız?

Nefisle cihad, incedir bu kıldan!

Bakınız 13. yy.’da alimler birbirleri gıyabında nasıl konuşuyorlar: “Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş-ı Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş-ı Veli'ye anlatır ve Hacı Bektas-ı Veli   ' helal değildir ' diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş-ı Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar. Mevlana şöyle der: “Biz bir karga isek Hacı Bektaş-ı Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.” Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhına gider ve Hacı Bektaş-ı Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş-ı Veli'ye sorar. Hacı Bektaş da şöyle der: “Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."

Ey Yâ,

Kusurları örtmede gece gibi olmayı nasip et, öyle ki haşr günü ay gibi parlasın çehremiz, Settar’a mazhar olmuş, ayıpları örtülmüş olarak… Dünyada gece, ahirette gündüz olmayı nasip et. Dilimizle söylediklerimizi, kalplerimize yerleştir ki öylece amel edelim. Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Sana geri dönelim. Ya Hayyu, Ya Kayyumu, Ya Settar!

 

 
 
İstanbul - 22.01.2008
meryemirmak@gmail.com
http://sufizmveinsan.com