Şayet insanın yaratılış gayesi özünü bilmek ise,
“Rabbına, dolayısı ile kendi hakikâtine arif olması” kaçınılmaz olur.
Zira, amaç budur. Allah ehli dostların yapageldiği çalışmalar hep bu
nedene
dayanır.
Kur’an’ın Ruhunu bir nebze olsun soluklayanlar, ibadetin
sistemle ilgili olduğuna, Güneşin hareketlerinin bu dizide başrol
oynadığına tanık olacaklardır.
“İbadet”, mistik çalışmaların tümüne verilen bir addır.
Asla bir tapınma eylemi şeklinde düşünülmemelidir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri, bizim açıklamak istediğimiz
konuya;
“Masiyet ehli, masiyet ile perdelidir, taat ehli de taatıyla
perdelidir ve onlardan kaçınırım”
sözleriyle değinmededir.
“İnsan benim sırrımdır ben de onun sırrıyım” diyen ve
insanı Allah’ın nurunun zuhuru olarak gören, bilen ve yaşayana
göre “masiyet “ yani pişmanlıklarla geçmiş bir yaşamın
idrâkinin getirdiği tapınma hali veya “taat“ (Allah rızasını
kazanabilme gayesi ile yapılan ibadetler), neticede
Allah’tan perdeliliği oluşturan ve bireyi işin aslından
mahrum bırakan eylemlerdir.
Bu
anlattıklarım, ibadetin terki mânâsına alınmasın.
Böyle bir şey demek istemedim.
Bundan Allah’a sığınırım.
Aslında onun kastetmek istediği de bu değildir.
Bir
eylemin neden ve niçin yapılmakta olduğunu belirten açıklamadır.
Kendi
aslına irfan sahibi olmuş
Ahmed
Yesevi’den Hacı Bektaş-ı Velî’ye; Abdülkâdir Geylânî’den
Abdulkerim Ceyli Hazretlerine; Muhyiddin A’râbi’ye; Mevlâna
Celâleddin’den,Yunus Emre’ye; “Enel Hak” sözünün eri
şehit veli Hallacı Mansur’a, Hacı Bayram Velî’den,
Muhammed Nur’ül A’rabî’ye; Seyyid Ahmed Rufaî’den,
bir cümlesi ile tüm tasavvuf ilmini dile getiren Kenân Rufâi’ye
kadar adı geçen tüm değerli insanlar, ibadet çalışmalarına
böyle
bir yaklaşımda bulunmuşlar ve başlarından geçen
imtihanları yılmadan geçip farz görevlerini de bir an olsun terk etmemişlerdir.
Mesele bu hassas noktayı bilinçli şekilde algılayabilmektir.
Allah
isminin mânâsını değerlendirerek ibadet ederseniz bu
ibadetin adı “ubudiyet” olur.
Şirk
batağına düşmeden sistemi okuyarak bu fiilleri gerçekleştirmiş
olursunuz.
Veya
bilinçsizce ibadet edersiniz,
neticede tapınırsınız.
Veya hiç
etmez, küfre ulaşırsınız
Bu seçimleri dikkâtlice yapmanız gerekiyor.
Şayet
Kur’an’ı Kerim’i
detaylarına dalmadan da olsa inceleme fırsatını
bulursanız, bu önemli vurgulamayı Maun suresinin dördüncü
ve beşinci Âyetlerinde yakalayabilmeniz olasıdır.
Bireysel mânâdaki insanın kendi şartlarından ötürü
Kur’an’ı değerlendirirken değinmediği veya değinemediği
bir konu var :
RUH….
Ruh
nedir?
Kaç türlü ruh vardır?
Sadece
insan ruhu mu söz konusudur?
Mistik
alemde Ruhu en iyi biçimde tarif eden Veli, sanırım Abdülkadir
Geylânî Hazretleri’nin torunu İnsan-ı Kâmil Abdülkerim
El Ceylî
Hazretleri’dir. O, Bir şaheserlik örneği olan
İnsan-ı Kâmil isimli kitabında Ruh’u “Melek”
olarak tarif eder.
“Ruh
adlı Melek... ”
İslâm
aleminde
asla algılanamayan, ancak konunun merkezini teşkil eden
ruhun melek oluşunu ve insan yapısında ne denli önem taşıdığını
bir kez daha vurgulamakta yarar var.
Merhum Hamdi Yazır’ın Kur’an tefsiri isimli eserinde,
meleklerle ilgili hususa şöyle değinilmektedir:
“...Âlemde
hiçbir hadise olmaz ki, ona kudret-i ilâhiyenin (ilâhi
kudretin) taalluku mahsusu (ona ait özel bir alakası) bulunmasın;
binaenaleyh, cinsi melâike, kudret ve tekvin-i ilâhinin (ilâhi
mânâdaki yaratmanın vahdetten kesrete tevezzu’unu (oluş)
ve onun tenevvüat (nevileşmesi) ve taayyunat-ı mahsusesini
(kendine has, özel ayan olmasını) ifade eden mebâdi-i faile
(failin başlangıcı) olarak mülahaza (o hususta açıklama)
edilmek lazım gelir.
(devamı var)
Ahmet
F.YÜKSEL
Not:
20.12.2000
Akşam Gazetesi