KUR'AN'DA İNSAN -2-

 

Şayet insanın yaratılış gayesi özünü bilmek ise,
“Rabbına, dolayısı ile kendi hakikâtine arif olması” kaçınılmaz olur.
Zira, amaç budur. Allah ehli dostların yapageldiği çalışmalar hep bu nedene dayanır.
Kur’an’ın Ruhunu bir nebze olsun soluklayanlar, ibadetin sistemle ilgili olduğuna, Güneşin hareketlerinin bu dizide başrol oynadığına tanık olacaklardır.
“İbadet”, mistik çalışmaların tümüne verilen bir addır. Asla bir tapınma eylemi şeklinde düşünülmemelidir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri, bizim açıklamak istediğimiz konuya;
“Masiyet ehli, masiyet ile perdelidir, taat ehli de taatıyla perdelidir ve onlardan kaçınırım”
sözleriyle değinmededir.
“İnsan benim sırrımdır ben de onun sırrıyım” diyen ve insanı Allah’ın nurunun zuhuru olarak gören, bilen ve yaşayana göre “masiyet “ yani pişmanlıklarla geçmiş bir yaşamın idrâkinin getirdiği tapınma hali veya “taat“ (Allah rızasını kazanabilme gayesi ile yapılan ibadetler), neticede Allah’tan perdeliliği oluşturan ve bireyi işin aslından mahrum bırakan eylemlerdir.

Bu anlattıklarım, ibadetin terki mânâsına alınmasın.
Böyle bir şey demek istemedim.
Bundan Allah’a sığınırım.
Aslında onun kastetmek istediği de bu değildir.

Bir eylemin neden ve niçin yapılmakta olduğunu belirten açıklamadır.

Kendi aslına irfan sahibi olmuş

Ahmed Yesevi’den Hacı Bektaş-ı Velî’ye; Abdülkâdir Geylânî’den Abdulkerim Ceyli Hazretlerine; Muhyiddin A’râbi’ye; Mevlâna Celâleddin’den,Yunus Emre’ye; “Enel Hak” sözünün eri şehit veli Hallacı Mansur’a, Hacı Bayram Velî’den, Muhammed Nur’ül A’rabî’ye; Seyyid Ahmed Rufaî’den, bir cümlesi ile tüm tasavvuf ilmini dile getiren Kenân Rufâi’ye kadar adı geçen tüm değerli insanlar, ibadet çalışmalarına böyle bir yaklaşımda bulunmuşlar ve başlarından geçen imtihanları yılmadan geçip farz görevlerini de bir an olsun terk etmemişlerdir.
Mesele bu hassas noktayı bilinçli şekilde algılayabilmektir.

Allah isminin mânâsını değerlendirerek ibadet ederseniz bu ibadetin adı “ubudiyet” olur.
Şirk batağına düşmeden sistemi okuyarak bu fiilleri gerçekleştirmiş olursunuz.

Veya bilinçsizce ibadet edersiniz, neticede tapınırsınız.
Veya hiç  etmez, küfre ulaşırsınız
Bu seçimleri dikkâtlice yapmanız gerekiyor.

Şayet Kur’an’ı Kerim’i detaylarına dalmadan da olsa inceleme fırsatını bulursanız, bu önemli vurgulamayı Maun suresinin dördüncü ve beşinci Âyetlerinde yakalayabilmeniz olasıdır.
Bireysel mânâdaki insanın kendi şartlarından ötürü Kur’an’ı değerlendirirken değinmediği veya değinemediği bir konu var :
RUH….

Ruh nedir?
Kaç türlü ruh vardır?
Sadece insan ruhu mu söz konusudur?

Mistik alemde Ruhu en iyi biçimde tarif eden Veli, sanırım Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin torunu İnsan-ı Kâmil Abdülkerim El Ceylî  Hazretleri’dir. O, Bir şaheserlik örneği olan İnsan-ı Kâmil isimli kitabında Ruh’u “Melek” olarak tarif eder.

“Ruh adlı Melek... ”

İslâm aleminde asla algılanamayan, ancak konunun merkezini teşkil eden ruhun melek oluşunu ve insan yapısında ne denli önem taşıdığını bir kez daha vurgulamakta yarar var.
Merhum Hamdi Yazır’ın Kur’an tefsiri isimli eserinde, meleklerle ilgili hususa şöyle değinilmektedir:
“...Âlemde hiçbir hadise olmaz ki, ona kudret-i ilâhiyenin (ilâhi kudretin) taalluku mahsusu (ona ait özel bir alakası) bulunmasın; binaenaleyh, cinsi melâike, kudret ve tekvin-i ilâhinin (ilâhi mânâdaki yaratmanın vahdetten kesrete tevezzu’unu (oluş) ve onun tenevvüat (nevileşmesi) ve taayyunat-ı mahsusesini (kendine has, özel ayan olmasını) ifade eden mebâdi-i faile (failin başlangıcı) olarak mülahaza (o hususta açıklama) edilmek lazım gelir.

(devamı var)

 

Ahmet F.YÜKSEL

Not: 20.12.2000 Akşam Gazetesi

Ön sayfa