mevsol.gif (323 bytes)

mevsag.gif (324 bytes)

CANAN

Buhara Emirinin yakınlarından biri suçlamalar nedeniyle mevkiinden düşüp, gizlenmeye mecbur kalır.  On yıl  memleket memleket başıboş gezip durur. Nihayet ayrılık günleri sabrını tüketip, arzusu dayanılmaz boyutlara ulaştığında dedi ki:

-Artık ayrılığa tahammülüm kalmadı. Topraklar bile ayrılıktan çoraklaşır, sular sararır kokar, bulanır...  Cana can katan rüzgar ; dert taşıyan veba kesilir, ateş, kül haline gelir, savrulur... Cennet gibi olan bağlar bahçeler ; sararır, solar, yaprakları kurur, dökülür , bir hastalık yurdu haline gelir... Akıl   her şeyi anlarken, dostların ayrılığıyla yayı kırılmış okçuya döner...  Cehennem bile ayrılık yüzünden, gençlik çağına hasret çeken ihtiyarın titrediği gibi titrer, yandığı gibi yanar, kavrulur...  Aslında insanı yakan , mahveden ayrılığı kıyamete kadar anlatsam yine yüz binde birini bile anlatamam. Onun için susuyorum... Ya Rabbi!... Beni sen kurtarırsın ancak!...

Dünyada , ulaştığında senin neşelendiren ne varsa, o vuslat zamanında ondan ayrıldığını bir düşün!... Seni neşelendiren şeyle niceleri neşelendi , fakat sonunda rüzgar gibi geçti, sahibine vefa göstermedi. Gönül: Sana da vefa etmez, seni de terk edip gider, o senden vaz geçmeden, sen ondan vaz geçmeye bak!...

-Dostlar, dedi, ben gidiyorum. Elveda!.. Emire, o emrine itaat edilen Sadr-ı Cihana  gidiyorum.  Aşkıyla, ayrılığıyla yanmaktayım... artık ne olursa olsun gidiyorum. Sevgilinin gönlü mermerler gibi katı bile olsa, ruhum yine Buhara’ya gitmek istiyor. Orası sevgilimin konağı, padişahımın şehri... vatanım benim orası. Âşıkların vatan sevgisi budur esasında.

Âşığa öğütçünün biri dedi ki :

-Ey bîhaber, aklın varsa işin sonunu düşün. Aklını başına al, pervaneler gibi ateşe atma kendini. Buhara’ya delicesine gidersen, zincire vurulur, hapislere atılırsın. Emir sana kızgın,  yirmi gözle bekliyor . Bıçaklar bileniyor. Âdeta kızgın bir köpek o, sen ise un çuvalı!. Allah sana bir fırsat verdi, kaçıp kurtuldun. Sonra da ayağınla zindana gidiyorsun ha!...

Âşık dedi ki:

-Ey öğütçü sus, nereye kadar devam edecek öğütlerin?.. Vazgeç!.. Bağ ; senin öğüdünden daha kuvvetli. Senin alimin aşk nedir , tanımadı ki!.. Bir yerde aşk fazlalaşıp , dert arttığında orada ne Ebû Hanife bir ders verebilir, ne Şâfii!... Ölümle mi tehdit ediyorsun beni... güldürme... kendi kanıma susamışım zaten. Âşıklara her an bir ölüm vardır zaten. Onların ölümü bir çeşit değil ki!.. Âşık doğru yolun ruhunu bulmuş,o ruhla iki yüz cana sahip olmuştur da, her an hepsini feda etmektedir. Feda ettiği her cana karşılık on ecir alır. Kur’an’da : “Kim bir iyilik yaparsa on mislini bulur!..”  diyor ya!. O güzel yüzlü sevgili kanımı dökerse; neşeyle dönerek, ayaklarımı yerlere vurarak canımı saçarım. Denedim, anladım ki ; hayatım ölümümdedir!..

Âşık , yüreği çarpa çarpa, kanlı göz yaşları dökerek, arzuyla koşarak Buhara’ya yöneldi. Çölün kumları ipek gibi geliyor, Ceyhun nehri gözüne ufacık görünüyordu.

-“Ey Buhâra : Sen akıllara akıl katardın ama, benim aklımı da aldın, dînimi de!.. Tolunay ararken hilale döndüm, kapı dibinde baş köşeyi aramaktayım!. diyordu.

Buhâra’nın  silueti görününce içinde bir aydınlık belirdi, yere yığıldı, uzun zaman kendine gelemedi. Aklı , sır bahçesinde uçup gitti. Toparlandığında sevgilisinin bulunduğu yere Buhâra’ya geldi. Onu şehirde görenler:

-Aman, durma. Görünmeden bir taraflara saklan. Kendi kanına girme. On yıllık öcünü almak için aratır seni Sadr-ı Cihan. Kurtulmuşken, aptallığın mı getirdi seni buralara, ecelin mi?..

Âşık dedi ki:

-Suyun beni öldüreceğini bildiğim halde, susuzluk hastalığına tutulmuş birisiyim ben. Bu hastalığa tutulan sudan kaçamaz ki!.. İsterse su onu yüzlerce defa öldürsün. Elim, karnım şişse bile, suya olan iştiyakım azalmaz. Nerede bir ırmak görsem: “Ah!.. O ırmak ben olsam!..” diye haset ederim. Geceleri tencere gibi ateş üstünde kaynamakta,  gündüzleri kum gibi akşamlara kadar kan içmekteyim. Hileye saptım, yapmak istediği şeye engel oldum... hışmından kaçtım ama pişmanım... söyleyin, kızgınlıkla bana ne yapmak istiyorsa yapsın. O kurban bayramıdır, âşık ise kurbanlık. Musa’nın  öküzü de kurban olmuştu da, cüzlerinin değdiği ölüler dirilmiş, fırlayıp kalkmıştı.   Cansızdım ... öldüm, yetişip gelişen bir varlık, bir nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim, hayvanlıktan da geçtim, öldüm, insan oldum. Artık ölüp de yok olmaktan neden korkayım?...  Bir hamle daha yapayım da, insanken ölüp, melekler alemine geçip, kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerekir.  “Her şey fanidir... helak olur... ancak onun hakikati bâkidir!...” Bir kere daha melekken kurban olup da o vehme gelmeyen yok mu?... İşte O olurum. YOK OLURUM, SÛRETLERİN HEPSİNİ TERK EDERİM DE : Biz mutlaka geri dönenleriz, ona ulaşırız!..” DERİM.  Irmağı gördüğümde testideki suyu ona döksem , su hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi?..  Testideki su, ırmağa döküldüğünde ırmak kesilir, vasfı yok olur, zatı kalır. Artık bundan böyle ne kaybolur, ne kötüleşir, ne de pislenir. Ben de ondan kaçtığım için pişmanım, özürümü bildirmek üzere kendimi onun fidanına astım.

Âşık canını muma atmıştı. Fakat tüm zahmetler , aşkı yüzünden kendine kolay  gelmekteydi. Her şeyi yanıp yandıran ahı, göklere yükseliyordu.

Sadr-ı Cihanın gönlüne de merhamet gelmiş :

-O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Allah’ım, acaba o âvaremizin hali nasıldır şimdi?... Korkumuz gönlüne ulaşmıştır, lakin her korkuda yüzlerce ümit gizlidir... Ben utanmayan, korkmayan kişiyi korkuturum, korkanı niye korkutayım ki?.. Ateş, soğuk tencerenin altına konur...kaynayan, coşkunluğundan baştan çıkanın ateşe ne ihtiyacı olur ki?..  diye söylenirken , gönlünde de o suçu affetme denizi  dalgalanmaya başladı.

Şimdi bak,eğer Sadr-ı Cihan o âşıkı gizlice çekmese, dilemese, istemeseydi o âşık; ayrılığa tahammül edemiyecek hale gelir, ona kavuşmak için tekrar koşa koşa yollara düşer miydi?..  Sevgililerin meyli gizlidir, ama, âşıklarınki davul zurnayla ilan edilmiş gibi aşikardır.

Aşk, âşıkı bağlayıp, sürükleyip getirdi  huzura. Emir’in yüzünü görür görmez can kuşu uçtu gitti kafesten adeta. Tepeden tırnağa buz kesildi, bedeni kupkuru bir ağaç gibi kalakaldı. Yüzüne sular serptiler, buhurlar yaktılar yanında... nafile, ne seslendi, ne kıpırdadı. Padişah onun safran gibi sararmış yüzünü görünce atından indi, yanına geldi, dedi ki:

-Âşık hararetle sevgiliyi arar, fakat sevgili geldi mi, o âşık yok olur, kendinden geçer gider. Sen Hak âşıkısın!..  Hak, ona derler ki, geldi mi sende bir kıl ucu kadar olsun varlık kalmaz. O bakışın karşısında senin gibi yüzlercesi fanidir... hocam, meğerse sen, kendini yok etmeye âşıkmışsın. Sen bir gölgesin...güneşe âşıksın...Şems geldi, elbette gölge derhal yok olur.

Padişah âşıkı yavaş yavaş kendine getirmeye çalışmakta iken eğilerek  kulağına dedi ki:

-Ey yoksul, eteğini aç, sana altın saçmaya geldim. Canın ayrılığımla çırpınırken, imdadına geldim, nasıl oldu da ürküp kaçtı. Ey ayrılığımla dünyanın soğuğunu sıcağını,kahrını, lütfunu gören âşık, kendine gel, geriye dön , dedi , elini tuttu kendine gelir diye.

Fısıldamaya devam etti:

-Şimdi ben sana dilsiz dudaksız , yeniden yeniye, eski sırlar söyleyeceğim, dinle!. Dilsiz dudaksız söyleyeceğim, çünki şu diller dudaklar, bu nefesten ürkerler. Şimdi kulağını aç da :”Allah dilediğini yapar!..”  sırrını duymaya hazırlan.

Âşık vuslata çağırıldığını  duyunca yavaş yavaş kımıldamaya başladı. Toprak sabah rüzgarının işvesini hissedince canlanır , işvesiyle yeşiller giyinir, bezenir ya!.. Âşık topraktan aşağı değil ki!.. Meniden de aşağı değil. Hakk’ın emri ulaşınca, güneş yüzlü Yusuflar meydana getirmek için Lebbeyk der !..

Âşık sıçradı, titredi, neşeli neşeli bir iki döndü, çark vurdu, yere kapandı, secdeye vardı... dedi ki:

-Ey çevresinde canın tavaf edip durduğu Hakk Ankası... Şükrolsun, Kaf dağından geri döndük. Ey aşkın kıyamet yerinde İsrafillik eden sevgili... ey aşkın aşkı... ey aşkın dileği; bana ihsanda bulunmadan önce dilerim kulağını pencereme daya... Kalbim temizdir,bu yüzden halimi bilirsin, ey kulları yetiştiren sözlerimi duy!... Ey misli olmayan “Baş” ... Nice zamandır halimi duymanı arzulayıp durdum...Geçmez akçelerimi geçer gibi kabul ettin. Küstahlığıma karşı gösterdiğin Hilm’in yanında tüm Hilm’ler bir zerreden ibarettir. Dinle bak, hizmetinden ayrıldığım andan itibaren nelere uğradım: İlk önce benim için ne evvel kaldı, ne âhir... ön de gözümden kalktı, son da!.. İkinci, ey güzel sevgili...çok aradım ama sana bir ikinci bulamadım. Üçüncüsü, senden ayrıldım ayrılalı, Allah üçün üçüncüsüdür demiş gibi oldum. Söylemekle ağlamak arasında tereddütteyim... Söylesem ağlayamam, ağlasam nasıl şükredebilirim?..  Padişahım; gözlerimden gönül kanları akmakta, bak gözlerime...

O zayıf âşık bunları söyleyip ağlamaya başladı. Haline aşağılık adamlar da ağladı, yüce kişiler de... İçinden öyle bir hay haydır koptu ki, Buhâra halkı etrafında toplandı. Ağlaması, söylemesi, gülmesi hayranlık dolu idi. Bütün şehir onun rengine boyandı,her kes onunla birlikte ağlamaya başladı. Kadın erkek bir birine karıştı, kıyametten bir alamet oldu.

Aşk iki aleme de yabancıdır, padişahların canları bile ona hasret çekerler. Aşk dini, aşk mezhebi yetmiş iki şeriatta da dışarıdadır. Padişahların tahtları, aşka karşı alelade bir tahta parçasından ibarettir. Sema vaktinde aşk çalgıcısı der ki :

- Kulluk bir bağdır... efendilik baş ağrısı.

Şu halde aşk nedir?

Yokluk deryası...  Aklın ayağı orada kırıktır...

Kulluk da malum, sultanlık da. Âşıklık bu iki perdeden gizlidir!.

Mesnevi: 3.Cilt - Sayfa:301-......-389
Hamdi CENİK/İSTANBUL
24.Aralık.2000/Pazar
Canan’ımın ölüm günü devriyesi dolayısıyla anısına ithaftır...
HAYY ALLAH...
BÂKİ  ALLAH...

ANASAYFA