|
DEKÛKİ
(H.Z.) 1. Bölüm
Âşık
ve keramet sahibi bir zat olan Dekukî hz. leri ; yeryüzünde , gökteki
ay gibi seyreder, gece yolcularının gönülleri onunla aydınlanır
ve nurlanırdı . Bir yerde iki günden fazla kalmaz:
-
Bir evde iki günden ziyade kalırsam kalbimde oranın sevgisi
alevlenebilir, zanneder ,eve barka mağrur olmaktan çekinir:
-
“Haydi ey nefs; zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş
derim. Onun için kalbimi hiçbir yere alıştırmam.”
derdi.
Gündüzleri
yol yürür, sefer eder, geceleri taat le geçirir. Güzü açıktı o
erin. Doğan kuşu gibi... Padişahı
görürdü . Halktan çekilmişti; fakat huyunun kötülüğünden
değil. Kadından da ayrılmıştı, erkekten de ama; ikilik korkusuyla değil. Duası kabul görür, iyiyi de
esirgerdi, kötüyü de. Takvada da , fetvada da halkın imamı idi.
Dindarlıkta , din bile ona haset ederdi. Allah’ın has kullarını
arar:
-
Yarabbi; tanıdığım erlere gönlüm kuldur, tanımadıklarımı da;
perdeli olan bu kuluna merhametli kıl!... diye dua ettiğinde şu karşılığı
alır:
-
Ey ulular ulusu!... Bu ne aşk, bu ne susuzluk? Beni seviyorsun ya...
başkasını ne arıyorsun?... Allah seninle olduktan sonra insanı ne
yapacaksın?
Dekukî’de
şöyle cevap verir:
-
Ey sırları bilen Rabbim:Niyaz yolunu gönlüme açan, gösteren
sensin. Denizin ortasındayım ama, yine de testideki suya tamahım
var. Ben Davud’a benziyorum.
Doksan koyunum var ama, arkadaşımın
bir koyununa tamah ediyorum. Senin aşkında haris olmak övülecek
bir şeydir,bir yüceliktir. Fakat senden başkasının aşkına düşüp
de harislikte bulunmak ayıptır, ardır.
Burada
gizli bir sır var. Öyle bir sır ki; onu anlamak için Musa, Hızır’a
koştu. Sen
de suya kanmamış bir susuz gibi,Allah için olsun, elde ettiğine
kanaat etme, durma.
Dekukî
bir gün dedi ki:
-
Bir gün sevgilinin nurlarını insanlarda görmeye olan arzum arttı.
Damlada denizi, zerrede güneşi görmek istedim. Gitgide bir deniz kıyısına
vardım, vakit hayli geçmiş, akşam olmuştu. Ansızın bulunduğum
sahilin epeyce uzağında yedi mum gördüm. Hayretlere düştüm.
Hatta hayretin bile hayran olduğu, aklımın başımdan gittiği andı.
Mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım. O yedi
mumun her birinin nuru gökyüzüne kadar vurmuştu.
-
Bu
mumlar ne çeşit mum? Halk nasıl oluyor da bunları göremiyor?
Aydan daha aydın olan o mumlar durup dururken başka mum arıyorlar.
Demek ki Allah; doğru yolu ancak dilediklerine gösteriyor.
-
Bir de baktım ki o yedi mum
bir mum oldu. Nûru gökyüzünü bile delip geçmekteydi. Sonra o tek
mum yine yedi mum oldu. Sarhoşluğum da, hayretim de arttı . O
mumların birleştiği ânı dille anlatmaya imkan yok, yıllarca sürer
çünki . Mademki bunun sonu yok, haydi var, hamdinde âciz kaldığın
şeyden bir katre anlat:
-
O mumlar Allah’tan ne çeşit nişanelerdir diye koşa koşa
giderken yere kapaklandım acelemden, topraklara serildim. Bir müddet
akılsız, idraksiz bir halde kaldım. Kendime geldiğimde yine yola düştüm.
Fakat ne aklım bendeydi, ne de ayaklarım. Derken bu yedi mum; nurların
tâ lacivert kubbeye kadar yükseldiği, gündüzün nurlarını bile
bir karartı gibi gösteren , aydınlıklarıyla bütün nurları
silip süpüren yedi adam şekline girdi. Sonra o yedi adam , yedi ağaç
oldu. İnsanların yeşilliklerinden neşelendiği , yapraklarının
çokluğundan dalların örtüldüğü, meyvelerinin çokluğundan da
yaprakların kaybolduğu, dalları tâ Sidre’ye kadar
yükselen, hatta Halâ’yı aşan... köklerin yerin dibine
girip yayıldığı, öküzle balığı bile geçtiği, kökleri,
dalları taze ve lâtif ağaçlar. Olgunluktan yarılan meyvelerden su
gibi nur şimşekleri fışkırmaktaydı. Asıl şaşılacak şeye
gelince: O ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor, gölgelik
için can veriyorlar, başlarını
kilimlerle örtüyorlar da, onların gölgesini dahi göremiyorlar.
Yüzlerce kere tuh olsun iyi göremeyen gözlere!... Allah’ın kahrından
gözleri bağlanmış olan adam; ayı
göremez de Süha’yı görür. Zerreyi görür de, güneşi göremez.
Fakat yine de Allah’ın lütfundan, kereminden ümit kesilmez ya!...
Kervanlar aç susuz, ağaçların altına dökülen bu olgun meyveleri
görüyorlar... “Yarabbi!.. Bu ne sihir?..” Halk, çürük
meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar, bu pörsümüş
meyveleri yağma için bir birlerine girmekte iken, o dallar,
meyveler, yapraklar ise,
an be an:
-
Keşke kavmimiz bizi bilseydi ne olurdu?...
diyorlardı.
Fakat
Allah’tan, ağaçlara:
-
Onların gözlerini bağladık,sığınacak yer yok onlara, sesi
gelmekteydi.
Onlardan
birisi:
-
Bu yana gelin de, bu ağaçlardan faydalanın dese;
-
Bu sarhoş, yoksul!... Allah’ın takdiriyle deli olmuş, bu yoksulun
beyni;başa çıkmaz sevdalarla sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi
çürümüş, kokmuş, diyorlardı.
Dekukî
şaşıp kalıyor:
-
Yarabbi!... Bu ne hal?... Halka bu perde, bu sapıklık nereden
geliyor ki?... Bu kadar adam; yüzlerce akla, yüzlerce tedbire
sahipken o tarafa bir adım bile atamıyorlar. Onların bu azgınlığına,
isyanına bakıp şüpheleniyorum...yoksa ben mi çıldırdım,sersem
oldum, yahut şeytan kafama bir şey mi vurdu? Rüya mı görüyorum
acep?.. Ama nasıl rüya olabilir ki?.. İşte ağaçlara doğru
gidiyorum, meyvelerini yiyorum. Nasıl inanmayayım buna? Sonra yine inkarcılara bakıyorum,
görüyorum ki;bu bahçeden haberleri bile yok!...
Arzu içinde, ihtiyaçlarından yarım koruk için
can vermekteler. Allah gözlerini ne kadar sıkı bağlamış.
Dekukî
devam etti anlatmaya:
-
Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm. Bir de baktım ki o
yedi ağaç bir ağaç olmuş. Her
an bir ağaç, yedi ağaç olmakta...yedi ağaç , bir ağaç haline
gelmekteydi. Dondum kaldım hayretten. Sonra ağaçlar
toplanmış, cemaat gibi saf tutmuş, namaza durmuşlar. Bir ağaç
imam gibi öne geçmiş, diğerleri arkasında kıyamdalar. Onların kıyamı,
rükû etmeleri, secdeye varmaları beni büsbütün şaşırttı. Aklıma:”Yıldız
ve ağaç Allah’a secde eder!...”
âyeti geldi. Ne dizleri, ne belleri vardı. Nasıl rükûya
varıyor, secdeye iniyorlar, bu ne biçim namaz?... derken, ilham
geldi Allah’tan:
-
“ A nurlu, pirli kişi; hâlâ bizim işimize şaşıyor musun?
Bizce bu işler şaşılacak işler değil ki?...”
Bir müddet sonra yedi ağaç, yedi adam oldular. Hapsi de tek
Allah’ın huzurunda ka’dede idiler. Gözlerimi ovuşturup;
-
Bu aslanlar kimlerdir,âlemde ne işleri var ki?... diye düşünmekte
idim. Yanlarına yaklaşıp, uyanık bir gönülle selam verdim. Selamımı
alıp, dediler ki:
-
Ey Dekukî, ey uluların tacı, büyüklerin övündüğü zat!...
Kendi
kendime:
-
“Beni nasıl tanıdılar,
bundan önce hiç görüşmemiştik!...”
dedim. Aklımdan geçeni hemen anlayıp bir birlerine baktılar,
gülerek:
-
Ey aziz, dediler. Bu sır; şimdi sana gizli mi ki? Allah’a ulaşıp
, hayrete varan bir gönüle sağın,
solun sırları gizli kalabilir mi ki? Ey temiz dost; biz , namazda
sana uymak istiyoruz, dediler.
-
Peki , ama izin verirseniz, öncelikle zamanın devrine ait müşküllerim
var. Temiz sohbetinizle öncelikle o güçlükler hallolunsun, dedim.
O zaman , o seçilmiş kişilerle murakabeye (bakıp gözetleme) dalıp,
kendimden geçtim. Canım zamandan kurtuldu. Ne kadar sonra:
-
Bunun sonu yoktur, Namaz vakti. Hemencecik öne geç, bize iki rekat
sabah namazı kıldır da, zaman seninle bezensin, ey gözü aydın
imam , dediler.
Şeriatte
körün imamlığı mekruhtur. Hafız, akıllı ve fakih bile olsa körün
imamlığı hoş değildir. Sersem ve suçlu dahi olsa gözü açık
imam, bu çeşit körden iyidir. Kör yolda giderken pisliği görmediğinden
çekinmez. Dilerim hiç bir mü’minin gözü
kör olmasın. Zahirî
kör görünen pisliklere bulaşır, fakat
can gözü kör olan kişi gizli olan , görünmeyen pisliklere
bulaşır. Görünen pislik bir parça suyla yıkanıp temizlenir,
lakin içte olan arttıkça artar da , ancak gözyaşlarıyla
temizlenebilir. Kâfire
“pis, murdar” denmesi, onların dışıyla ilgili değildir.
Onlardan çıkan pis kokular göklere çıkar da, hurilerle,
Ridvan’a kadar ulaşır.
Dekkukî
namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti. O kadar birleştiler
ki, sanki onlar atlas bir kumaş, Dekukî de o kumaşın sırması, süsü!.
O padişahlar saf olup, ünlü imama uydular.
Birinci bölümün sonu.
Devam edecek...
Düzenleyen: Hamdi Cenik
|