mevsol.gif (323 bytes)

mevsag.gif (324 bytes)

DEKÛKİ (H.Z.) 1. Bölüm

Âşık ve keramet sahibi bir zat olan Dekukî hz. leri ; yeryüzünde , gökteki ay gibi seyreder, gece yolcularının gönülleri onunla aydınlanır ve nurlanırdı . Bir yerde iki günden fazla kalmaz:

- Bir evde iki günden ziyade kalırsam kalbimde oranın sevgisi  alevlenebilir, zanneder ,eve barka mağrur olmaktan çekinir:

- “Haydi ey nefs; zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş derim. Onun için kalbimi hiçbir yere alıştırmam.”  derdi.

Gündüzleri yol yürür, sefer eder, geceleri taat le geçirir. Güzü açıktı o erin. Doğan kuşu gibi...  Padişahı görürdü . Halktan çekilmişti; fakat huyunun kötülüğünden  değil. Kadından da ayrılmıştı, erkekten de  ama; ikilik korkusuyla değil. Duası kabul görür, iyiyi de esirgerdi, kötüyü de. Takvada da , fetvada da halkın imamı idi. Dindarlıkta , din bile ona haset ederdi. Allah’ın has kullarını arar:

- Yarabbi; tanıdığım erlere gönlüm kuldur, tanımadıklarımı da; perdeli olan bu kuluna merhametli kıl!... diye dua ettiğinde şu karşılığı alır:

- Ey ulular ulusu!... Bu ne aşk, bu ne susuzluk? Beni seviyorsun ya... başkasını ne arıyorsun?... Allah seninle olduktan sonra insanı ne yapacaksın?

Dekukî’de şöyle cevap verir:

- Ey sırları bilen Rabbim:Niyaz yolunu gönlüme açan, gösteren sensin. Denizin ortasındayım ama, yine de testideki suya tamahım var. Ben Davud’a benziyorum. Doksan koyunum var ama,  arkadaşımın bir koyununa tamah ediyorum. Senin aşkında haris olmak övülecek bir şeydir,bir yüceliktir. Fakat senden başkasının aşkına düşüp de harislikte bulunmak ayıptır, ardır.  

Burada gizli bir sır var. Öyle bir sır ki; onu anlamak için Musa, Hızır’a koştu. Sen de suya kanmamış bir susuz gibi,Allah için olsun, elde ettiğine kanaat etme, durma.

Dekukî bir gün dedi ki:

- Bir gün sevgilinin nurlarını insanlarda görmeye olan arzum arttı. Damlada denizi, zerrede güneşi görmek istedim. Gitgide bir deniz kıyısına vardım, vakit hayli geçmiş, akşam olmuştu. Ansızın bulunduğum sahilin epeyce uzağında yedi mum gördüm. Hayretlere düştüm. Hatta hayretin bile hayran olduğu, aklımın başımdan gittiği andı. Mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım. O yedi  mumun her birinin nuru gökyüzüne kadar vurmuştu.

- Bu mumlar ne çeşit mum? Halk nasıl oluyor da bunları göremiyor? Aydan daha aydın olan o mumlar durup dururken başka mum arıyorlar. Demek ki Allah; doğru yolu ancak dilediklerine gösteriyor.

- Bir de baktım ki o yedi  mum bir mum oldu. Nûru gökyüzünü bile delip geçmekteydi. Sonra o tek mum yine yedi mum oldu. Sarhoşluğum da, hayretim de arttı . O mumların birleştiği ânı dille anlatmaya imkan yok, yıllarca sürer çünki . Mademki bunun sonu yok, haydi var, hamdinde âciz kaldığın şeyden bir katre  anlat:

- O mumlar Allah’tan ne çeşit nişanelerdir diye koşa koşa giderken yere kapaklandım acelemden, topraklara serildim. Bir müddet akılsız, idraksiz bir halde kaldım. Kendime geldiğimde yine yola düştüm. Fakat ne aklım bendeydi, ne de ayaklarım. Derken bu yedi mum; nurların tâ lacivert kubbeye kadar yükseldiği, gündüzün nurlarını bile bir karartı gibi gösteren , aydınlıklarıyla bütün nurları silip süpüren yedi adam şekline girdi. Sonra o yedi adam , yedi ağaç oldu. İnsanların yeşilliklerinden neşelendiği , yapraklarının çokluğundan dalların örtüldüğü, meyvelerinin çokluğundan da yaprakların kaybolduğu, dalları tâ Sidre’ye kadar  yükselen, hatta Halâ’yı aşan... köklerin yerin dibine girip yayıldığı, öküzle balığı bile geçtiği, kökleri, dalları taze ve lâtif ağaçlar. Olgunluktan yarılan meyvelerden su gibi nur şimşekleri fışkırmaktaydı. Asıl şaşılacak şeye gelince: O ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor, gölgelik için can veriyorlar, başlarını kilimlerle örtüyorlar da, onların gölgesini dahi göremiyorlar. Yüzlerce kere tuh olsun iyi göremeyen gözlere!... Allah’ın kahrından gözleri bağlanmış olan adam; ayı  göremez de Süha’yı görür. Zerreyi görür de, güneşi göremez. Fakat yine de Allah’ın lütfundan, kereminden ümit kesilmez ya!... Kervanlar aç susuz, ağaçların altına dökülen bu olgun meyveleri görüyorlar... “Yarabbi!.. Bu ne sihir?..” Halk, çürük meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar, bu pörsümüş meyveleri yağma için bir birlerine girmekte iken, o dallar, meyveler,  yapraklar ise, an be an:

- Keşke kavmimiz bizi bilseydi ne olurdu?...  diyorlardı.

Fakat Allah’tan, ağaçlara:

- Onların gözlerini bağladık,sığınacak yer yok onlara, sesi gelmekteydi.

Onlardan birisi:

- Bu yana gelin de, bu ağaçlardan faydalanın dese;

- Bu sarhoş, yoksul!... Allah’ın takdiriyle deli olmuş, bu yoksulun beyni;başa çıkmaz sevdalarla sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi çürümüş, kokmuş, diyorlardı.

Dekukî  şaşıp kalıyor:

- Yarabbi!... Bu ne hal?... Halka bu perde, bu sapıklık nereden geliyor ki?... Bu kadar adam; yüzlerce akla, yüzlerce tedbire sahipken o tarafa bir adım bile atamıyorlar. Onların bu azgınlığına, isyanına bakıp şüpheleniyorum...yoksa ben mi çıldırdım,sersem oldum, yahut şeytan kafama bir şey mi vurdu? Rüya mı görüyorum acep?.. Ama nasıl rüya olabilir ki?.. İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini yiyorum. Nasıl inanmayayım buna? Sonra yine inkarcılara bakıyorum, görüyorum ki;bu bahçeden haberleri bile yok!...  Arzu içinde, ihtiyaçlarından yarım koruk için can vermekteler. Allah gözlerini ne kadar sıkı bağlamış.

Dekukî devam etti anlatmaya:

- Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm. Bir de baktım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş. Her an bir ağaç, yedi ağaç olmakta...yedi ağaç , bir ağaç haline gelmekteydi. Dondum kaldım hayretten. Sonra ağaçlar toplanmış, cemaat gibi saf tutmuş, namaza durmuşlar. Bir ağaç imam gibi öne geçmiş, diğerleri arkasında kıyamdalar. Onların kıyamı, rükû etmeleri, secdeye varmaları beni büsbütün şaşırttı. Aklıma:”Yıldız ve ağaç Allah’a secde eder!...”  âyeti geldi. Ne dizleri, ne belleri vardı. Nasıl rükûya varıyor, secdeye iniyorlar, bu ne biçim namaz?... derken, ilham geldi Allah’tan:

- “ A nurlu, pirli kişi; hâlâ bizim işimize şaşıyor musun? Bizce bu işler şaşılacak işler değil ki?...”  Bir müddet sonra yedi ağaç, yedi adam oldular. Hapsi de tek Allah’ın huzurunda ka’dede idiler. Gözlerimi ovuşturup;

- Bu aslanlar kimlerdir,âlemde ne işleri var ki?... diye düşünmekte idim. Yanlarına yaklaşıp, uyanık bir gönülle selam verdim. Selamımı alıp, dediler ki:

- Ey Dekukî, ey uluların tacı, büyüklerin övündüğü zat!...

Kendi kendime:

- “Beni nasıl tanıdılar, bundan önce  hiç görüşmemiştik!...”  dedim. Aklımdan geçeni hemen anlayıp bir birlerine baktılar, gülerek:

- Ey aziz, dediler. Bu sır; şimdi sana gizli mi ki? Allah’a ulaşıp , hayrete varan bir gönüle  sağın, solun sırları gizli kalabilir mi ki? Ey temiz dost; biz , namazda sana uymak istiyoruz, dediler.

- Peki , ama izin verirseniz, öncelikle zamanın devrine ait müşküllerim var. Temiz sohbetinizle öncelikle o güçlükler hallolunsun, dedim. O zaman , o seçilmiş kişilerle murakabeye (bakıp gözetleme) dalıp, kendimden geçtim. Canım zamandan kurtuldu. Ne kadar sonra:

- Bunun sonu yoktur, Namaz vakti. Hemencecik öne geç, bize iki rekat sabah namazı kıldır da, zaman seninle bezensin, ey gözü aydın imam , dediler.

Şeriatte körün imamlığı mekruhtur. Hafız, akıllı ve fakih bile olsa körün imamlığı hoş değildir. Sersem ve suçlu dahi olsa gözü açık imam, bu çeşit körden iyidir. Kör yolda giderken pisliği görmediğinden çekinmez. Dilerim hiç bir mü’minin gözü  kör olmasın.  Zahirî kör görünen pisliklere bulaşır, fakat  can gözü kör olan kişi gizli olan , görünmeyen pisliklere bulaşır. Görünen pislik bir parça suyla yıkanıp temizlenir, lakin içte olan arttıkça artar da , ancak gözyaşlarıyla temizlenebilir.  Kâfire “pis, murdar” denmesi, onların dışıyla ilgili değildir. Onlardan çıkan pis kokular göklere çıkar da, hurilerle, Ridvan’a kadar ulaşır.

Dekkukî  namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti. O kadar birleştiler ki, sanki onlar atlas bir kumaş, Dekukî de o kumaşın sırması, süsü!. O padişahlar saf olup, ünlü imama uydular.

Birinci bölümün sonu.
Devam edecek...
Düzenleyen: Hamdi Cenik

ANASAYFA