mevsol.gif (323 bytes)

mevsag.gif (324 bytes)

HALİME HANIM

Sana Halime’nin gizli hikayesini anlatayım da gönlünden gam gitsin:
Mustafa’yı sütten kesince; fesleğen ve gül gibi kokan ellerini alıp bağrına basıp, bütün iyi ve kötülerden kaçırıp esirgeyerek o zamana ulaştırdığı padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi. Emanete bir kötülük gelmesinden korkarak Kâbe’ye varıp, Hatîm’e girdi. Fakat bu sırada havadan şu nidaları işitti:
- Ey Hatîm, sana pek büyük bir güneş doğdu!...
- Ey Hatîm, bugün sana cömertlik güneşinden binlerce nur isabet ediverdi!...
- Ey Hatîm, bugün sana talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu!... Şüphe yok ki, yeni baştan yücelikler âlemine mensup canların konağı olacaksın!. Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler!...
Halime bu sese şaşırıp kaldı... Ne önünde kimseler vardı, ne de ardında. Her taraf bomboştu, lakin sesler gelmeye devam ediyordu. Seslerin nereden geldiğini bulmak için Halime, Mustafa’yı yere bıraktı, her tarafa göz gezdirdi. O sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye araştırdı.
- "Ya Rabbim!.. Sesler geliyor, fakat söyleyen kim?.." diye mırıldanıyordu. Bulamayınca şaşırdı, ümidi kesildi, her tarafı söğüt dalı gibi tir tir titriyordu. Tekrar çocuğu bıraktığı yere döndü, ne görsün?!... Mustafa koyduğu yerde yoktu!..  Büsbütün şaşırdı... Göğsü dertlerle karardı... Her tarafa koşup, yana yana:
- Kim aldı, kimler aldı bir tanecik incimi?!... Diye feryadetmeye başladı.
Mekkeliler: - Biz bilmiyoruz, hatta orada bir çocuk dahi görmedik, dediler.
Halime’nin derdi, gamı artmış, arttıkça da feryat ve figanına kimseler dayanamaz olmuş, hatta yıldızlar bile ağlamakta onlara eşlik etmekte idi. Bu sırada ihtiyar bir adam, elinde ki sopasını kaka kaka çıkageldi;
- A Halime, dedi. Başına ne geldi senin? Neden böyle bağırıyor, ciğerleri dağlıyorsun?.
Halime: -Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt ninesiyim... O’ nu  atasına teslim üzere getirdim. Fakat, Hâtim’e girince kulağıma sesler gelmeye başladı. Gökten gelen bu seslerin kaynağını bulmak için çocuğu bıraktım, aramaya koyuldum. Kimseleri göremedim. Çocuk ta koyduğum yerde yoktu. Eyvahlar olsun, yazıklar olsun bana!...
İhtiyar: - Meraklanma, kederlenme... Ben sana öyle bir padişah göstereyim ki!.. O çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, bulunduğu yeri söyler, dedi.
Halime: - Canım feda olsun sana, ey tatlı sözlü, güler yüzlü ihtiyar. Haydi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi. İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü, dedi ki:
- Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir. Ona tapı kılarak vardığımızda binlerce kaybımızı bulmuştur. İhtiyar, puta secde etti, dedi ki:
- Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi!... Ey Uzza!.. Sen bize nice lütuflarda bulundun, nice tuzaklardan kurtardın!.. Lütufların yüzünden Arapta hakkın var. Onun için sana ram olmaları farz olmuştur. Sad kabilesinden olan bu Halime; derdine derman olacağını umarak geldi, gölgene sığındı.  Bir küçük çocuk kayıp etmiş... Adı da Muhammed imiş... Arap, Muhammed der demez, derhal bütün putlar yere kapandı, secde ettiler...
- A ihtiyar; Muhammed’i ne çeşit arayış bu?.. Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacağız. Biz, onun yüzünden yüz üstü düşecek, taşlanacağız. Onun yüzünden kârımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak. Fetret zamanında, heva ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller, onun devri gelince yok olacaklar. Su görününce teyemmümün hükmü kalmayacak. A ihtiyar, uzaklaş bizden, Ahmed’in ateşiyle bizi yakma. Bu adeta ejderhanın kuyruğunu sıkmak gibidir... Bu haberden yedi kat gök bile titrer!.... Dedi. O gün görmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı, titremeye başladı. Duyduğu seslerden korkmuş, kışın çıplak adamın titremesi gibi  dişleri takır takır bir birine vuruyor, bir yandan da:
- "Eyvahlar olsun, mahvolduk!.." diyordu. Halime, ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu:
- A ihtiyar, dedi. Ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım!.. An olur rüzgar bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!. Rüzgar bana söz söyler, dağ taş eşyanın hakikatını anlatır. Gâh gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatlı melekleri çocuğumu kaparlar!..  Kime ağlayıp sızlanayım... Şu kadar söyleyeyim ki; çocuğum kayboldu!..  Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi zanneder, zincire vururlar. İhtiyar dedi ki: - Halime, şad ol!.. Şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma!.. Gam yeme!.. O kaybolmaz, belki bütün âlem onda kaybolur!.. Her an onun önünde, ardında yüz binlerce gözcü, bekçi var, onu korurlar. Görmedin mi; o hünerli putlar, çocuğun adını duyunca nasıl yerlere kapandılar, secde ettiler!.. Acayip bir devir bu!.. İhtiyarladım gittim de buna benzer bir şey görmedim. Bu haberden taşlar nasıl feryada geldi, bilmem artık suçlulara neler olur?.. Biz taşa mabut diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok... Sen de ona kul olmaya mecbur değilsin!.. Mustafa’nın ceddi, atası; Abdülmuttalip;Halime’nin halini, halk arasında ağlayarak dolaştığını, feryadının millerce öteye ulaştığını duyunca işi anladı. Göğsünü yumruklayarak ağlarken, yana yıkıla Kâbe kapısına gelip dedi ki:
- Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Allah!... Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki, seninle sırdaş olayım. Ne başımda bir değer var, ne secdemde!... Ancak eşi bulunmaz o tek incinin yüzünden senin lütfunun eserlerini görmüşüm, ey kerem sahibi!.. O bizden ama bize benzemiyor .. bizler hep bakırız, lakin Ahmed kimyadır. Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne dostta gördüm, ne de düşmanda!. Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez, nişanesini bile bulamaz. Ona olan inayetlerini gördüm, anladım ki; O senin denizinin biricik incisi!.. Ben de işte sana O’ nu şefaatçi getirmekteyim ki; O’nun yüzü suyu hürmetine , ey herkesin halini bilen Allah’ım; O ne haldedir, bana bildir?... Kâbe içinden derhal bir ses geldi:
- Şimdi sana yüz gösterecek. O yüzlerce devletle bizden nasip almıştır, yüzlerce bölük melek O’ nu korumadadır. ONUN ZAHİRİNİ ALEME MEŞHUR EDECEĞİZ, BATININI DA HERKESTEN GİZLİYECEĞİZ. Su ve toprak altın madeniydi, biz ise kuyumcuyuz. Gah onu halhal yaparız, gah yüzük .. Bazen kılıç bağı, bazen aslan boynuna tasma... Gah tahtı bezeyen turunç, gah devlet isteyen padişahın başına taç ederiz. Gah ondan bir padişah çıkarırız, gah o padişahı da bir padişaha aşık ederiz. İşte biz bu ekşi suratlı topraktan suretler dizer, onun gizli gülümsemesini aşikare çıkarırız.  Senin çocuğun, çocuk huylu ama, iki alem de onun yavrucağı... onun için yaratılmış. Biz alemi onunla diriltir, feleği onun hizmetine kul köle ederiz!... Abdülmuttalip: - Şimdi nerededir, ey gizlileri bilen!... Bana , ona varacak doğru yolu göster, dedi. Kâbe içinden Abdülmuttalip’e ses geldi: - Ey o aklı başında olan çocuğu arayan; filan vadide, filanca ağacın altındadır!... Bu sesi duyunca hemen yürüdü Abdülmuttalip , diğer Kureyşliler de peşi sıra geliyorlardı. Çünki Resulün atası, Kureyşin ulularındandı, bu soy onun zahiri soyuydu,ulu padişahlar padişahından süzülmeydi!.. İçi ise , zaten soydan soptan uzaktı, paktı. Balıktan, simak denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu!..:

Mesnevi:4.Cilt , Sayfa:76-....-85

ANASAYFA