mevsol.gif (323 bytes)

mevsag.gif (324 bytes)

(Bu Yazı 15-16 Aralık 1999 tarihli Akşam Gazetesinde yayınlanmıştır.)

“Bugün Ahmed benim;

Ama dünkü Ahmed değil...

Bugün Anka benim ;

Ama yemle beslenen kuşcağız degil! “

Bu dizeler, nasıl bir yankı yapıyor gönüllerde bilemem; ama mekânın ve zamanın kaybolduğu bir boyuttan sesleniyor gibi... Aklın pek erişemediği bir yerlerden.. Mevlâna adıyla sesleniyor şuurlara, sonsuzluktan bir nefes taşıyor sanki...

Biz, zamanla sınırlandığımız penceremizden, beş duyu ile bakıp Mevlâna Celâleddin-i Rumî adını veriyoruz Ona... Bir de şu hayat hikâyesini ögreniyoruz kayıtlardan :

30 Eylül 1207 (bazı kaynaklarda 1182) ‘de Belh’te (bugünkü Afganistan’ın sınırlarında bir şehir) dünyaya gelir Muhammed Celâleddin...

Adına kendisini sevenlerce eklenen Mevlâna sıfatı, aslında “Efendimiz” anlamındadır. Rumî ise, (Eskiden Anadolu yerine kullanılan) Rum illerinden Konya ‘da uzun süre kaldığı için aldığı bir lakap...

Soylu ve kültürlü bir aileye mensuptur. Annesi Belh Emiri Rükneddin ‘in kızı Mümine Hatun, Babası, Sultan-ül Ulema Muhammed Bahâeddin Veled’dir. Bahâeddin Veled ‘in nesebi, Hz. Hüseyin ve Hz. Ebu Bekir ‘e uzanmaktadır.

Çocuk denecek yaştayken, devrin büyük alim ve sûfîsi olan babasının medrese derslerine devam eder. İlk mânevi terbiyesini ondan alır.

Moğol istilâsı nedeniyle, Sultan -ül Ulemâ, ailesi ve dostlarıyla birlikte uzun bir yolculuğa çıkar. Belh’ten ayrılıp Kâbe’ye, oradan da Konya ‘ya gelene kadar birçok yere uğranır, konaklanır. Buralarda, dönemin ünlü mutasavvıflarıyla tanışılıp sohbetler edilir. Mevlâna için muazzam bir yetişme vesilesidir bu ziyâretler...

Nişabur ‘da Şeyh Feridüddin-i Attar, sohbet sırasında, Mevlâna ‘nin alnındaki kemâli görüp ona Esrarnâme adli eserini hediye eder, babasına da “çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun alemin yüreği yanıklarının yüreğine ateşler salacaktır” der.

Hac dönüşü ugranan Şam ‘da da Muhyiddin -i Arâbi, Bahâeddin Veled ‘in arkasında yürüyen Celâleddin ‘e bakarak; “Subhanallah! Bir okyanus, bir denizin arkasında yürüyor...”demiştir.

Göç kervanıyla Şam ‘dan Malatya ‘ya, oradan Erzincan ‘a ve Karaman ‘a uğranır. Karaman’da kalındığı süre içinde Mevlâna, babasının isteği ile Hoca Şerâfeddin Lala’nın kızı Gevher Banu ile evlenir.

Aile, 1228 ‘de Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat’ın daveti üzerine, ilim ve kültür merkezi olan Konya ‘ya gelip kendileri için yaptırılan medreseye yerleşir.

Mevlâna1231 yılında Bahâeddin Veled’in vefâtıyla ilk mürşidini kaybeder. Babasının vasiyeti, dostların ve halkın isteği ile Sultan-ül Ulemâ ‘nın makâmına geçer. Bir yıl süren yalnızlıktan sonra, Bahâeddin Veled ‘in değerli halifesi Seyyid Burhâneddin’in terbiyesi altına girer. Seyyid Burhâneddin, onun babası gibi hâl ehli olmasını ister. Mevlâna, bu Kâmil mürşide tam bir teslimiyet ve samimiyetle bağlanıp dokuz yıl hizmet eder. Ağır mücâhede ve riyâzatlara girer, sohbetlere devâm ederek olgunlaşır.

Yüksek ilimlerde daha da derinleşmek için Halep ‘e oradan da Şam ‘a geçer. Burada dört yıl kalır, Şam’daki âlim ve sûfîlerle tanışıp sohbet eder.

Rivâyetlere göre, Şems ile ilk karşılaşması burada olur. Şems-i Tebrizi halkın içinde, elini yakalayıp öper ve ona : “Dünyanın sarrafı, Beni anla!” diye hitâp ederek kaybolur. İşte bu karşılaşmadan yaklaşık sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek, içli dışlı sohbetleri başlayacaktır.

Bir gün Seyyid Burhâneddin Mevlâna ‘ya “akli, nakli ve keşfi ilimlerde Nebi ve Velilerin parmakla gösterdigi eşi bulunmaz bir aslan olduğunu” söyleyerek “onu artık insanların ruhunu, taze bir hayat ve ölçülmez bir rahmete boğması, alemin ölülerini kendi mânâ aşkıyla diriltmesi” için gönderir, kendisi de Konya’yı terk edip Kayseri ‘ye gider. Birkaç yıl sonra da vefât eder.

Mevlâna, yine yalnız kalmıştır... Fakat, şeyhinin dediği gibi, devrinde geçerli olan her türlü ilmi hazmetmiş, bunların dışında İran, Hind, Arap edebiyat türlerini incelemiş, Rumcayı öğrenerek klasik Yunan filozoflarının eserlerini okumuştur. Artık verdiği dersler, vaazlar ve fetvâlarla insanları aydınlatma işini üstlenmiştir. Dört yüz talebesi ve on binden fazla müridi vardır. Vaazlarını toplayan Mecalis-i Seba ( Yedi Meclis ) adlı eseri bu sırada meydana gelir.

1244 yılının 25 ( ya da 29 ) Kasım günü hayatının dönüm noktasıdır.

Atına binmiş evine dönerken, fakir kılıklı bir derviş dizginlere yapışır. Derin, esrarlı bir hâli vardır. Keskin bakışlarını Celâleddin ‘e diker ve şöyle haykırır:

“Ey, Belhli Bahâeddin oğlu, söyle! Hz. Muhammed mi büyük, Bayezıd mı?”

“ Nasıl söz bu ?!.Tabii ki, Hz.Muhammed büyük! “

“ Ama, Hz. Muhammed Allah‘a ‘Ya Rabbi ! Seni tesbih ederim, biz seni lâyık olduğun vech ile bilemedik. ‘ derken, Bayezıd ‘Ben Kendimi tesbih ederim , benim şânım ne büyük!’ diyor?”

“Hz. Muhammed, günde yetmiş makâm aşıyordu, her makâmda da bir önceki makâmdan istiğfar ediyordu. Bayezid ise, tek makâmin yüceliğinden kendinden geçti ve öyle söyledi.”

Derviş, aradığı cevabı bulmuştur. Mevlâna da bu çetin soruyu soran dervişten hayli etkilenir, atından atlar. Böylece iki deniz, yüzyılların hasretiyle kucaklaşır. Coşup dalgalanır.

Bu olayın geçtiği yere, ‘Maracel bahreyn’ yani denizlerin buluştuğu yer adı verilir.

Anlaşıldığı gibi, derviş kılığındaki bu zât Şems-i Tebrizî‘dir. Yıllarca diyar diyar kendi sohbetine, suallerine dayanabilecek bir Hak dostu arayan, kendinden geçercesine ilâhî aşka dalmış, fikren ve ruhen hür bir şahsiyettir. Aldığı ilhamlar sonucunda, Konya ‘ya gelmiş, aradığı aşkını bulmuştur. Zira, Mevlâna’nın diliyle ifâde edersek;

“Dilberler ( gönül çalan mânevi güzeller) âşıkları canla başla ararlar... Bütün mâşuklar âşıklara avlanmıştır.... Susuzlar, âlemde su arar; ama su da cihânda susuzları arar.”

Mevlâna, Babası ve Seyyid Burhâneddin’in elinde “Pişmiş”, Şems’in aynasında gördüğü Kendi güzelliğinin ateşiyle de “Yanmıştır”.

Sultan Veled ‘e göre; “Şems ansızın gelip ona ulaşmış, mâşukluk (sevilen ) olmanın hâllerini açıklamışıir. Böylece sırrı yücelerden yüceye varmıştır.”

Şems- i Tebrizî ile buluştuktan sonra, artık bütün vaktini ona adar ve bambaşka bir âleme girer. Şems ‘in çekimiyle yanıp ilâhî aşkla kendinden geçerek semâ etmektedir. 

Ama, Mevlâna’nın bütün zamanını  mâşukuna ayırması, o hâle ve sırra yabancı olanların tepkisini çeker, haset yüzünden dedikodular yayılmaya başlar. Şems, bunu sebep göstererek bütün yalvarmalara rağmen, Konya’yı terk eder.

Tekrar hasret başlamıştır denizin bu yakasında... “Yana yana aşkın ta kendisi olur” coşar taşar... Onun Şam‘da olduğu haberi gelince özlem dolu mektuplar yazar ard arda... Nihâyet, beklenen cevap gelir, Şems dönmeyi kabul etmiştir. Mevlâna, hemen oğlu Sultan Veled’i Şems‘ini karşılayıp getirmesi için Şam’a  gönderir.

Bekleyiş sırasında

“.....

O geliyor, O.

Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor !”

nakaratlı coşkun gazelini ve nicesini dillendirir. Şems, kâfileyle birlikte  şehre girdiğinde gazeller, Kur’an ve kudüm sesleriyle karşılanır. İkinci kavuşmadan sonra, tekrar medreseye kendi hâllerine çekilirler. Semâ meclisleri düzenlenir. Artık âşık ile mâşuk; mürşid ile mürid karışmış, birbirlerine ayna olmuşlardır.

Bir süre geçince, yine dedikodular ve kıskançlık yüz gösterir. Kendisini ortadan kaldırmayı planladıklarını fark eden Şems, 1247/48 tarihinde ansızın kaybolur. Başka bir rivayete göre ise, bir gece karanlıkta pusu kuran ve aralarında Mevlâna'nın oğlu Alaeddin Çelebi'nin de bulunduğu yedi kişinin hücumuna uğrayarak şehid edilip bir kuyuya atılır. Ardında sadece birkaç damla kan lekesi kalmıştır...

Mevlâna, onu her yerde arar; yürekleri yakan şiirler söyleyerek. Kendisine Şems’ten yalan bile olsa, haber getirenlere üstünde başında ne varsa verir, “doğru olsaydı canımı verirdim!” diyerek... İki kez Şam’a gider. Sultan Veled ‘in ifâdesiyle “Tebrizli Şems’i bulamaz; ama mânâ yönünden O’nu kendinde bulur.” Ve der ki; Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni, Ben O’yum, O da ben!.. Şiirlerinde de ‘Şems’ mahlasını kullanır. Artık, aramaktan vazgeçmiştir.

Daha sonra, Şeyh Selahaddin‘i kendine dost seçer. Şems ‘e duyduğu muhabbeti ona yansıtır, böylece gönlü sükun bulur.  Şems’i çekemeyenler, bu defa da Şeyh Selahaddin‘i ümmiliği dolayısıyla küçümsemeye, ona kara çalmaya kalkışırlar. Şeyh ise onlara hitâben:

“Mevlâna beni herkesten üstün tuttu diye inciniyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım. O bende Kendi yüzünü görüyor; ne diye Kendini seçmesin ?" diyerek kemâlatını da ortaya koyar.  

Böylece, on yıl görüşüp sohbet ederler. Nihâyet, Şeyh Selahaddin hastalanıp  ebedi âleme göçer. Yalnızlık, yine yüzünü göstermiştir, ama artık coşku durulmuş, fırtınalar dinmiştir.

Kuyumcu Selahaddin‘den sonra, can dostu ve halifesi Çelebi Hüsâmeddin olur. Daha önce haset edenler de o hareketlerden kurtulmuş, edeplenmişlerdir. İtiraz etmeden Çelebi‘ye itaat ederler. Mevlâna, ancak onun bulunduğu mecliste coşar, mânâlar saçar, hakikât ilminden bahis açar. Mesnevi ‘de buna işâretle şöyle demektedir:

“Bu söz, can memesinde süttür; emen olmadıkça akmıyor.

Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’z eden ölü bile olsa, söyler.”

İslami Tasavvuf edebiyatının şâheseri olan Mesnevi, Çelebi Hüsâmeddin‘in ricâsı ile yazılmıştır. "Mevlâna, Onun cezbesi ile semâ ederken, ayakta, sükunet ve hareket hâlinde, hamamda otururken, devamlı beyitler söyler, Çelebi Hüsâmeddin de süratle yazıp yüksek sesle Mevlâna ‘ya okur." Böylece, 1259-1261 yıllarında yazılmaya başlanan Mesnevi, 1264-1268 yılları arasında tamamlanır.

Bu dostluk da on beş yıl, fitne ve hasetten uzak bir hâlde sürer. Ama, Mevlâna artık son anlarını yaşadığını, özlediği aleme kavuşacağını anlar. Hastalığına üzülüp ağlayanlara, şifâ dileyenlere şöyle hitâp eder:

” Kardeş! Mezarıma defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamlı  durmak yaraşmaz.”

“.... Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız; bizim mezarımız, ariflerin gönlündedir.”

Çünkü, ona göre ölüm, yok oluş değil; bir geçiştir, Şeb-i Arus’tur( Düğün Gecesi )...

“Ben Tahtan inip tabuta binecek kişi değilim...

Benim yerim, sonsuzluk makâmıdır!”

der ve...

17 Aralık 1273 ‘te sonsuzluk makâmında yerini alır, artık ariflerin gönlünden, dilinden çağrısını sürdürür; şu mesajla ışık tutmaya devam eder, daha nice yüzyıllara seslenir.

“Gel gel, yine gel!

Ne olursan ol,

İster kafir ol, ister ateşe tap, ister puta,

İster yüz kere tevbe etmiş ol,

İster yüz kere bozmuş ol tevbeni...

Umutsuzluk kapısı değil bu kapı;

Nasılsan öyle gel !”

Mevlâna’ yı Mevlâna yapan şey acaba neydi?. Gâyesiz bir sevgi mi?.. Elbette ki hayır! Şems’i görene kadar zâhir ilmi hocası iken, neden onu takip etti?.. Zâhir İlmi İlmi Bâtına uyuyor muydu? Neden bu ilim herkese açılmıyordu?. Hazmedilecek yönleri nelerdi?..

Bütün bu suallerin cevabını açık şekilde Mevlâna'nın yaşamında görebiliyoruz. Şurası kesin ki, toplumun değer yargıları içinde yaşanan ihtirasların, kıskançlıkların, çekememezliklerin, İlmi Bâtında ve onu yaşayanlarda asla yeri bulunmaz.

"Bugün Ahmed benim,

 Ama dünkü Ahmed değil...."

Ahmet F. Yüksel

 

Kaynakça

UZEL, Nezih; Mevlâna Ve İnsan, Göl Yayınları.
ÖNDER; Mehmet;Hazret-i Mevlâna, Atlas Kitabevi.
HayNet İnternet Sistemleri “Merhaba Dünya”
MEVLÂNA; Divan-ı Kebir’den Seçmeler; M.E. B. Yayınları.
MEVLÂNA; Mesnevi, Milli Eğitim Basımevi.
MEVLÂNA; Fihi Mafih, M.E.B. Yayınları.

ANASAYFA