İNÂYET
Buhara’da yaşayan, cömertlikte eşi menendi bulunmaz bir ulu zat vardı. Gece gündüz
demez, kadın erkek, arap acem, alevi sünni, ihtiyar genç ayırdetmez, sayısız
ihsanlarda bulunurdu. Hatta altın paraları,kağıtların içine sarar, öylece
verirdi... Güneş gibi, ay gibi, olanlarını vermekte asla cimrilik etmez, Hakk'dan
geleni halka ulaştırmada bir köprü, bir vasıta kabul eder kendini; Allah’ın
ihsanının, muhsinlerden aşikar olan olduğuna inanırdı.
Her gün yoksullardan bir
kısmına bağışta bulunurdu. Mesela bir
gün; dertlilere, bir gün dul kadınlara, bir gün işsizlere, bir gün öğrencilere,
bir gün borçlulara.... hiç bir sınıfı eksik bırakmaz, ihmal etmezdi. Lakin hiç
hazzetmediği şey: Kendisinden istenmesiydi.
Geçeceği yolun kenarına
duvar gibi dizilir yoksullar; susarlar, gönüllerinde umutsuzluğa ışık olacak ümit,
dillerde tesbihat... mırıl mırıl... gizli gizli. Beklerler gözleri yolda
gelecek Zatı..
Birisi ağzını açıp bir
şey isterse, zırnık koklatmaz, zerre kadar bir şey bile vermezdi.
Cömertliğinin şartı: "Kim susarsa kurtulmuştur..." hükmü idi.
Kesesi, kâsesi
istemeyenlerin idi. Nasıl oldu ise oldu, günün birinde bir ihtiyar:
-Ne olur, açım, bana
zekât ver... demişti.
İhtiyara durumu
anlattılar, kesinlikle istememesini, yoksa bir şeye kavuşamayacağını söylediler,
ama o dinlemedi, ha bire tekrarlayıp durdu.
Nihayet, o kerem sahibi zat:
-Ey babacığım: Sen ne
utanmaz ihtiyarsın, dedi.
İhtiyar:
-Sen benden daha
utanmazsın. Dünyayı yemiş yutmuşsun, bir de ahaliyi kullanarak öteki âlemi elde
etmeye tamah ediyorsun.
Bu sözleri duyunca gülümsedi zengin zat, ihtiyara bir hayli mal ve para verdi. O kadar
ihsanı tek başına aldı gitti koca fakir.
Fakihlerin günü idi, bir hoca hırsa gelmiş, feryad ediyordu.Türlü diller döktü,
ağladı, sızladı... Nafile. Hiç bir faydası olmadı.
Ertesi gün bacaklarına bezler, etrafına tahtalar sardı, kendini ayakları
kırık bir "alil" gibi gösterip, kötürümlerin arasına karıştı.
Zengin zat onu görünce hemen tanıdı, hiçbir şey vermedi.
Ertesi gün yüzünü keçe parçalarıyla örttü, yine tanındı. Önceden istekte
bulunduğu için kusurlu sayılmış, mahrum edilmişti yine. Baş vurmadığı tedbir,
yapmadığı hile kalmadı. Kadınlar gibi çarşafa dahi girdi, lakin boşa gitti tümü.
Arzusuna ulaşamadı.
Sonunda bir kefenciye gitti
dedi ki:
-Beni bir kilime sar, yol
üzerine bırak. Konuşma, hiç kimseye bir şey söyleme, sadr-ı cihanın buradan
geçmesini bekle. Belki geçerken ölü sanır, kefen parası olarak bir şeyler verirse,
yarısını sana veririm.
Paragöz kefenci ellerini
ovuşturarak:
-Peki, dedi. İstenileni
aynen yaptı.
Zengin zat oradan geçerken;
yola uzatılmış , kilime sarılı, cenaze sanılan nesnenin üzerine bir miktar altın
attı.
Adam; kefencinin ortak
olduğuna aldırış etmeden, acele ile hemen elini çıkarıp kilimden altınları aldı,
doğrulup, zengin zata:
-Ey bana kerem kapılarını
kapayan!.. Bak nasıl aldım, gördün mü?. Dedi.
-Doğru dedi, zengin zat.
Doğru söylüyorsun ama, ölmedikçe kapımdan hiç bir şey koparamadın ya!..
"Ölmeden önce ölüm" sırrı budur işte. Çünki ganimetler hak etmeden
kimseye gelmez, ölüm ile alınacak; ancak ölümün yaşanması ile tahakkuk eder.
Allah yanında ölümden başka hüner değer taşımaz. İnâyete uğramak, yüzlerce
çalışmaktan yeğdir. Çalışıp çabalamanın yüzlerce çeşit bozukluğu olabilir.
Çalışmada bu korku vardır.
Lûtuf ve yardım, ancak ölüme bağlıdır. Bu yolu ise yalnızca güvenilir erler
denerler.
Fakat ölüm de O’nun
inâyeti olmadan gelip çatmaz. Sen sen ol, inâyete sığınmadan hiç bir yerde durma.
Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:301-302-303-304 |