Sabır

Sabır: Belâ olarak algılanan; aslında terkibiyet hükmü ve beden kaydıyla
yaşamaya alışmış olanların, terkibiyetine ve onun ürünü olan kendini beden kabul
etme duygu ve şartlanmalarına ters düşen olaylar karşısında start alan bir
Esma-i İlahidir.

Elbette ki sabır edilmesi gerekli durumlarda her kes bu mananın gereğini
ortaya koyamaz, terkibiyetleri gereği olarak. Aslında sabredilmesi yada
edilememesi, fıtrat gereği olmanın yanında birimin ilmi ile de ilgilidir.

Eğer:

"Kendisine Allah’ın takdir ettiğinden başkasının isabet etmeyeceğini bilirse..."
(Riyazus Salihin  1/153), bu ilim şüphesiz ki onun için şefaat olur.

Sabrın temelinde; sisteme dair, lokalize de olsa bir okuma söz konusudur. "Biz
bir şeye ol deriz, oluverir.." âyeti ile olan her şeyin Allah’ın dilemesi ile,
yada;olacak her şey startını "kün" emrinden almıştır.... takdiri ilahisi
hazmedilmiş ise görülür ki: Fazla-eksik, doğru-yanlış, lüzumlu-lüzumsuz gibi
kavramların bindirildiği olay veya mahaller yoktur. Her şey tam bir kemalatın
eseri olarak, kemal üzeredir. Olanların olmamasına, olmamış olanların da
olmasına fıtratları gereği zaten imkan yoktur. Öyle ise hüzün ve acı duyulan
olayların görünen bu yüzlerine, bir de yukarıda zikrettiğimiz pencereden
bakılırsa bir teskiniyet, bir teslimiyet otomatik olarak oluşur. İşte bu
sabırdır.

Sabrın makbul olanı: " Gerçek sabır, musibetin ilk anında söz konusudur.."
hadisi mucibince, eğer olaylara "Fatır" ve "Taktir" açısından bakabilme önceden
oluşmuşsa; bela anında hemen devreye girerek, olası bir yanma, bedenselliğe
düşme, duygularının ve şartlanmalarının gereği olacak davranışları ortaya koyma
tehlikesine karşı kendini baştan sigorta etmiş olur.

Sabır isminin manasına derûni bir bakış atfedilirse görülür ki: Alim, Hakim gibi
Esmalarla birlikte çıktığında yeni bakış açılarının fark edilmesi, yeni okuma ve
açılımların neticesi olarak Fettah ismine dahi bir istikamet vardır. Alim ile;
olayı bilme, kavrama gerçekleşirken, Hakim ismi gereğince; her şeyin bir hikmet
gereği yaratıldığı, ortaya koyduklarının da o hikmet sonucu olduğu bilincini
yerleştirir. Ve bu şablon, varlıkların ortaya koyduğu fiillerin yerli yerinde
olduğunun idrâkını, ileri safhalarda da, takdirde varsa hazmını getirir.
Bu hal rıza halinden öte, daha öz boyuttan algılamaya kapı açabilir ki, rıza
halindeki razı olan-razı olunan, "Hakk’tan geldi sabretmek gerek" gibi yüzeysel
değerlendirmelerden kurtulabilme imkanını oluşturabilir. Buradaki rıza hali;
"Raziye mertebesi" olmayıp, levvame ve mülhime bilincinde ulaşılan bir bilgilenme
ve yaşam halidir.

Rasulullah’ın torununun (kızı Zeynep’in oğlu)  vefatında, gözlerinden yaş
aktığında:

- Bu ne haldir, ya Resulallah?

Diye sorulduğunda:

- Bu göz yaşı; Allah’ın, kullarının kalplerine koyduğu bir rahmettir!.. Allah, ancak kullarından merhametlilere rahmet eder!.. (Riyazus Salihin:1/140)

Hadisi Şerifinde  anlatılanlar; asla sabırsızlık olmayıp, Allah Rahmetinin göz
boyutunda algılanma halidir.

O’nun merhametine kim muhtaç değildir ki?

Bizleri şefaatine erdirsin!...

Hamdi Cenik