Mecburi Seyir

Hepimiz, dünyaya gözlerimizi açtığımız andan itibaren mecburi bir seyrin içindeyiz. Mecburi diyorum; çünkü gerçekleşen olayların hiçbirine bizim bir müdâhale şansımız yok.! Sadece, oluşan olayları seyretmek bize kalan...

Nasıl olur? Böyle bir şey mümkün mü? Hayır, hayır olamaz!.. Yoksa doğru mu?.. Gibi sorularınız olduysa, cevabını vermek için günümüzün artık çok iyi bilinen bilimsel verilerini kullanalım...

Bugün gerek ışık, gerekse ses için belli bir hız tespit edilmiştir. Işığın hızı saniyede 300.000.000 m., sesinki ise saniyede 333 m.`dir.

Ne kadar ilginçtir ki , sahip olduğumuz duyu organlarının en çok faaliyette olanları, ışık ve sese bağımlı olarak çalışmaktadır. Bunlar, bildiğiniz gibi, göz ve kulaktır.
Göz ,dışardan aldığı ışığı beyne, sinirler kanalıyla elektriksel işaretler olarak gönderir. Kulak da aynısını ses için yapar. Sonuçta, her ikisinden de beyne ulaşan, elektriksel işaretlerdir. Beyin, bunları belli fiziksel ve kimyasal olaylar sonucunda, anlaşılır bilgiye çevirir. Yani, kendisinde bulunan, kendisine daha önce ulaşmış ve yerleşmiş verilerle, dışarıdan gelen verileri karşılaştırır. Bu karşılaştırma sonucunda, yeni gelen bilgiye bir anlam verir. Daha önceden almadığı bir veriyse, onu ‘yeni bir bilgi’ olarak kabul eder; ya da tam tersine reddeder. Bütün bunlar bir anda gerçekleşir. Gerçekten öyle mi?!
Peki, dışarıdaki veriler bize bir anda mı ulaşıyor? Başta da belirttiğim gibi, bugün ışık ve ses için belli bir hız tespit edilmiş durumda. Hatta, bizden çok uzak yıldızlardan ulaşan ışığın, belki de çoktan sönmüş bir yıldızdan gelebileceğini herkes duymuştur. Peki ya burnumuzun dibindeki şeyler?.. Onlar için böyle bir gecikme söz konusu mu?
Ufak bir hesap yapalım...Işığın saniyede aldığı yol, 300.000.000 metre. Bizden 30 metre ilerideki bir arabayı düşünelim. Gözümüzün onu görebilmesi için, arabadan yansıyan ışığın gözbebeğimize düşmesi lazım. ‘Gözümüzün’ diyorum; çünkü yaptığım hesap, sadece ışığın göze ulaşması için geçen zaman... Şimdi, bir hesap yapalım;

30m./300.000.000 m/sn = 0,0000001sn.

Çok kısa bir zaman değil mi?.. Ama, bir de olayı tersten düşünün... Bu kısa sürede bir foton, 30 metre kadar yer değiştiriyor. Yani sizden 30 m ötede bulunan bir araba, foton kadar hızlı olsaydı, ondan gelen ışınlar göz bebeğinize ulaşana kadar, araba 30m daha yol almış olacaktı. Yani siz, arabanın bulunduğu en son yeri değil; daha önce bulunduğu yerdeki görüntüsünü gözbebeğinizde bulacaktınız.
Arabanın saatte 100 km hızla gittiğini düşünürsek; bu sefer ondan gelen ışınlar gözbebeğimize ulaşana kadar, araba ilk yerinden 0,0000027 m. ya da 0,0027 mm. öteye gitmiştir. Bu kadar kısa bir mesafe, belki bizim algımız için bir değer ifade etmemektedir; fakat atom boyutundan olaya baktığımızda işler değişir. Bir atom çekirdeğinin yarıçapı yaklaşık 0,00000000001mm. dir. Bu, şu anlama gelir; 0,0027 mm.`lik uzunlukta yan yana dizdiğimizde 270 milyon atom çekirdeğine gerek duyulur.
Yani, saatte 100 km. hız yapan ve bizden 30 m. ötede bulunan bir arabadan çıkan ışınlar gözümüze ulaşana kadar, araba yaklaşık 270 milyon tane atom çekirdeğinin yan yana dizildiğinde oluşturdukları mesafe kadar hareket etmiştir.
Bu olay sadece dış dünya ile göz bebeği arasındaki gecikme.
Bir de beyinin gözden gelen işaretleri değerlendirmesi ve onlara bir anlam vermesi söz konusu... Ve onun için de belli bir sürenin geçmesi zorunlu.
Bu gecikmeler, daha fazlasıyla ses algımız için de geçerli. “Daha fazlasıyla” diyorum; çünkü ses, ışıktan da yavaş hareket ediyor. Örneğin, bir şimşeğin önce görüntüsünü görüyoruz, daha sonra sesi bize ulaşıyor.
Çevremizde gördüğümüz ve duyduğumuz hiçbir şey, aslında onların son hâli değil. Biz o şekilde algıladığımızı zannetmekteyiz. Anlatılan gecikmelerin toplam süresinde, belki de hiç bilmediğimiz varlıklar doğup büyüyüp ölmektedir. Hatta şunu kesin söyleyebiliriz ki, atom altı parçacıkların bazıları, bu kısa sürede uzun yollar kat edebilmektedirler.
Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz;

Hani televizyon programları için ‘canlı yayın’ denen bir tanım vardır ya; her şey, o an gerçekleştiği gibi izleyiciye aktarılır. Hatta, ekranın bir köşesinde ‘CANLI’ ibaresi bulunur.
Bir de bunun tam tersi vardır. ‘CANLI ‘yazısını göremezsiniz ekranın hiçbir köşesinde. Her şey önceden çekilmiştir. Ve seyirciye kalan tek şey, izlemektir. Eğer bir yarışma ya da sohbet programıysa, seyircinin telefonla katılma şansı yoktur. Programın akışına müdâhale edemez. Önceden olup biten bir şeyi sadece izleyebilir.
Sanırım, Hayat denen yayının da herhangi bir köşesinde CANLI ibaresi bulunmuyor. Her şey bizim algılarımızın ötesinde çoktan olup bitmiş. Bize kalan ise, sadece seyretmek. Bu nedenle Kur`an ‘da kişiler uyarılıyor;

“Size yeryüzünde veya nefislerinizde isabet eden , bizim onu yaratmamızdan önce, mutlaka bir kitapta yazılmıştır!..
Bunu, önceden takdir edilmiş ve yazılmış olduğunu bilip; elinizden çıkan şeylerden dolayı üzülmemeniz ve elinize geçen ile de sevinip şımarmamanız için açıklıyoruz!.” (Hadid Sûresi, 22-23)

Bu Âyetleri eğer şu şekilde anlarsak, yukarıda bahsettiğimiz konu ile bağdaştırmamız daha kolay olur.

Şöyle ki;

Bir şeyi algıladığımız anda, o bizim için ‘yaratılmış’ hükmünü alır. Halbuki bizim algımız yukarıda da bahsettiğim gibi gerçek dünyayı her zaman bir adım geriden takip etmektedir. Bu açıdan bakarsak , “bir şey, algılamamızdan önce, yani bize göre yaratılmadan önce oluşmuştur. Ve biz onu oluştuktan sonra algılayabiliriz.” diyebiliriz
Dolayısıyla, elimizden çıkan şey, bizim onu fark etmemizden çok önce, zaten elimizden çıkmıştır. Aynı şekilde, elimize girenler de bizim onları fark etmemizden çok önce elimizdedirler.

Bize kalan ise mecburi seyirden öte bir şey değildir.


Serter Saltık  
(İTÜ Fizik Böl.Öğ.)