24
Ocak 2009
Ya
olduğun gibi görün
Ya
göründüğün gibi ol!
Sanılanın
aksine bunu başarmak hiç de kolay değil! Bunu başarmak
demek riyâ çukurundan çıkmak demektir ki, o çukur, Hz.
Yusuf’un atıldığı kuyudan daha karanlıktır. Bu kör
çukurdan “zıplayarak” çıkmak pek kabil değildir. Meğer
ki bir el tutup, çıkarsın!
“Dağda eğri
odun
çok, ancak Senin kapına, değil insanın,
odunun
bile eğrisi yakışmaz.” Yunus
Hızır’ın
himmetiyle kendini “Âli” aynasında görebilmek için, önce
riyâ aynasından başlayıp, alçaktaki bütün aynalardan tek
tek geçmek gerekmez mi? Aşağının en aşağısında değil
miyim BEN? Âli için önce aşağıda görmeli değil miyim
BENi?
Doğru “tek”
ise, iki’nin biri “yalan”dır.
Bilmem,
riyâdan aşağısı var mıdır?! Lunaparktaki “eğlenceli”
aynalar gibidir riyânın aynası... Küçüğü büyük, zayıfı
şişman, güzeli çirkin veya tam tersini gösterebilir...
Bu eğlenceli aynalar, aynı zamanda “zor” aynalardır.
Kendini eğlenceye kaptırınca “zevkli” sanılanın,
savaşmaya kalkınca nasıl bir “yedi başlı” ejderha olduğu
anlaşılır.
Alçaktaki
yolculuğumda anladım ki, riyânın en iyi arkadaşı “dünya
sevgisi”. Hattâ, “bunlar yumurta ile tavuk gibidir”,
dense yeridir.. Kimde “dünya sevgisi”, “mal sevgisi”,
“makam sevgisi”, “baş olma sevdası” varsa onda “hakikât
ilmi” yoktur. Bu, kesinlikle böyledir. Dünya
sevgisi ile tasavvuf bilgisi en fazla, “kuru bilgi” veya
“gösteriş” demektir. Ki bu azabın ekmeğine yağ sürer.
Nefsle
mücahede demek zevk almaktan “savaşmaya” geçmek
demektir. Nefsi tanımak bir “savaş” ister. Ve bu savaş
zevkli bir savaş değil, gayet de zorlu bir
savaştır. Çünkü savaş, zevke karşıdır. Zevk peşinde
giden savaşmayı bırakmış, belki çok zevk almış, ama
yenilmiş ve savaşı kaybetmiştir. Zevke karşı kazanılan
savaşın ödülü ise “yeni ve ölümsüz zevkler” imiş!
***
Google’a
ilk “tasavvuf nedir?” yazdığımda, bu kelimenin
“kelime anlamını” araştırıyordum. Türkiye’de yaşayıp,
Witgenstein’ın dil felsefesini öğrenedurup, Mevlâna’nın
“dîl” (gönül) felsefesini bilmemek, insanın bir tuhafına
gidiyor sonradan! “Tasavvuf”un ne olduğunu öğrenirken
konu hakkında hiç bir fikrim olmadığından, kimseye karşı
hiç bir önyargım da yoktu. Tabula rasa
(boş sayfa) idim! Böylece, cahilliğimin de bir faydasını
görmüş oldum!
Cahilliğin
verdiği mecburi “önyargısızlıkla”, işin sonunda
görüp anladım ki: Biz dinimizi hiç bilmiyoruz. Evliyâdan
haberimiz yok bir defa. Belki günümüz gençleri
“kırklar”ı eski bir Anadolu rock topluluğu
sanıyordur! Oysaki ataları olan Yeniçeriler Kırklardan
himmet isteyerek sefere çıkıyormuş. Sivastopol Marşında
bile “Yardımcıdır bize kırklar yediler / Erenler geliyor
bize imdade” denmiyor mu?! Demekki bizim tarih bilgimiz
de zayıf! Akşemseddin hazretlerini de Fatih’in “hocası”
diye biliyoruz. Halbuki mürşidi Fatih’in mürşidi! Hem de
fetih ehli bir veli!
Hasılı,
Evliyâullah, yüzyıllarca, “nokta” mecazıyla,
noktayı anlatmış durmuş. (http://www.halveti.net/yeni/Tasavvuf.asp?cid=3&sid=59)
Ama kaç kişi biliyor? Kim duymuş? Kim haberli? Başta
“nokta” olmak üzere Evliyânın kullandığı tüm
mecazlar, “söze müşteri kulaktır” esasınca,
“işitmekten” ve “söz dinlemekten” nasibi olanlara
yüzyıllardır hakikâti duyurmuş ve duyurmaktadır. Bu
mecazlar zaten dile gelmesi kabil olmayan
hususları kapatmayıp, son derece açık ve anlamaya
elverişli hâle getiriyorlar. Meselâ, “vahdet” deyince
gözümüzün önüne bir şey gelmez. Ama “deniz” deyince
gözümüzde bir şey canlanır ve tefekkür etmemiz
kolaylaşır. Bu son derece açık ve tefekkürü
kolaylaştıran, düşünmeyi “görselleştiren”
mecazlardan bir şey anlamayanın zaten anlamaktan
nasibi yoktur. Onu da hor görmeyip, öyle kabul
etmek gerekir, “vahdaniyete” ve “hikmete” imanla. İşte,
takdir-i Hüdâ, anlayamayacak olan, bu sayede, tenzihle
teşbihi karıştırmaz ve biiznillah zarar da görmez.
“Çarpık
ayağa, çarpık ayakkabı iyi gelir. Dilencinin eli, dâima
kapıda gerek, o evin içine giremez. Yâni, ilâhi sırlar
herkese açılamaz. İstidâdına kabiliyetine göre
söylenir.”
Hz. Mevlâna (k.s)
Şeksiz
şüphesiz vahdette olanlar, sadece onlar; kimseyi hor
görmeyen, hoş gören, kucaklayan, onlar...
Evliyâullah... Bizlere ise yıllarca, BİRden BİRi
ayırmayan Evliyânın “nokta ilmi” anlatılmayıp,
bir “hümanist” şarkısı söylenmiş, durmuş... Hümanist
Mevlâna, hümanist Yunus... Evliyâ’nın Hz. İnsan’a
duyduğu muhabbet, küçük harfle “insan” sevgisi,
yani “beşeriyet sevgisi” olarak lanse edilmiş. Sanki
fenâ mülküne aşıkmış bekânın gülleri...
Sonradan
anladım ki “Tasavvuf Ehli” olmayan insanların
anlattıkları “tasavvuf”, mistisizm, sufizm vs.
rızadan uzak, çelişkilerle dolu. Hakikatle
bir ilgisi yok. Bazı anlatılanlara “tasavvuf” bile
demeyip, yeni bir isim bulmak lâzım, karışıklığa
meydan vermemek, “tuttuğu yolu” bilmek, önünü görmek
için. Ve yine anladım ki rızasız, teslimiyetsiz tasavvuf
anlatıları alçaktaki ben’lerin işi imiş...Aşk olmadan,
mümkünü yok, meşk olmaz imiş!
Çok
bilgi kirliliği var! Tasavvufa meraklı gençlerin
azami dikkât etmeleri gerekiyor. Ak ile kara birbirine
karışmış. Ortalık alaca! Oysaki her bir akı karasından
seçmek lazımmış. Barışa sormuşlar “nereye gidiyorsun?”,
“savaşın yanına” demiş! Gün geceden doğmuş, sonra yine
gece olmuş!
YOL ıssız
ama sahipsiz değil!
Kimin
görevlendirdiği bilinmeyen, yetkiyi, “ilmi” kimden
aldığı belli olmayan, “diplomayı” kimin verdiği
açıklanmayan pek çok BEN iletişim imkanlarının
bolluğundan da faydalanarak “an’dayım”, “erdim” edasıyla
“vahdet” anlatabilir. Çok da iyi anlatabilir. Tasavvuf
geleneğinde ise “el almanın” neden gerekli olduğunu, el
tutmayana niye itibar edilmediğini gün geçtikçe daha iyi
anlıyorum. Çünkü “teyid” daima “üst” makamdan
olur. Ve “nefis sahibi” olarak insan, kendi kendini asla
teyit edemez. Böylece, diplomayı İnsan’dan almayan,
şeytandan alır!
Tasavvuf
kitaplarıyla biraz haşr neşr olan alçaktaki herhangi
bir BEN, sesi de güzelse, yanık yanık “vahdet”
nağmesine başlayabilir... Güzel sesi baş kulağımızı
sarhoş edebilir. Biz yine de “hümanist” şarkısından da
riyâ çukurunun “tel tel” “vahdet” ezgisinden de
Rahman’a sığınalım. “Sen bizim can kulaklarımızı
koru Yarabbi!”
Ezgi
deyince aklıma bir “turna semahı” geldi... Yeni dinledim
ve çok da iyi geldi... Hiç riyâsız, sırf nefes...
Dinledikçe çakralarım açıldı!!! Böylesi müziğin bir nevi
ibadet olduğunu düşünmeye başladım. Süleyman Ergüner’in
“Anadolu Nefesi” isimli cdsinden söz ediyorum. Nefis.
Turan Engin’in o davudî sesi bütün gün kulaklarımdan
çıkmadı. “Vardım kırklar kapısına / Baktım cennet
yapısına”.
İbadetten
maksat biraz da hûşû değil mi?
Hem ne
hûşû!
Tellerine
ayırır insanı bu hûşû, bu tel tel “turna semahı” ...
Yâr Ali,
Dost Ali, Can Ali...
Hey hey de
hey hey!
Semahlarda
turna kuşu Ali’yi (k.v), “Ali” ise ledün şehrine kapı
açan mürşid-i kâmili sembolize ediyor.
Bakın ne
diyor?
Yine dertli dertli iniliyorsun,
Sarı turnam sinen yaralandı mı?
Hiç el değmeden de iniliyorsun.
Sarı turnam sinen yaralandı mı,
Yoksa ciğerlerin parelendi mi?
Yoksa sana yad düzen mi düzdüler?
Perdelerin tel tel edip üzdüler.
Tellerini sırmadan mi süzdüler?
Allı da turnam, telli de turnam
Sinen de yaralandı mı?
Yoksa ciğerlerin parelendi mi?
Havayı ey deli gönül havayı
Ay doğmadan şavkı tutmuş ovayı
Türkmen kızı katar etmiş mayayı
Çekip gider bir gözleri sürmeli
Kuru kütük yanmayınca tüter mi?
Ak gerdanda çifte benler biter mi?
Vakti gelmeyince bülbül öter mi?
Ötüp gider bir gözleri sürmeli
Dere kenarında yerler hurmayı
Kılavuz ederler telli turnayı
Ak göğsün üstünde ilik düğmeyi
Çözüp gider bir gözleri sürmeli.
Karac’oğlan der ki geçti ne fayda,
Bir vefa kalmadı ok ile yayda.
Velhâsılı
klavuz edilen, “telli turna” değil de “kara karga”
olursa kişinin işi zordur. Allah korusun. İkisi de
kuştur amma takdirlerindeki işler başka başkadır. O
nedenle klavuza çok dikkât etmelidir. Klavuzun karga
değil, telli turna olması lâzımdır.
“Her
devirde peygamber yerine bir veli vardır. Bu sınanma
kıyamete kadardır”
Hz. Mevlâna (k.s)
Turnam,
senin soyun “ebter” olur mu hiç?
Allı da
turman, telli de turnam, Hû!
Sünnetullahta değişiklik olmaz! Ortalık sahte
şeyhten, firavundan geçilmiyor ise, bu dün de böyleydi.
Her zaman firavun da oldu, Musa da! Kıtlık da oldu,
bolluk da... Hep OLdu! Çünkü “Sünnetullah” böyle!
Artı varsa, eksi de var! Hem de uzakta değil, hemen
yanıbaşında. Ampulün yanması için İKİsini, yek
diğerini inkâr etmeden, BİRleştirmek lâzım.
Yoksa, karanlık; yoksa zifiri karanlık!
“Bu ne
küfürdür imandan içeru”
Sabrın sonu
selametmiş. Yolda azık sabırdır. Hz. Yakup, Yusuf’unu
kaybedince “şimdi bana düşen güzel bir sabır”
diyerek kazaya sabredip, rıza göstermekle Allah’tan belâ
istemiş olmadı. Gelen sıkıntıya sabredip, rıza göstermek
hatta “hoş geldin belâ” demek Allah’tan belâsını istemek
değildir. Asıl belâ, siyasette bile, “tek
kutuplu” dünya değil midir? İKİnin de bir kıymeti
/hikmeti vardır!
“Sabır
ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, hûşû duyanların
dışındakiler için ağır (bir yük) dır!” (2-45)
“Andolsun,
mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk
koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler)
işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu)
emirlere olan azimdendir. (3-186)”
“Öyleyse,
Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr veya
nankör olana itaat etme. (76- 24)”
Seyr-i
sülûk bir değişimdir, bir dönüşümdür, bir ihtilaldir ve
zaman ister. Hz. Mevlâna’nın o enfes ifadeleriyle
“kanın süte dönüşmesi” için sabırla beklemelidir.
Her şey ehlinden öğrenilir. İsterse kasaplık olsun. Eti
sinirinden nasıl ayıracağını “uzman” kasap bilir. Manava
çırak olursan kasaplık öğrenemezsin.
Ehlini
bulamayan, susup, sükut etmeli; Rabbinden nasibini
istemelidir. “BEN biliyorum” diye ortaya çıkmamalı, en
azından “iri iri lâflar” etmemelidir. Hakikât kapısında
olmadığı halde, bekâda yaşamadığı halde, vahdette
OLmadığı halde, sanki oralardaymış gibi “vahdet”
anlatmamalıdır. Kendi yolu bilmiyorken başkalarına
yol göstermeye kalkmamalıdır. Ve hatırlamalıdır ki “vebal
yüklenen kendi aleyhine yüklenir.”
“Allah'a
karşı gelmekten sakınanlara, onların hesabından bir şey
(sorumluluk) yoktur. Fakat üzerlerine düşen bir
hatırlatmadır. Belki
sakınırlar.”
(Enam-69)
Herkesin
peşinden gidilmez. İnsan kimin peşinden gittiğine iyi
bakmalıdır. Bakmazsa ne olur?
İşte, bu
olur:
Sad Sûresi:
59-İşte şunlar da sizin
peşinize düşenlerdir. Onlara merhaba yok. Çünkü onlar
cehenneme salınıyorlar.
60
- (Arkadan gelenler
öncekilere:) Derler ki: "Hayır, asıl size merhaba yok.
Çünkü cehennemi bize siz takdim ettiniz. Bakın o ne kötü
yatak!"
61 - "Ey Rabbimiz! Bize
bunu takdim edenin ateşteki azabını kat kat artır"
derler.
62 - Bir de derler ki:
"Kötülerden saydığımız bir takım adamları (fakir
müminleri) niye göremiyoruz?"
63 - "Onları eğlence
yerine tutmuştuk ha! Yoksa bu gözler onlardan kaydı mı?"
64 - Şüphesiz ki bu
haktır. Ateş ehlinin birbiriyle tartışması muhakkak
olacaktır.
***
“Allah’ın saptırdığını doğru
yola iletecek yoktur.”
Mûdil de O’nun ismidir, Hâdi
de...
Bütün isimler O’nundur ve
hepsi de insandan tecelli eder.
Firavuna inanan da, Musa’ya
inanan da İnsan’a inanmıştır!
Herkese hidâyet dileyip,
delâlete üzülsek de, yani biz istesek de istemesek de,
hidâyet de olacak yeryüzünde, delâlet de...
Sensin Ya Rabbi!
Kimin hakikâti, “Rabbı Hassı”
ne ise onu anlatana uyar, onu anlatanı duyar, onu
anlatanı sever, onu anlatanı anlar...
Nihayetinde bütün işler
O’nundur.
Yer ü gökü düzen benim geri dönüp bozan benim
Cümle yazı yazan benim ben bu
dîvâna sığmazam
Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâhil aliyyîl azim.
***
SONUÇ:
KENDİNİ TANI!
Sokrates’in
meşhur sözüdür: Kendini tanı!
Evliyâ ne
demiş?
“Sen
seni bil sen seni!”
Kime
söylenmiş bu sözler?
Profesörlere mi, peygamberlere mi, ilkokul mezunlarına
mı, ressamlara mı, çobanlara mı, ev hanımlarına mı,
doktoralı mühendislere, üç dil bilenlere, yoksa kuş
dili bilenlere mi?
Kime?
Herkese!
Sana, bana,
ona... Bilgisi, görgüsü ne olursa olsun...
Çünkü
herkesin “sermayesi” müşterek! Bilgi seviyesi ne olursa
olsun, herkeste olan “bir” şey var. Ve işte onu
bilen, “bilenlerden” olur.
Nedir o?
BEN!
“Benlik”.
Demek ki
“seni sende ara bul” demek, “sermaye sende” demek!
Ne varmış
bende?
kibir, riya, gadap, haset, cimrilik, mal sevgisi, hubb-ı
riyaset (baş olma sevdası),...
Bunlara
“cehennemin yedi kapısı” da deniyor.
Nâm-ı
diğer, nefsi emmarenin yedi sıfatı...
İnsandan
kolay kolay çıkmıyor bu sıfatlar!
Malûmunuz,
Allah bizi aşağının en aşağısına göndermiş. Yani,
bir anlamda “cehenneme”, “şeytaniyete” göndermiş...
Ve hepimiz
de buradayız, yukarıda değil, aşağıdayız.
Nerden mi
biliyorum?
Çünkü
senden nefret ediyorum!
Çünkü sana
kinim var.
Çünkü
sözlerin beni öfkelendiriyor.
Çünkü
senden kurtulmak istiyorum.
Anlatıyorum, anlatıyorum, anlamıyorsun!
Buyurun
!
Buyurun,
burdan “yanın”!
Buyurun
cehennemin kapısına doğru!
Bir kez
daha üstüne basa basa ifade etmeli ki; kendini tanımak,
“hasetini”, “kinini”, “riyâsını” tanımaktır,
öncelikle. Kendini tanımaya “nefsi sâfiye”den
başlanmaz!!! Kendi katmanlarını, nefis mertebelerini
bilmek “kendini tanımak, bilmek” değildir. Her hangi bir
tasavvuf yolcusunun Allah’ın ilmine hayranlıkla, ilim
sıfatında kalıp, Zât’tan perdelenmesi pek mümkündür.
İlimle perdelenen, otomatik pilotun, her an,
pilotun emrinde olduğunu, yani otomatik pilotun
“pilot”a tâbi olduğunu nasıl görsün?! Otomatik pilot
“ilimdir” ve “ölüdür”. Pilot ise “Zât”’tır
ve “diri”dir (Hay).
O halde,
düşün, stringleri bilsem ne olur, bilmesem ne olur,
eğer ki senden nefret ediyorsam?
Süleymaniye
Kütüphanesindeki bütün kitapları okusam, hem de
aklederek, fehmederek, idrâk ederek okusam neye yarar,
eğer sana kinim varsa? Kin varsa,
cehennem var! Nefret varsa, beş fakülte de
bitirsem, nefsim “emmare”dir! Ve SEN, beni hor görüp,
bana kibirleniyorsan, Mesnevi’yi de şerh etsen,
maalesef cahilin önde gidenisin, “kendini bilmek”
yönünden!
Demek ki,
bütün iş BENde imiş!
Yani,
SENde!
Ve sen
beni sevmiyorsan bil ki cehennemdesin!
Onun için,
sen seni bil... Sen beni sev! Ama harbi ve
hasbî sev!
Eğer,
beni sevmiyorsan, bana kinin, nefretin var ise;
sinir oluyorsan bana, bil ki daha levvâme bile
olamamışsın, Mülhime Hanım Teyzeciğim!
Belâya
bakar gibi bakıyorsun bana halâ!... Lütufkâr
bakmaya çalışsana…
Korkma
ikiliğe düşerim diye! Dünyaya gelmekle düştün zaten
iki’ye!
Ey kardeş,
“Kendindeki
haseti, riyâyı tanımıyorsan, uzak yıldızları bilmenin
sana ne faydası var?”
“Riyânı
okuyup da istiğfar getirmiyorsan, elin kitabını
okumanın sana yararı olur mu?”
“Gerçek pehlivan ol, gadabını
bil, gadabını yen! Kurtul cehennemden.
ARIN!”
Desem,
haksız mıyım?
Kendini
tanımak “huyunu suyunu” tanımaktır. Kim kinini,
riyâsını tanır ve ondan uzaklaşırsa, işte o, aşağıdan
yukarıya doğru yola çıkar, umulur ki güzel
ahlâka erişir. Bu yüzden “tasavvuf, nefis
terbiyesidir” denmiş. Bu yüzden “din, güzel
ahlâktır”, denmiş; “güzel bilgidir” denmemiş.
“Nefsinizi teskiye edin” denmiş. Nasıl teskiye
edeceğim nefsimi? Riyakâr olmayacağım bir defa.
Seni kıskanıyorsam, bunu önce kendime itiraf
edeceğim. “Mülkün sahibi Allah’tır” diye inandıysam,
kadere yüzde yüz iman ettiysem, takdire razı
olmaya gayret edeceğim.. Nefsim rahat durmayacak
tabii. BEN “sus” diyeceğim onun fısıltılarına... Bu
kadarcık bilgi bana yetecek! Ama nefsimin
fısıltılarını duymazsam, işim çok zor! Yüz bin tane de
kitap okusam, “sağır” makamından
kurtulamayacağım!
Susup
dinlemek; dinleyip duymak gerek...
"Sözü
dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte
onlar Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte
onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir." Zümer -18
"Yoksa sen
onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut
akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar
hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da
şaşkındırlar." Furkan - 44
“Sus ve
Dinle!” Hz. Mevlâna (k.s)
Evet, bu “büyük
sözü dinle” demek! Ama galiba, biraz da, “küçük
sözü”nü duymak lazım!
“Küçük
sözü” nedir?
Esfeldeki nefsin fısıltıları!
Alçaktaki ben’in sesleri!
Kendini
tanımak istiyorsan, “kendini dinle”, “kendini duy”.
Ama sakın
uyma!
Uyup da
yanma!
Çünkü bil
ki “yukarda” değil, aşağının en aşağısındasın!
***
Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam
Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam
Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam
Sûrete bak vü ma'nîyi sûret içinde tanı kim
Cism ile cân benim velî cism ile câna sığmazam
Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât
Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam
Genc-i nihân benim ben uş ayn-ı ayân benim ben uş
Gevher-i kân benim ben uş bahr ile kâna sığmazam
Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam
Gerçi muhît-i a'zâmım adım âdem durur âdemim
Dâr ile kün fekân benim ben mu mekâna sığmazam
Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim
Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam
Encüm ile felek benim vahy ile melek benim
Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam
Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim
Sûreti gör beyân ile çünkü beyâna sığmazam
Zât ileyim sıfât ile Kadr ileyim Berât ile
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam
Şehd ile hem şeker hem şems benim kamer benim
Rûh-ı revân bağışlarım rûh-ı revâna sığmazam
Tîr benim kemân benim pîr benim civân benim
Devlet-i câvidan benim îne vü âna sığmazam
Yer ü gökü düzen benim geri dönüp bozan benim
Cümle yazı yazan benim ben bu dîvâna sığmazam
Nâra yanan şecer benim çarha çıkar hacer benim
Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam
Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim
Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam
* Şehbenderzade Filibeli
Ahmed Hilmi
Okuma:
http://www.bilgininadresi.net/Madde/32342/Filibeli-Ahmet-Hilmi
“Ahmet
Hilmi, batılılaşma süreciyle birlikte Osmanlı aydınında
gittikçe daha baskın olarak ortaya çıkan bilimin
kesinliğine ve değerine olan fizik ve hatta bir tür
dinsel inanma ve kabullenme olgusundan oldukça farklı
yeni bir bilim anlayışını Türk düşüncesine ilk kez
getirenlerden biri olmasıyla Türkiye’de bilim
felsefesinin öncüsü durumundadır. Hatta Türk
düşüncesinde bilim felsefesinin önemli bir boş saha
olduğunu belirterek bundan yakınır. Celal Nuri’nin
"Hakikate ulaşmak için bir tek aracımız vardır: Bilim"
görüşünü, "Acaba hakikat nedir?", "Hakikatin ölçüsü
nedir?" ve "Bilim ne demektir ve değeri nedir?"
sorularıyla epistemolojik (bilgi kuramsal) planda
sorgulayan Ahmet Hilmi; Henri Poincare ve Emile
Boutroux’un eserlerine dayanarak bilimin aslında
varsayımlara dayandığını, bu yüzden de değerinin göreli
olduğunu, araştırma ve inceleme sonsuz olduğundan
bilimin hiçbir zaman son sözü söylememiş bulunduğunu, o
günlerde değişmez prensip olarak kabul edilen bazı fizik
kanunlarının bile temellerinin sarsıldığını vurgular.”
Okuma:
http://www.davetci.com/d_biyografi/biyografi_fahilmi.htm
“."Bir
Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir
İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var; fakat bir zırhlı
mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yok." |