İmam Rabbani ve Muhiddin
Arabi gibi, daha saymadığımız bir çok tasavvuf aliminin
ve Kur’an’ı yorumlayarak herşeye hayal yada hak üzre
gerçek diyebilen tesfircilerin bu tamamen birbirine zıt
yorumlara girmelerinin nedeni Kur’an’ın bu tür yorumlara
açık olmasıdır. Ki bu zıt fikirler, felsefi bazda tüm
felsefe tarihinde ya da diğer dinlerin öze ermiş
erenlerinin ifadelerinde de kendini gösterir. Öyleyse
hangi fikir doğrudur?
İşin doğrusu, maddenin
gerçekliği ya da hayal oluşu hallerini efal ve esma
alemlerinden bakarak yorumlamaktır ki bu taktirde bu iki
zıt fikrin de doğru olduğunu görürüz. Zıtların
birliğinden varolan evren, bu evren içre düşünen insan
beyninin, felsefi temelde zıtlardan biri üzerine
yoğunlaşan fikriyle, diğerini yanlış varsaymasına neden
oluyor. Bu aslında belki geniş bir idrakle
bakabildiğimiz tüm fikir ve oluşumların haklılığını
kavramamızda, tüm sebep ve sonuçların zincirleme
reaksiyonlarına biçtiğimiz biçimleri algılamamızda da
kendini gösterebilecek bir ince fikirliliktir. Varlık
alemi, bu alemin yapı taşlarından olan elektronun hem
dalga hem parçacık hareketi göstermesine benzer bir
biçimde vardır.
Varlık alemi yok değildir ama yok hükmündedir.
Dikkat edelim yok olmak yani hiç olmamakla yok hükmünde
olmak farklı şeylerdir. Yok hükmünde derken, efal
aleminde vardır, hatta varlık köken olarak mana aleminde
de vardır ama Zat’a göre yoktur demektir. Tüm boyutlara
hitab eden Kur’an’daki ayetlerde, hangi idrakten
bakarsak o boyutta doğrudur ama bu diğer idrakten
bakıldığında doğru olacak diğer bir ayetin, yanlış
olduğunu ve mutlak doğrunun sadece bir boyut açısından
bakılarak kavranabileceğini göstermez.
Esasen, şüphesiz gerçek olan
Allah’tır; fakat kainat ve ahiret, Allah’tan olduğu için
gerçektir yani Rabb ile varlık arasında bağlantı vardır.
Rabb, terbiye edici demektir ve Allah’ın tüm alemleri
çekip çevirmesini, halden hale sokmasını, hükmünü varlık
üzerinden yürütmesini anlatır. “Hâzâ min fadli Rabbî.”
(27/40) “Bu, Rabbimin fazlındandır” ayetinde de, “bu”
diyebileceğimiz herşeyin Rabbi terbiyeyle varolduğu,
kainatta gözlemlediğimiz canlı ve cansız varlıklardaki
tüm bu hassas denge ve düzenin bir Rab tarafından ve
fazl olarak (iyilik,bahşetme) yaratıldığı söylenir.
Öyleyse kainat yok değil vardır, hayal değil gerçektir
ama Rabbin fazlıyla vardır, kendinden bir varlığı
yoktur. Burada, bir orta yol olan İslamın, dünyayı
tamamen hayali bir yaşantı olarak görmediği için, insanı
dünyadan el ayak çekmeye değil, çalışmaya
yönlendirdiğini ama yine dünyayı mutlak gerçekliği olan
bir yer olarak da kabul etmediğinden, insanın, çalışıp
kazandıklarına da tüm varlığıyla bağlanmaması
gerektiğini, herşeyi Rabbin bir fazlı olarak kabul
etmesi gerektiğinin önemle üstünde durduğunu söyleyelim.
Orta yolun gerçeği tam anlamıyla yaşamamızı sağladığı ve
Kur’an’da bu nedenle doğru yol olarak da tanımlanması
dikkat çekicidir. Bu tabir, sadece Müslümanlık için
değil, Taoizm, Budizm, Hinduzim gibi uzak doğu dinleri
içinde bu dinlerin kutsal kaynakları ve inanırları
tarafından kullanılmıştır. Bu konudaki Fatiha süresinin
ayetleri başta olmak üzere diğer bazı ayetler şunlardır:
“Allah, istediğini sırat-ı müstakıyme hidayet eder.”
(24/46), “Kur’an hikmettir. Kesinlikledir ki, sen
gönderilen Resullerdensin. Sıratı müstakim üzeresin.”
(36/1-4).
Kâinat, yani Allah’ın sözü
olan gerçek kitap, Allah’ın ilminden ayrı bir şey
olmadığı için (Ama elbetteki Allah, aynı zamanda bu
kitap’tan ayrıdır da. Basit bir izahla, Allah’ın zatının
değil, ilminin tüm alemleri kapsadığını, alemlerin de bu
ilmin alt kümeleri olduğunu, dolayısıyla alemlerin ayrı
bir şey olmadığını; ama Allah’ın aynı zamanda
zaman-mekan-değişim üzre kurulu bu alemlerden bambaşka
bir varlık, zamandan mekandan ve değişimden münezzeh
Mutlak varlık olduğunu söyleyebiliriz.) mutlaka Rabbe ve
ahirete kavuşulur. Burda da gelecek zamandan
bahsedilmesi, yine bize göredir zira aslında zaten her
şey her an hiç ilminden ayrı bir varoluşu olmadığı için,
Rabb’e kavuşmuş haldedir. |