Geçen gün
bir internet sitesinde çok güzel, şöyle bir soru vardı:
“Kendini
ortadan kaldırmaya çalışmak gafletin perdeliğin
işaretidir. Bu nokta dikkate alındığında Hz. Ali’nin
yaşamında bir kere dahi olsun aynada yüzünü görmek
istemeyişini nasıl izah edersiniz?”
Sorandan Allah razı olsun!
Çok önemli bir noktaya işaret
etmişler. İsâbet bu ya, takdir-i Hüdâ,
“Hızır Aynasında BEN” yazısında anlatmaya çalıştığım
konuyla da bağlantılı olmuş! Bu vesile ile orada eksik
kalan bazı hususları, bu yazıda, bu değerli sorunun
rehberliğinde tamamlamaya çalışalım.
Öncelikle;
“Bizler
Hz. Ali (k.v) değiliz!”
“Ayna”
da değiliz!
Hatırlayalım, “tecelli tek olduğu için” hiç kimsenin
“Ali” (k.v) olma imkânı da yoktur.
“Bunu bir
kenara yazıp”, soruda işaret edileni “tefekkürle”
devam edelim:
Ne
işaret edilmiş bize?
“Gaflet ve
perdelilik”
Düşünelim şimdi:
Aramızda
perdeli olmayan var mıdır acaba?!
Eğer,
bir “perdesiz” perdeliliği işaret ediyorsa, ne
âlâ!
O zaman bu
soru “hazineden çıkma” bir sorudur.
Sorma
lûtfunda bulunan o perdesiz zâtın ayakları
başımızın üstünde olsun!
Lâkin,
“soru” perdesizlerin sorusuna pek benzemiyor!
Kokusu
bir tuhaf!
Eğer ki,
“perdelilik” ile bir “perdeli” bir perdeliyi işaret
etmişse, bu, “tencere dibin kara!” demektir.
Bir
perdeli bir perdeliye “pre perdeli, gel peraber pîr
perdeciye gidelim” demiş!
Daha önce
de kalın puntolarla ve büyük harflerle ilân ettiğim için,
Elhamdülillâh, “perdeli, cahil, gafil, kendini
bilmeyen, Allah’tan hidâyet dileyen, aciz mi aciz”
bir kul olduğum için, bu “perde” işlerinde “rahatsızlık
verecek kadar” rahatımdır, doğrusu.
Birine,
alay etmek gayesiyle dahi “Sen cahilsin. Allah sana
hidâyet etsin” deseniz, o cahilliğini gerçekten idrâk
ettiyse “Amin” der, savuşur. Başka ne diyecek?
Savuşmayıp ne yapacak? Fakat cahilliğini idrâk
edemediyse, nefsini yukarda görüyorsa “sensin cahil”
der, kavgaya tutuşur. Ya da hiç cevap vermeyip “Kaale
bile almam ben onu” türünden enaniyetini sürdürür ve
nefsine zulmettiğini bile anlamaz. O yüzden, kavga daima
benliği kuvvetli insanlar arasında çıkar. Nefsini
aşağıda görenle kavgaya niyet eden ‘kötü emeline’
ulaşamaz! “Nefsini aşağıda gören” iffetini korur!
Allah’ın kendisini, aşağının en aşağısına gönderdiğini
bilene, nefsini en aşağıda görene, ne deseniz:
“Doğru söylüyorsun, Hacı!” der. O zaman da kavga
çıkmaz!
Tasavvuf
taştan okunur!
İnsan,
kendine bir “taş” değdiğinde, taş atana dönüp: “Bu
bende bir şeytanlık gördü ki taşladı BENi” deyip,
“Ya Hacı! Allah senden razı olsun” diyebiliyorsa,
hemen tevhide gelip “Lâ ilâhe illâllah”
diyebiliyorsa, o taşı değerlendirebiliyor demektir. Yok,
taş yediği halde “ben hacıyım, o şeytan” deyip
kavgaya giriyorsa, daha çok taş yer, ama adam olmaz!
Taşlanan
için durum böyledir. Taş atan ise “BEN hacıyım”
diye seviniyorsa, vah ona! Hiç sevinmesin:
“Ben hâlâ ortada şeytan görüyorum. Demek ki ikilikten
kurtulamamışım” deyip, o taşı alsın, başına vursun!
Lâ ilâhe illâllah!
Bir gün
adamın biri Bektaşiye çok ağır lâflar söyler. Bektaşi
hiç sesini çıkarmaz. Bunu duyan üçüncü bir şahıs
dayanamaz ve Bektaşiye yüklenir: “Be adam, bunca sözü
nasıl kaldırıyorsun? Sende hiç mi izzeti nefis yok?”
Bektaşi yanıt verir: “Nefsimiz mi var ki izzeti olsun?”
Etrafımda
gördüğüm insanların durumları da maalesef benimkinden
farklı değil. Hiçbirimiz Bektaşi değiliz!
Diyebilirim ki, hepimiz, perdeli, cahil, gafil,
kendini bilmeyen, nefsine zebun olmuş insanlarız. O
nedenle işaret aramaya gerek yok. Durumumuz
belli: Devekuşu gibi ortadayız. Makamımız “beşeriyet”.
Ama ne var ki bir kısmımız bunu bir türlü kabul etmek
istemiyoruz. Kabul etmedikçe “BEN” diyor, BEN dedikçe
daha da batıyoruz. Bu da normal: Çünkü perdeliyiz!
Perdelilik, “Ebu Cehil” olmak işte budur. Aksini
iddia eden varsa “BEN beni biliyorum” diyen varsa, biz
de ona “Eyvallah! SEN seni biliyorsun, kardeşim” deriz.
Hakikât bilgisi ile hakikât ehli olunamayacağını kabul
etmek istemiyor, aradaki farkı nedense ayırt edemiyoruz.
Amentüyü bilmekle iman etmek aynı mıdır?
İşimiz
taklit olunca da tabii karnımız doymuyor. Hep açız, hep
açız. Açlığımızdan kitapları, satırları talan edip
duruyoruz. Oysaki Hz. Şems, Hz. Mevlâna’ya bütün
kitaplarını havuza attırmıştı. Kitap okumak elbetteki
çok faydalıdır. Ama, sülûkun yerine geçmez!
Çünkü: Sülûk, kitapla değil “kendin”le yapılan bir
yolculuktur. Sülûkta “Okumak”, kitap okumak değil,
kendini okumaktır. Tabii, sözüm “bilgi” edinerek
bilgisini payeye dönüştürmek isteyenlere değil,
kitaplarıyla beraber payelerini de havuza
atabilenleredir. Sözüm, gerçekten her şeyden, her
sıfattan geçerek, her sıfatı sahibine teslim ederek,
elbette ki bilgiden ve âlim sıfatından da geçerek,
“hakikât kapısını” bulmak için, Hakk’ka kavuşmak için
yanıp tutuşan kardeşleredir. Bilgi ile “nefsimize
âlim” olsak bile, mümkünü yok, “nefsimize ârif”
olamayız. Bilginin bizi giydirdiğini
anlamıyoruz. Soyunmadığımız için, başka yaptıklarımızla,
nafile, mutmain olamıyor, “Enel Hak”
diyemiyoruz.
Çünkü
aynası olmayanın aynası şeytandır! Nefsine bakar durur!
Soruya
dönersek, Ali’yi (k.v) taklit edeceğimize “imam” edelim,
“ayna” edelim. Aynaya bakmayı sevmeyen Ali (k.v)
kendisi “ayna”dır.
Ya “Ben”?
Ayna mıyım?
“Enel Hak”
dedim mi?
Mesele şu:
BEN neyim?
Perdeliyim!
Gafil
aynayım!
O ki “Ali”
(k.v): İlmin kapısı. Niye baksın aynaya?
Evet, benim
gibi ehli zahir, kör gözlü, “perdeli gafiller” açısından
durum böyledir:
“Ayna,
niye baksın aynaya?!”
Amma Ali
(k.v) açısından iş hiç de öyle değildir. O (k.v),
gözünü aynadan bir an ayırmadı ki…
Hayatında bir kere dahi olsun
aynada yüzünü görmek istemeyen Ali (k.v),
kimbilir, hayatında kaç defa
“En iyi bilen Allah ve
Rasulüdür” (sav) diyerek KENDİNİ ORTADAN
KALDIRDI.
İşte,
“aynaya bakmak” budur!
“Kendini
ortadan kaldırmak” da budur!
“Beden
kayıtlarından kurtulmak için anlaşılmaz çabalar içine
girmek” de budur!
Bir BİLENe
“Sen bilirsin” deyip, teslim olmak da budur.
Bilmem,
şimdi anlaşıldı mı?
Benlik
müşahadesi “Ben, Sen, O” şeklinde “üçlü” bir seyirdir.
Birinci
aşamada doğal olarak herkes “ben” der.
Gaye ikinci
aşamaya geçip, yani “Ben” demeyip “Sensin” diyebilmektir
BİLEN’e. O’nu tanıyorsan “Sensin” dersin, tanımıyorsan
“Benim” dersin. Bu, şehadet âleminde, müminin
mümine ayna olmasıdır. Neden bayram namazının
“güneş iki adam boyu yükselince” kılındığının
cevabı da buradadır. Neden, bayram namazında,
Sübhanekeden sonra “üç
tekbir” getirildiğinin cevabını da yine
buralarda aramak gerekir.
Ve
sonunda O’nda, “Sensin” dediğin “Bilen”de kendini
bulmaktır amaç. O’nda kendini bulduktan sonra, zaten
artık BEN “O” OLmuştur! Çünkü O, yani ayna,
O’dur! İş ki aynayı bulasın! Eğer, sâlik buraya gelirse,
BENi “O” olursa, artık şöyle der: “Enel Hak!”
Hani ne
diyor Hz. Mevlâna: “Peygamberlerle beraberlik
iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri
de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de
insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe
bağlıyız, onlar da.” Onlar körlüklerinden aralarında
uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.”
Ve
dediler ki: Ali (k.v) hayatında
bir kere dahi olsun aynada
yüzünü görmek istemedi, biz de bir kere dahi aynanın
yüzüne bakmayalım!
Ali
(k.v) ile birlik iddia ettiler!
( Oysa Peygamber (sav) dedi
ki: “Ya Ali, aynaya baktığın zaman “üç
tekbir” getirdikten
sonra şöyle de: ‘Allahümme kemâ hassente halkî fe hassin
hulkî.’ ” )
“Aynaya bakmak”, belki de “bayram yapmak”tır! Kimbilir!
“Ali
aynaya bakmadı, aynayı sevmedi” vs. demek, “Ali
hakikâtinden” perdeliliğimizin, körlüğümüzün
itirafıdır! Ayna ile “suret” anlamak, hatta Ali (k.v)
ile suret anlamak suretperestliktir.
Ali
(k.v) aynadan gözünü hiç ayırmadı, hiç!…
Rasul (sav)
ayna değil miydi? Ki “Elan kemakân” Allah’ın miratıdır!
Bir Zât ve Sıfattan gayrı ne var? Sıfatı
“ayna”dır. Sahabeyi Kirâm’ın “En iyi bilen Allah VE
Resulüdür” derken ki tevhid inceliğini de bir
düşünmek lâzımdır. “Beni gören O’nu gördü”
Hadis-i Şerif.
TEŞBİHte
hata olmazmış: Aynayı reddetmekle, “sahabe
olmadan Resul olmaya” kalkıyoruz. Yani, damla hâlimizle
denizlik taslıyoruz. Buna delil olarak da sahabeyi
gösteriyoruz! Ne acı ve ne kadar vahim bir durum!
Allah,
gaflet perdemizin perdesini kaldırsın da gafil
olduğumuzu bilelim, inşallah!
“Ya
Ali, inat etmekten sakın. Çünkü inatçılığın evveli
cahillik, sonu ise pişmanlıktır.” Hz. Muhammed (sav)
Mutasavvıflar “Enel Hak” diyebilmek için mutlaka aynaya
gerek olduğunu söylemişler, Enel Hak makamından
sonrasını ise pek çok mutasavvıf “konuşmayı” dahi uygun
görmemiştir. Çünkü ötesi konuşma ile anlaşılacak iş
değildir. Konuşsak da bunun bir yararı yoktur. Ömür
tükenip gidiyor! Biz ille konuşacaksak kendi
gafletimizi, cahilliğimizi konuşalım.
“Dördüncü
mertebe “mutmaine” dir. Kişinin aldığı
“ilhamların” ışığında kendi kendisini rahatlatması,
kendi kendisi ile barışmasıdır. Bu mertebede öz eleştiri
bitmiş, nefis savaşı sona ermiştir. Savaş kazanılmıştır.
Büyük gürültülerle çağlayarak akan sular durulmuştur.
Mutmaine sakin bir limandır. Kişi bu limanda barışa
ulaşmıştır. Ancak Şeyhin rehberliği de bu noktada son
bulmaktadır. Mutmaine sonrası, kimsenin bilmediği,
müridin sadece Yaradanı ile baş başa kaldığı bir
alandır. Bundan sonrasını
araştırmak dervişe bühtan, araştırana hüsran,
karıştırana utançtır.” Nezih Uzel
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=564
Kendini
ortadan kaldırmaya çalışmak perdeli olmanın değil, olsa
olsa, “perdeli olduğunu idrâk ve kabul etmiş, böylece
‘perdeyi görmüş’, haddini bilmiş; Âdem’e ilmel
yakin secde etmiş” olmanın işaretidir, vesselâm.
Allah
hepimize, tüm perdelilere bu idrâkı nasip etsin,
inşallah.
“Ya Ali, sürekli doğru konuş; ağzından
hiçbir zaman yalan çıkmasın; kesinlikle hıyânete
yeltenme; Allah’tan O’nu görüyormuşçasına kork; malını
ve canını dinine feda et; iyi ahlak edin ve kötü
ahlaktan kaçın.” Hz. Muhammed (sav)
***
“Haksızlık önünde
eğilmeyiniz. Çünkü haksızlıkla beraber şerefinizi de
kaybedersiniz.
Aç kalmak, alçalmaktan
hayırlıdır.
İnanan insanın
yüzünde güleçlik vardır, kalbindeyse hüzün. Gönlü
herşeyden geniştir, nefsi herşeyden alçak. Yücelikten
nefret eder, şöhrete düşmandır, gamı gussası uzundur,
düşünmesi derin, susması fazladır. Vakti yoktur, çok
şükreder, çok sabreder, düşünceye dalmıştır. İhtiyacı
olanları görünce, kendi ihtiyacını hatırlamaz bile. Huyu
güzeldir, geçinmesi hoş ve yumuşak. Şeref bakımından
serttir, huy bakımından alçak.
Başkasında gördüğün fena bir
huyu hemen nefsinde ara ve ondan kaçın.
Dostların çoğalsın diye
çırpınma. Onları bir gün ihmal etmeye kalkarsan çabucak
düşmanın olurlar. Dostlar ateş gibidir. Pek çoğalırlarsa
yakarlar.
Fâsık ve günahkâr kimselerle
arkadaş olmaktan kaçın, çünkü kötülük kötülüğe kavuşur.
Kim bir işte halka öncü
olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan kendisini terbiye
etmeli. Bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce,
huyuyla öğüt vermek suretiyle olmalı. Nefsine muallim
olup kendini terbiye eden kişi, insanlara muallimlik
edip onları terbiye edenden daha fazla ululanmaya değer.
Edep, had tanımaktır.
Kendine
revâ görmediği şeyi başkasına revâ gören insan “kamil”
olamaz.
Can gözü kör olunca, gözle
görmenin bir yararı yoktur!
Gerçekleri söylemekten
korkmayınız.”
Hz. Ali (k.v), (r.a)
***
Biraz da
başımızı kaldırıp, hayatın gerçeklerinden bahsedelim...
Bu yazı
Pazar günü yazıldı ve bitti. Ama Pazartesi günü gazete
manşetlerini görünce bu ilâveyi yapmak, HAYattan da
bahsetmek istedim, naçizane.
Tasavvuf
“gerçek” değil, HAYat da değil, “masal” ya (!)...
Tasavvuf,
“taştan” olduğu kadar biraz da “acıdan”
okuyabilmektir. Zaten taştan okumak acıdan okumaktır.
Çünkü taş acıtır. Mesele, “incinmek ve incitmek” ile
olan ilişkimizdir. Ve “OLmak”, hissetmektir. “Ne
hissediyorsan, osun!”
Hatırlamalı
ki, içimizi acıtan, gözümüzü yaşartan bütün kıyımlar
Allah’ın bilgisi ve izniyledir. O, görmektedir. Demek
ki, “Acı”, huzurdadır. Ya biz, huzurda mıyız?
O’nun “görüyor ve biliyor” olması, içimize “su”
olmuyorsa, ne diyeyim... Olup biten acıyı “Rabbim
celâliyle tecellli etti” diye okuyamıyorsak...
Kıyanı “Celâl tecellisi” değil de, “düşman”
görüyorsak... “Âlemleri eğiten, kemâle erdiren Rabbim,
böyle diledi, acıtsa da nice bin hayır vardır” deyip,
Celâlde “rahmeti” okuyamıyorsak... Emmare
alışkanlıklarından sıyrılıp, düşmanı suçlamayıp,
kendimizi levm ederek, hatalarımızdan ders
alamıyorsak... Yani, “Acı”, “birliği” hemencecik
unutturuveriyorsa... Her şeyin hakikâtinin Hak olduğu
bilgisini ÖRTÜYORSA, “Acı”...
Hemen
kütüphaneye koşalım!
Ansiklopedinin D maddesine bakalım. Tasavvufta “düşman”
ne demekmiş? Sonra iyice bir ezberleyelim. Öyle iyi
ezberleyelim ki bir daha acıyla karşılaştığımızda
aklımızdan çıkmasın!
“Aaa
merhaba, geçen gün kitapta okudum seni... Ben Meryem.
Çok memnun oldum. Sen de “katliam” olmalısın...”
“Hani,
Celâl boyutundan...”
“Seni
BENde zannediyordum, karşımda görünce, az daha
tanıyamayacaktım!”
“E
Şehadete inmişsin?!”
“Hayırdır? ”
Celâl
cevap verir:
“Hayır,
hayır!..”
“Allah’ın hayırsız işi OLmaz ve bütün işler
Allah’ındır.”
Tabii,
şehadete inen “Celâl” öyle farklı bir elbise giymiştir
ki onu şehadette tanıyıp da “şahit” olana, AŞK OLsun!
.....
Tasavvuf
kitapları Allah’ın “iki elinden” bahseder. Biri Celâl,
öteki Cemal..
Bakınız,
ansiklopedinin C maddesi...
İş ki
karşına çıktığı zaman tanıyabilesin... Şaşalamayasın.
Bir’i “iki” görmeyesin!
“Sen
Celâlsin”
Veya
“Sen
Cemalsin”
Huuu........
Diyebilesin....
Taklitçi
insanların durumunu anlatmak için tasavvufta anlatılan
“oduncu hikâyesi” geldi aklıma. Bir hikâyeyle bitirelim
tasavvuf masalını (!):
“Oduncu,
odun kaç para?”
“Yık!”
Evin hanımı
söylüyor zannederek odunları yığar zavallı oduncu.
Sonra,
başlar parasını beklemeye...
İçerden
yine ses gelir:
“Oduncu,
odun kaç para?”
“Yık!”
Etraftan
durumu gören, “evin” içindekini tanıyan, bilenler
:
“O
saksağan” derler...
Oduncu,
toplar odunlarını gider.. |