Amasya’da Giriftzen Âsım Bey’in yarı Çerkez, güzel mi güzel son karısından dünyaya gelmiş. Babası Hakk’a teslim olduktan kısa süre sonra annesi de göçmüş ebediyete. Ablası Nimet (Arkan) Hanım toplamış bütün kardeşleri, onlara analık edip İstanbul’a göçmelerini sağlamış ama iki erkek kardeşiyle trende Amasya’dan İstanbul’a giderken üç gün boyunca gözünü kırpmamış henüz 10 yaşındaki Neclâ. Hâlâ babasının girift çaldığı parmaklarını ve onun kucağına uzanışını hatırlıyor; hâttâ geçerken giriftin nağmelerini işiten koyunların durup dinlediklerini de hatırlıyor…
Hepsi çok meşakkat çekmiş hayatta.
Bin bir güçlükle ama şerefle, haysiyetle bütün âile okumuş ve herkes bir şeyler olmuş. Musa Süreyya Bey konservatuar kurmuş (çoktan vefat etti), Rebiî Bey şimdi ortalarda olmayan bir bankanın reklâm müdürü (şimdilerde o da, oğlu Lemi de çok hasta), Âsım Bey ressam ve müzisyen (taş gibi maşallah), Selâhattin Bey musıkîşinas (Işıl Yücesoy’un babası, ALS’den kaybettik epey önce), besteci ve konservatuar hocası, Muazzez (Kurdoğlu) Hanım (tiyatro ve sinema san’atçısı) vs.
Fatma Neclâ Yücesoy ise Çamlıca Kız Lisesi’nde okumuş leylî meccani olarak ve hep sınıf birincisi… Okulunun voleybol takımı kaptanı. “Atlet komple” olarak 5000 metre üzeri hâriç atletizmin her dalında yarışmış ve hep rekor kırmış, hiç ikinci olmamış (mübalâğa yok vallahi de billâhi de). Harp seneleri olduğu için beynelmilel müsabakalara iştirak edememiş. Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı Kaptanlığı da cabası… Hastalandığında, dertlendiğinde yeterince ilgi görememiş; kim gösterecekti ki?
Sonra hep gönlünde olan tıbbiyeye intisap etmiş ama kör olası parasızlık… Kitaplar, yol ve daha birçok masârif, bütçesi kaldıramamış. Gözyaşları içerisinde hukuk fakültesine geçmiş. Tam orada bir şeyler yapacakken zatülcenp (plörazi) kapıyı çalmış, preventoryumda geçen aylar ve tedaviler…
Sonunda Sümerbank’ta memure olarak hayata atılmış; tahsil yapma lüksü kaçmış bir kere. Orada da hep başarılı, terfiler üst üste…
O aralar babası Rum mezâliminden kaçmış ve erken yaşta göçmüş olan ve gene parasızlıktan dolayı son senesine geldiği tıbbiyeyi imtihanlarına giremediği üç ders sebebiyle bir türlü bitiremeyip üç kız kardeşine bakmaya çalışan, elinde çantasıyla ilaç mümessilliği yapan yakışıklı ve hitabeti güçlü Recep Doksat’la âşık olmuşlar birbirlerine. Bir gayret tıbbiyeyi bitirmiş Recep Bey. O arada Mehmet Kerem dünyaya gelmiş, Üst Göztepe’deki müstakil evde yaşamışlar. Âilece tren köprüsünden bakıp çufçufları seyredip dumanını solumak en büyük hazları olmuş. Recep Bey fahrî asistanlık yaparken, Mehmet Kerem’in süt parasını kazanabilmek için gazetelerde sıhhat bilgileri köşelerinde yazmış. Arada küsüp ayrılmışlar, sonra barışıp tekrar bir araya gelmişler, arada tekrar küsüp ayrılmışlar sonra gene barışıp tekrar bir araya gelmişler. Bütün bunlarda hep dimdik ayakta durmuş Fatma Neclâ Hanım ve emekli de olmuş.
Seneler geçmiş, tek veletleri olan Kerem’i en iyi okullarda okutmuşlar, sonunda o da tıbbiyeye girmiş ve psikiyatr olmaya karar vermiş. Tamgün yasası çıktığında Recep Bey “ben kaçak et kesemem” deyip basmış istifayı, Adana’dan dönmüşler İstanbul’daki kürkçü dükkânına.
Kerem’in ihtisasının sonuna doğru Recep Bey akciğer kanserinden veledinin kolları arasında vefat etmiş. Fatma Neclâ Doksat Hanım gene dimdik durmuş ayakta. Bu arada sık sık “hastalanıp” ameliyatlar yaptırma marazı iyice yerleşmiş; Munchausen sendromu denen maraz… Tipik olarak, çocuklukta hastalandığında ilgi ve şefkat eksikliği çekenlerin ileride gayrı şuûrî olarak kendilerini hasta pozisyonuna sokup müdahaleler yaptırmaları hâli. 75 yaşındayken ve 2. kattaki evine günde dört beş kere rahat rahat çıkabilirken oğlunu da kandırıp, aynı seansta iki dizine birden protez taktırtmış Neclâ Hanım, ameliyat sonrası beyin kan deveranı bozulunca Parkinson tablosu ve hafif derecede bunama yerleşmiş; üstelik protezler de tutmadığı için ancak yardımla yürüyebilir olmuş. Bu arada Kerem’in yirmi senelik izdivacının nihâyet bulmasına üzülmüş, Neslim’le tekrar dünya evine girdiğinde ise çok sevinmiş. Torunu Ayşe Cânan’ı da çok sevmiş.
Gene de vakur ve başı dik, biraz da dik başlı hayatı boyunca olduğu gibi. Ama hep sevilmiş, dostları olmuş. Geçen seneye kadar Çamlıca Kız Lisesi’nden hayatta kalan sınıf arkadaşlarıyla buluşmaya devam etmiş.
Üç sene evvel sol memesinde kanser zuhur etmiş. Ameliyattan sonra “merak etmeyin, bundan ölmezsiniz” denmiş. Mes’ûd olmuş.
Üç senenin hitamında bu sefer de sağ memede çıkmış habis hastalık. Hemen ameliyat ama netice pek güzel değil… Lenfler, hâttâ damar çevresi tutulmuş. Genel durumu müsaade etmediği için radyo- ve kemo-terapi yapamamışlar çok gerekmesine rağmen. Takibe alınmış(!). Yaş 85.
Geçen ayki tomografisinde akciğerde metastaz bulunmuş! Bunu kendisine söylememişler. O da işitmek istememiş zâten; tetkiklere âdeta zorla gider ve “ne gerek var ki” der olmuş. Gene de yüzü gülmekte, morali iyi, notlar alıyor titrek elleriyle…
***
Saat 15:54, birazdan ellerini öpmeğe gideceğiz. Sabırsızlıkla, çocuklar gibi şen bekliyor bizi, Anneler Günü ya. Ellerini öpüp ihtimamla sarılacağım, seneye tekrar olur diye dua ederek. Salı da kardiyologa götüreceğiz; yeni bir ilâç varmış, ömrü uzatıyormuş ama kalbin sağlam olması lâzımmış. Anam hiç oralı ve istekli değil, ısrar etmesem gitmeyecek. Zamanında en ufak şey için doktora koşan bu kadın, şimdi gönülsüz.
Geçen ay, o da sâdece bir kere, “sıkıldım artık” dedi buruk bir gülümsemeyle ve ilâve etti: “zâten artık gelip giden de çok azaldı, yeter be evlâdım”. Tutuldum, “saçmalama” filân diyerek saçmaladım.
Sarılacağım ona, öpeceğim pembe ellerini, o da gene dualar edecek.
Sonra Neslim’le Farklı Bir Gece’ye gideceğiz.
Anam benim, sen de gidince yapayalnızlığımı daha da idrak edeceğim. Ama senden de, pederimden de bir şey öğrendim: Başım dimdik duracağım, biraz da dik başlı ama kimseye aman dilemeksizin, gideceğim gidebileceğim kadar.
Hem, belki bu ilâç iyi gelir, Allah’tan başka kim bilebilir ki?
Anam benim, seni çooook seviyorum.