İşte bu adamın içinde taşıdığı
dünyaya yönelik ideallerden dolayı yine dünya hayatı
sınırları çerçevesinde kalan, ama aslında özdeki deruni
manevi âleme olan imandan güç alan düşünce, tutum,
davranış, zafer, hatta devrimleri, ister istemez, dinin
dediği gibi, onun gözünde de cihanı bir imtihan
meydanına çevirmiş, ancak bu imtihanın sonuçlarını yine
dünyada görmek istemiştir:
“Cihan bir imtihan meydanıdır,
imtihanda muvaffak olmadan lütufkârane muameleler
beklemek boşunadır.”(7)
Ancak o yine de
bilir ki, aslolan geçici maddi alem değil, Öz’e daha
yakin olan ve bundan dolayı daha değişmez olan manevi
alemdir:
“… Sivas’ta bugün Kongre Binası
adıyla anılan ve müze olarak kullanılan o günlerin Sivas
Lisesi binasına yerleştiklerinde Mustafa Kemal,
beklemediği ilginç bir olayla karşılaştı.
Kendisinin yatacağı
karyoladaki yastığın üzerinde nakışla işlenmiş iki dize
vardı: “Cihanın cahına mağrur olup incitme insanı;
Süleyman-ı zaman olsan bırakırsın bu eyvan’ı (Dünyanın
mevkiiyle gururlanıp insanları incitme; Zaman’ın
Süleyman’ı olsan bırakırsın bu köşkü sen de)” Mazhar
Müfit’i çağırıp bu dizeler hakkında ne düşündüğünü
sordu. Mazhar Müfit, dostluğunun sağlamlığına olan
inancıyla, açıkça söyledi düşündüğünü ve “Belli ki bu
sizin için yazılmış.” dedi. Mustafa Kemal de kendi
düşüncesini açıkça söyledi: “Bu uyarı hepimiz için ve
her şey için bir temel kural olmalıdır.”(8)
Belki derin bir uyanıklıkla
sorgulamadığımız zaman, tam tersini düşünmeye yönelsek
de, yaptığı tüm şeyler, maddi âlemi manevi âleme daha da
yaraşır bir yakine getirmekten başka bir şey değildi.
Çünkü onun temel hedefi, aslında ne bir ulusun hürriyet
ve refahını sağlamak, ne köhne batıl itikatları silip
süpürmek, ne de zulüm ve haksızlığı, sömürüyü ortadan
kaldırmaktı. Onun temel hedefi, tüm bu tali hedefler
vasıtasıyla elde edilebilecek bir şeydi: daha iyi bir
dünya kurmak:
“İnsanlar yalnız maddi değil,
özellikle bu maddi kuvvetlerde toplanmış manevi
kuvvetlerin etkisi altında etkilenirler. Milletler de
böyledir. Manevi kuvvet ise özellikle ilim ve iman ile
yücelerek gelişir.”(9)
İşte bu hedef için
en hakiki mürşit, ne falanca şeyh ne de filanca
hocadır. Kendilerini manevi yönde bilerek ya da
bilmeyerek firavunlaştırmış olanların sürüsüne girmemek,
veya “Şeyh uçmaz mürit
uçurtur” sözünün bir
yönüyle vurguladığı gibi, maneviyat ehlini otorite
haline getirip zorla firavunlaştırmamaktır. Bu öyle bir
girdaptır ki, Mürşidi de Müridi de sürükler götürür. O
nedenle en hakiki mürşit, insanın kendisidir. Kendisini
kendisinin mürşidi haline getirmek ve firavunlaşmamak
için de şuna buna değil, ilime sarılmak
zorundadır: “İlim
ve fen için kayıt ve şart yoktur. Dinimiz, bu yüce emri
kapsadığı içindir ki, en mükemmel dindir.”(10)
Çünkü, “Manevi
kuvvet, özellikle ilim ve iman ile yüksek bir şekilde
gelişir… Taassup, cahilliğe dayanır. Bundan dolayı,
taassubu olan cahildir. İlim, mutlaka cahilliği yener, o
halde, halkı aydınlatmak lazımdır… Kastettiğim ilim,
hakikati bilmektir…”(11)
Burada yine din ile ortak bir
noktaya gelen Atatürk,
“ilim, hakikati bilmektir”
der. Ancak şu büyük farkla ki, İslam felsefesinde
Hakikat, metafizik anlamda tüm gerçeklerin nihai
noktası olan ve tek gerçek varlık olan Allah’ı
simgelemesine rağmen, en azından görünürde, olaylara
dünyevi sınırlar içinden bakan Atatürk’e göre, bilimsel
gerçekleri simgeler. Yani onun kullandığı ilim, İslam
felsefesinde kullanılan Allah’ı bilme ilmi değil, daha
çok bilim anlamınadır. O nedenle şöyle devam eder:
“Ben manevi miras
olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve
kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım,
ilim ve akıldır.
Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz
çetin ve köklü zorluklar karsısında, belki gayelere
tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi,
akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.
Zaman süratle ilerliyor; milletlerin, toplumların,
kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile
değişiyor. Böyle bir dünyada, asla
değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve
ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk
milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya
çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek
isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin
rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım
olurlar. Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek
değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı
anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”(11)
Kaynaklar:
(7)
Afet İnan, Atatürk
Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.90
(8)
Yaşar Öztürk-
Bütün Dünya Dergisi, 2004/9, s. 19-20
(9)
T.B.M.M. Zabıt
Ceridesi, Devre I, Cilt: XVIII s. 7
(10) Ahmet Bekir
Palazoğlu, Atatürk İlkeleri, s. 273
(11)
Atatürk’den kalan
el yazısı belgelere dayanarak- Bütün Dünya Dergisi
2001/9, s.31-33 |