İlk bakışta vahyi eleştirdiği
düşünülebilecek bu fikirler, aslında yüzyıllar boyunca
gerçek Allah’ı bilme ilimi yerine safsatalara
sarılarak yozlaşmış bir sözde inanç ve felsefe bütününün
doğurduğu yıkımları bizzat yaşamış bir aydının bu
safsataların aleyhine attığı bir çığlıktır. Bu öyle bir
çığlıktır ki, bilime sırtını dönmüş bir sözde ilmi yerle
bir edecek ve belki hedefi bu olmasa bile, manevi âleme
nüfuz edebilmenin en kolay yolunun maddi âlemi bilimsel
metotlarla çözmek olduğunu ve bilinci cennete
eriştirmenin bir gereğinin de o bilicin idrakte olduğu
dünya hayatını cennete yaklaştırmak olduğunu
hatırlatacaktır. Çünkü aç olan önce ekmeği, ezilen önce
rahata ermeyi düşünür. Ancak dünya hayatı belli bir
düzene sokulabilirse, gelecek nesillerin manevi âleme
nüfuz etmeleri daha kolay olabilir. Zira İslam inancında
dünya hayatı tamamıyla hakir görülen bir yaşam şekli
değil, asla bir adım daha yakın olan bir eşiğin öncesi
olduğu için haddinden fazla olmayacak şekilde, önem
verilen bir yaşam şeklidir:
“Bizim dinimiz, milletimize
hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Tam tersine
Allah da Hz. Peygamber de insanların ve milletlerin
izzet ve şerefini korumalarını emrediyor.”(12)
İşte bu nedenlerle,
“Beşeriyetin idrak
derecesi, nurlanması, mükemmelleşmesi, her insanın
doğrudan doğruya Allah’ın imanıyla temas kabiliyetine
erişmesiyle mümkündür.”(13)
ve bu da gerçek ilim
ve asıl dindir.
“… İnsanlığı anlayış,
aydınlanış ve yetkinlik derecesi her kulun doğrudan
doğruya ilhamat-i ilahiye ile temas kabiliyetine vasıl
olduğu kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Cenabı
Peygamber, son Peygamber olmuştur. Kitabı da en son
kitaptır.”(14)
Sırf bu her
kulun doğrudan doğruya ilhamat-i ilahiye ile temas
kabiliyetine vasıl olduğu kabulü nedeniyle dahi, bu
asıl din, tüm dinlerin aslı olan İslam’dır. Ve Son
peygamber’in anlamı, yol gösterici olarak tüm ilim
sahiplerinden yararlanmak, ama asla bunlardan her hangi
birini bir manevi otorite kabul etmemek şerefini
iliklerinde hissetmektir.
Buradan hareketle, İslam
aslında özünde laikliği barındıran bir inanç sistemidir
diyebiliriz. Çünkü
“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak,
kendine malik siyasi bir fikre malik olmak seçtiği bir
dinin icaplarını yapmak ve yapmamak hak ve hürriyetine
maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz.
Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilemez, ferdin
tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır.”(15)
ve
“Türkiye Cumhuriyeti’nde
herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder… Türkiye’de bir
kimsenin fikirlerini, zorla başkalarına kabul ettirmeye
kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez.”(16)
Bu düşünce tarzı,
“Dinde zorlama yoktur”
ve
“Sizin dininiz size, benim
dinim bana”
ayetlerinin modern açılımdan başka bir şey değildir.
Öyleyse,
“Müslümanlık, aslında en geniş anlamıyla hoşgörülü ve
modern bir dindir.”(17)
ve
“Laiklik, asla dinsizlik
olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele
kapısını açtığı için, hakiki dindarlığın gelişmesi
imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle
karıştırmak isteyenler terakkinin ve canlılığın
düşmanları ile, gözlerinden perde kalkmamış Şark
kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.”(18)
Bununla birlikte,
karşı kutuptakiler için de Atatürk’ün diyecek birkaç
sözü vardır:
“Bazı kimseler çağdaş olmayı
inançsız olmak sanıyorlar. Asıl inançsızlık onların bu
inanışıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı,
İslamların inançsızlara esir olmasını istemek değil de
nedir?”(19)
İşte böyle bir felsefe ve
inanca dayanan Atatürk, bunlardan dolayıdır ki,“Din
vicdan işidir. Herkes vicdanının sesine uymakta
serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve
düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini
milletin işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve
fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz.”(20)
ve “Taassupsuzluk o
kimsede vardır ki vatandaşın veya herhangi bir insanın
vicdani inanışlarına karşı hiç kin duymaz, bilakis
hürmet eder.”(21)
demiştir. Ve yine bu
felsefe ve inancından dolayı onun için şunlar
söylenmiştir:
“Denilebilir ki onsuz, İslam alemi yolunu bulabilmek
için elli yıl daha bekleyecekti.”(22)
(Bu 50 yıl sınırının, şu anda çoktan aşıldığını
düşünürsek, çok iyimser bir tahmin olduğunu, görenler
görecektir),
“Mısır’a,
Üniversitedeki görevine tekrar döndükten sonra Mehmet
Akif, yazdığı bir mektubunda: “… Mısır’da on bir yıl
kaldım. Fakat on bir saat kalsaydım artık çıldırırdım.
Sana içtenlikle bir fikrimi söyleyeyim mi; İnsanlık da
Türkiye’de, Milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da
Türkiye’de, Hürriyetçilik de Türkiye’de… Eğer varsa,
Allah benim ömrümden alıp O’na versin…”(23)
Kaynaklar:
(12)
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/anasayfa.htm
(13)
Cumhuriyetin 50. yılında
Konya, İl Yıllığı, s.67
(14)
Nutuk, söylev ve
vesikalar, Cilt III, s. 1840
(15) Prof. Dr. Ayşe Afet
İnan, Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara,
1969, s. 85
(16) Prof. Dr. Ayşe Afet
İnan, Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara,
1969, s. 98
(17)
Münir Hayri Egeli,
Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, s. 70
(18)
Sadi Borak,
Atatürk ve Din, s. 4
(19)http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13533
(20) Mehmet Özel, Atatürk, TC
Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990, s. 261
(21) http://www.liderler.net/liderataturk.php
(22) Berthe Georges Gaulis,
Fransa) Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim
ve Kültür Vakfı, İzmir, s.209
(23)
Vural Savaş,
Türkiye Cumhuriyeti Çökerken, s.236 |