Kişisel Kurtuluş: Bilinçli
İnanç
İnsan, kendi inancını kendi
bilgi birikimiyle beslemelidir. Kişiyi kurtaracak
sarsılmaz bir iman ancak inancının idrakinde olup bunu
inceleme konusu yapabilen bir aklın aracılığıyla elde
edilebilir. Bu yolda kişinin yol göstericileri -şahıs,
fikir, kitap v.b.- olabilir; ancak her şeyini ipotek
altına alan ve onun yerine düşünüp neye nasıl inanması
gerektiğini söyleyen bir otorite olamaz. Aksi hal, İslam
dışı bir haldir:
“Türkler dinlerinin ne
olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran Türkçe
olmalıdır.”, “Türk Kuran’ın arkasından koşuyor fakat
onun ne dediğini bilmiyor. Ve bilmeden tapınıyor, benim
maksadım, kitapta neler var Türk anlasın.”(39),
“Sonra Kuran’ın tercüme ettirilmesini emrettim. Bu
da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Hz.
Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi
için de emir verdim.”(40), “Cemal Kutay
anlatıyor: “Dünyada Atatürk kadar İslam Dinini mana ve
mefhumuyla kavramış ve onu aslına iade etmek için büyük
kavga yapmış başka bir insan yoktur. Mustafa Kemal 1300
sene sonra Hazreti Muhammed’in ruhunu şadedecek esaslar
getirmiştir. Bugün secde-i Rahmana alın koyabiliyorlarsa
bu onun sayesindedir. Bugün en geçerli iki meal, Ömer
Rıza Doğrul ve Ahmet Hamdi Akseki mealleridir. İkisini
de Mustafa Kemal yaptırmıştır. Muhammed ismini
kullananları kesinlikle affetmezdi. “O büyük insana
layık olamazsak ne olacak” derdi.” (41)
“Milletimiz din ve dil gibi
kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir
kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip
alamamıştır ve alamaz… Camilerin kutsal minberleri
halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli
kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille
ruh ve düşünceye hitap olunmakla Müslümanların vücudu
canlanır, düşünceleri temizlenir, imanı kuvvetlenir,
kalbi cesaret bulur. Fakat buna karşılık hutbe
okuyanların sahip olmaları gereken ilmi nitelikler, özel
liyakat ve genel kültüre sahip olmaları önemlidir.
Hutbeden amaç, ahalinin aydınlanması ve ona yol
gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta
bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve
çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin, normal
olarak, halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları
gereklidir… İnsanlık, dini ihtisas ve derin dini
bilgilere sahip olup, her türlü boş inanışlardan
sıyrılarak, gerçek ilim ve fennin nurları ile temiz ve
mükemmel oluncaya kadar,
din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.”(42)
Atatürk’ün Hz. Muhammed ve
Müslümanlık Hakkındaki Görüşleri:
“Atatürk’ün, vefat etmeden 15
gün önce dönemin Başvekili kanalıyla şu açıklamaları
yapmıştır: “Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son
peygamberi Hz. Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli
ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm
Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi
hareket etmeli; İslamiyet’in hükümlerini olduğu gibi
yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar
kurtulabilir ve kalkınabilirler.”(43),
“… Atatürk’ün denizlerden renk
alıp renk veren gözleri, masanın üzerinde serili
haritaya dikildi ve beni kolumdan tutarak masanın başına
çekip parmağını bir noktaya dikti. Bu, kendi elleriyle
çizdikleri bir askeri harita idi ve Hz. Muhammed’in
büyük Bedir Cengi’ni adım adım gösteriyordu. Hz.
Muhammed’e ve O’nun peygamberliğine kadar, büyük askeri
dehasına hayran olan eşsiz Sakarya Galibi, Bedir
Galibi’ni göklere çıkarırken, “O’nun Hak Peygamber
olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir
destanını okusunlar” diye heyecanlandı. Ata’nın son sözü
şu olmuştu: “Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslümanla
mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş
ordusuna karşı Bedir meydan muharebesinde kazandığı
zafer, fani insanların karı değildir. O’nun
Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır.”(44),
“Büyük bir inkılap yaratan
Hazreti Muhammed’e karşı beslenilen sevgi, ancak onun
ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli
edebilir.”(45),
“O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun
izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin
adın silinir; fakat sonsuza kadar O ölümsüzdür.”(46)
Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Şüküllüoğlu anlatıyor:
“Annemi Zübeyde Hanım büyütmüştür. Onun anneme anlattığı
bir anıyı aktarayım. Atatürk, 25 Ağustos’ta Kocatepe’ye
çıktığı zaman orada şöyle dua ediyor: “Allah’ım senin
bana verdiğin fikir ve zeka ile ben bütün planlarımı
gerçekleştirdim. Bundan sonrası artık senin
mukadderatın…” O, Allah’ına inanan bir insandı. Paşa,
Ramazan’da Dolmabahçe’de veya Çankaya’da olduğunda
anneme “Vasfiye oruç tutuyor musun?” diye sorarmış,
annem “tutuyorum” dediğinde çok memnun kalırmış. Bana
hastalandığımda dua ettirirdi, kendi de ederdi. Çok iyi
hatırlıyorum, tifo geçiriyordum çok üzülmüş beni
kurtarması için Allah’a dua etmiş. Annesi Zübeyde hanım
da çok dindarmış. Anneme daha 7 yaşındayken Kuran dersi
aldırmaya başlamış. Kız kardeşi Makbule hanımın da
devamlı namaz kıldığını biliyorum.”
(47)
Safiye Ayla anlatıyor:
“Annesi Zübeyde
hanım da ablası Makbule hanım da çok dindar insanlardı.
Namaz kılarlardı. Tam dindar bir aile ortamında yetişti.
Atatürk de dindar bir insandı. Çok beğendiği Hafız Yaşar
vardı. O Kuran okunurken gözlerinden yaşlar dökülürdü.
Hatta bütün hocaları toplayıp ayetleri okuyup izah
ederek incelemeler yapardı. Bana “Allah’ın sana verdiği
lütfu unutma ve bununla şımarma, mütevazi ol, daima
Allah’a şükret” derdi. Kendisine, “Paşam şunu yaptın,
bunu yaptın” diyenlere “Bana Allah yardım etti, ben
talihli bir insanım derdi.”
(47)
Münir Hayri Egeli’nin
hatıralarında anlattığına göre, Atatürk’ün huzurunda
bulunanlardan birinin
“Türkler’in milli dininin Şamanlık olduğunu”
söylemesi üzerine
Atatürk: “Ahmak!
Müslümanlık da Türk’ün milli dinidir. Müslümanlığı
Türkler yaymışlar ve Türkler kendilerine göre en geniş
manasıyla anlamışlar ve benimsemişlerdir…” (47)
demiştir.
Sonuç:
Tüm bu bilgiler ışığında,
Atatürk’ü bir din reformisti olarak kabul etmek pek de
yanlış olmaz. Çünkü özü kaplayan toz olan gericilikle
mücadele ederken ister istemez öze yönelmiş durumdadır.
Zira dejenere olmuş ve saf dini insanların yüreğinde
pekiştirmek yerine bulandırmaya başlayan tekke, türbe ve
zaviyeler onun döneminde kapanırken, dinin özünü
kavramada en önemli yol olan dini anlama işlevini yerine
getirecek şekilde, ilk Türkçe Kuran meal ve tefsirleri
de onun döneminde yapılmıştır. Cumhuriyetin ilk on beş
yılında Kuran-ı Kerim’in meali ve tefsiri niteliğinde bu
gün de dini sahada en önemli kaynaklar olduğu kabul
edilen 9 eser yayınlanmıştır.
“Atatürk’ün İslam dininin
doğru anlaşılması ve en saf şekliyle yaşanmasına olan
inancı, her zaman gerçek din ile batıl inançlarla dolu
gericiliği net biçimde ayırmasından anlaşılabilir. Bu
amaçla Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur.
Dolmabahçe Sarayı’nda da Kuran okutturmuş, ayetleri
okuyup izah ettirerek manası üzerinde incelemeler
yapmıştır.” (48).
Atatürk’ün derin manevi
inancından da anlayabileceğimiz gibi, ateist olduğunu
söyleyebilmek çok güçtür. Ancak onun, bölümün başından
beri verdiğimiz görüşleri ortadayken, Allah’ın varlığına
değil ama dine inanmadığı, hatta bu yönde sözleri olduğu
da ileri sürülebilir. Zira aşağıda vereceğimiz
sözlerinde olduğu gibi, belki de ‘o, dini sadece gerekli
olan ve olması gereken bir müessese olarak görüyordu’
yani faydacı bir mantıkla ele alıyor ve topluma zarar
veren bir müesseseyi, topluma faydalı bir müessese
haline dönüştürmek istiyordu, denebilir:
“Din vardır ve lazımdır. Din
lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına
imkan yoktur. Din vardır ve lazımdır.”(49),
“Din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam boş bir eve
benzer. İnsana hüzün verir; kesinlikle bir şeye
inanacağız. Bu, dinlerin en sonuncusu elbette en
mükemmelidir. İslam dini, hepsinden üstündür.”(50),
“Efendiler! Hangi şey ki akla, mantığa, toplum
çıkarlarına uygundur; biliniz ki o, dinimize de
uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin çıkarlarına,
İslam’ın çıkarlarına uygunsa, kimseye sormayın. O şey
dinidir. Eğer bizim dinimiz akıl ve mantıkla uyuşan bir
din olmasaydı, en mükemmel din olmazdı, en son din
olmazdı.”(51)
Ancak hal ne olursa olsun,
şöyle ya da böyle, yaptıkları eninde sonunda gerçek
İslam’a bir hizmet olarak artı haneye yazılmalıdır. Zira
İlahi düzen, bir şekilde kendisinden yana görünen
unsurlarca, mutlak anlamda değil ama insanların
zihninde, zedelenme konumuna gelebildiği gibi,
kendisinin karşısında görünen unsurları, insanların
zihninde, kendi leyhine dönüştürmede de ustadır. Ne de
olsa her şey, “Allah’ın
emrindendir”
ve O, her şeyi
kendi hükmüne uygun olarak kullanır. Bununla birlikte,
Atatürk, sürekli araştırıp zihnini yenileyen gerçek
anlamda bir aydındı. Yaşadığı dönemin özellikle dinsel
handikaplarını da düşündüğümüzde, zihninin zaman zaman
dini çizgiden sapmış olması da muhtemeldir. Hatta
bazılarının iddia ettiği gibi, bu ömrünün hemen hemen
son dönemlerine dek süreklilik arz etmiş de olabilir.
Ancak şu da vardır ki, gerçek anlamda irdeleyici bir
zihnin şüphe ya da inkar noktasına dalması ve o noktadan
sonra analizlerine devam ederek daha güçlü bir imanla
aslına rücu etmesi oldukça mümkündür. Necip Fazıl,
“Çıkacaklarına emin
olabilsem her mümini şüphe kuyusuna atardım.”
derken tam da
bunu kastetmiştir. Zira tarihteki tüm büyük din
reformistleri zaman zaman kendilerini şüphe kuyusuna
atan ve içsel bunalımlara sürükleyebilen ve ardından
daha güçlü bir iman getiren analizci zihinsel
fonksiyonlara sahiptir
(Örnek: Protestan mezhebinin kurucusu Luther).
Özet olarak biz Atatürk’ün
(daha doğrusu her bir insanın) samimi bir Müslüman olup
olmadığıyla ilgilenmiyor, onun samimi Müslümanların
gerçek İslam’ı anlaması hatta yaşaması yolunda devrim ve
reform niteliğinde çok büyük hizmetleri olduğunu
söylüyoruz. Kendi fikrimiz ise, Atatürk’ün hiçbir zaman
Allah’a, manevi kudrete olan inancını yitirmediği ancak
belki dönem dönem tüm dinlere ve Müslümanlığa şüphe ile
yaklaşmış olabileceği (daha çok hurafelerin yarattığı
toplumsal yozlaşmaya duyduğu derin duygusal tepkiler
nedeniyle) fakat bu duygusal burhanlardan her çıkışında
manevi derune yönelik imanının biraz daha güçlenerek,
tüm sadeliği, yalınlığı ve özsel boyutuyla İslam’ın has
bir inanırı olduğu yolundadır. Ancak bunları
söylememizin nedeni, sadece tarihe mal olmuş ve
devrimleri hala bu toplumu ayakta tutan ve Allah’ın
izniyle, devletler var oldukça tutacak olan büyük bir
kişiliği kendi çapımızda tanıma çalışmamızı paylaşmaktan
ibarettir. Zira bir kimsenin inancını sorgulamak İslami
olarak da ahlaki olarak da yapılmaması gereken yanlış
bir davranıştır. İmanın kimde olduğu bilinemez.
Atatürk’ün de dediği gibi,
din bir vicdan işidir
ve sadece o vicdanın sahibini ilgilendirir. Başkalarına
kendi vicdanlarıyla ilgilenmek ve kendi vicdan
hesaplarını yapmak düşer.
Kaynaklar:
(39)
http://www.haberbilgi.com/kitaplar/ Ahmet_
Taner_ Kislali/ siyasal_sistemler/
(40)
Atatürk’ün Temel
Görüşleri, Fethi Naci, s.55
(41) Rönesans Dergisi, Şubat
1991, s.20
(42)
http://www.kultur.gov.tr/ belgeno=13533
(43) Atatürk, Nedim
Senbai, A.Ü. Dil, Tarih, Coğrafya Yay., s. 102, 1979
(44) Atatürk ve Din Eğitimi,
Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.28
(45)
Şemsettin
Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, s. 4
(46) Prof.Dr. Utkan Kocatürk,
Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 208
(47) Rönesans
Dergisi, Şubat 1991, s.20
(48)
www.bozkurtataturk.com
(49) Cemal Kutay, Ne Buldu,
Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, s.168
(50)
Muhterem Erenli,
Atatürk 3. Cumhurbaşkanı, s.146
(51)
Atatürkçülük/Atatürk’ün görüş ve direktifleri, M.E.
Basımevi,1988,s.455 |