Düşünen her beyin, başarı kavramını mutlaka yaşamının
bir veya birçok evresinde sorgulamıştır. Çoğumuzun
cevabı da ben’imize ait hayatı algılama kapsamı ile
paralel olarak değişmektedir muhtemelen…
Örneklemek gerekirse başarı, doktorluk yapan biri için
belki her defasında bir yaşamın devam etmesine vesile
olmak iken başka bir doktor açısından uluslararası bir
akademik kariyer ile insanlık için bir buluşa imza
atmaktır.
Bir ticaret adamı için başarı, likiditesini sürekli
kılarak kârının devamlılığını sağlamak iken bir diğeri
için global bir markayı yaratıp markanın yaşam eğrisini
uzun sürelere yaymak;
Bir anne için çocuklarının sağlıklı, mutlu ve iyi
insanlar olarak hayatını devam ettirdiğini görmek, bir
diğeri için ise müspet bir vesile ile tarihe imza atmış
(atacak) bir birey yetiştirmiş olmaktır…
Örneklerden de anlaşıldığı üzere, başarı denilen olgu,
kişiye, kapasiteye ve ana göre çok geniş bir skala
içinde göreceli olarak değişken bir yere sahip olabilir.
Bize daha yakın gelen konular üzerinden başarı kavramını
değerlendirmeye devam edelim:
Yaratıcının sistemini anlamaya ve O’nun ahlakı ile bu
sistemi yaşamaya adamış biri için başarı öldükten
sonraki yurdunun salihler arasında olması iken, bir
diğeri için başarı diye bir kavram dahi yoktur; başını
bu yolda kesmek (nefsini bilip terbiye ederek
”ben-beden“ kaydından kurtulmak) onun varoluş sebebidir.
Hepimiz bu yolda düşe kalka ilerlemeye çalışırken, ki bu
sularda o yüzden dolaşıyoruzdur, Allah ahlakıyla
ahlaklanıp ilmini bilip hayata geçirebilen İNSAN olma
hedefindeyiz.
Efendimiz’den (Allahume salli ala seyidina Muhammedin
ve ala Al-i Muhammed) bugüne kadar, tüm mana ehli, İNSAN
olabilmenin şartlarını tanımlarken hep en öne
“yaratılmışda eksik, noksan, ayrılık, gayrılık
görmemeyi, sen ben davası gütmemeyi, kendini ayrı
bilmemeyi” şart koşmuşlardır.
Hz. Mevlânâ:
“...İster kâfir, ister mecûsi, ister putperest ol;
ister yüz kere tövbeni bozmuş ol, yine gel!..”
diyerek dergâhının kapısını tüm noksanlıklara açarken;
Yunus Emre:
“Yaradılan’ı sev Yaradan"dan ötürü!..”
der, “NE YANA DÖNERSEN ALLAH’IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN”
(2/115) ayetini tefsir edercesine…
Bugünün bilmi ile İLMİ beyinlerimizde kavuşturan,
bizleri karşılıksız uyaran Ahmed Hulusi ise SİSTEMİ
günümüze deşifre ederken konuyu daha da netleştirmiş ve
şöyle ele almıştır:
HER ZERRE, HAKK’IN VARLIĞI DIŞINDA HİÇBİR ŞEYE SAHİP
DEĞİLDİR!
“Hakk” ismi ile kastettiğimiz varlık, her zerrede, her
“zerre” adı altında tümüyle; yani, zâtıyla, sıfatı
dediğimiz benliği hüviyeti ile ve bu benliği hüviyetine
ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının
isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ ile ve bu mânâların ortaya
çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...
Kısacası, her “zerre”, Hakk’ın varlığı dışında hiçbir
şeye sahip değildir!...
Bu böyle tahta, taş, hayvan, nebat, gaz, dünya, yıldız,
galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi isimle neyi
kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık,
ancak ve ancak “Hakk” ın varlığıdır!.. İsimlerin
müsemmasında, Hakk’tan gayrına ait hiçbir varlık
kesinlikle mevcut değildir.
Her "insan" ismi altında, mutlak olarak hükmünü yerine
getiren Hakk'tır!
…
Aslında, bütün isimlerin
müsemmâsı tek bir varlıktır!.. Tek bir varlıkta tek bir
mânâdır!..Değişik mânâlar, değişik isimlerle
varolmaktadır.. Dolayısıyla sen, hangi mânâ yönünden ele
alsan, o tek varlığı ele almış, tek kaynağı ele almış
olursun ki; işte
çokluk-teklik noktası bu ince noktada birleşmektedir!..
Burada tek, çok olmaktadır!..
…
Ancak
basiretinin verdiği
teklikle, fiiller düzeyinin verdiği çok oluş, sende
aynı anda müşâhede edilmelidir...
Şayet biri diğerine ağır basarsa, mutlaka bir taraftan
Hakk’ı inkâra sapmış olursun!..
Çokluğu inkâr, Hakk’ı inkâr olur!... Tekliği inkâr yine
Hakk’ı inkâr olur!..
Çokluk altındaki varlığı inkâr ettiğin zaman, çokluk adı
altındaki varlık, gene onun varlığıdır!.. Tekliği kabul
et çokluğu inkâr et, Hakk’ı inkâr edersin!..
Çokluğu kabul et, Tekliği kabul etme, yine Hakk’ı inkâr
etmiş olursun!..
http://www.allahvesistemi.org/ahmedhulusidekavramlar/
kavramlar/hak/index.htm
Hal böyle iken ve mana ehli kesintisiz olarak uyarmaya
devam ederken, bize de uymak düşüyor da lakin öyle
“iyiyi de kötüyü de kabullendim, sevdim” demekle
bitmiyor; tecrübe etmek, hissetmek şart ki aslında her
an yaşamak en zoru! Bir yerlerde kaçırdığımız bir nokta
var, beynimizi bu anlamda iyileştirmek, hani tabir
yerindeyse aklımıza bu doğrultuda mukayyet olmak için
eksiği tamamlamak lazım…
O halde, bizi
sürekli uyaran Ahmed Hulusi’nin son dönemlerde daha da
yoğun biçimde değindiği belki de kapıyı açan anahtar
“BEYİN” konusuna geri dönelim!
Nörobilimciler, beynin
çeşitli bölümlerinde ayna nöronların işlevi olan
“aynalamanın” başkalarının zihnini “oku”yabilen ve
onlarla empati kuran bir mekanizma olduğunu
düşünmekteler. Karşı tarafın zihninden geçeni okuyarak o
üzüldüğünde üzülebilme, acı hissettiğinde hissedebilme
ve gülümsediğinde gülümseme ve hatta yüz mimikleriyle
aynı fiili tepkileri verme gibi…
http://www.sufizmveinsan.com/arastirma/aynanoronlar.html
Özellikle tiyatral
sanatları icra edenlerin beyinlerinde ayna nöronları
çalıştırma yani empati kapasitesinin yüksek olduğu
varsayılmaktadır. Kimbilir, belki de gerçek sanatçıların
biraz daha hassas ve SEVMEK (kendini karşıdakinin yerine
koyabilmek) konusunda daha gelişkin olması bu sebepledir.
7. Sanat dalı olarak kabul edilen Sinema’da birçok
önemli işe imzasını atan ve kolektif bilinçte “The
Message” ÇAĞRI filmi ile ayrı bir yer edinmiş olan
Anthony Quinn, ölümünden önceki son yıllarında yine bir
başka önemli filmi ZORBA ile kolektif bilincinde yer
ettiği Yunanistan’ın yine önemli bir sanatçısı Mikis
Theodorakis’in bizzat davet ettiği Münich’deki
konserinde, konuşmasının son sözlerini şöyle bitirmiştir:
“To live life fully, you must always love” (Hayatı dolu
dolu yaşamak için, daima SEVMELİSİNİZ)
http://vodpod.com/watch/3175762-anthony-quinn-mikis-theodorakis-2000-reunion-in-munich
Yaratıcının kulları aracılığıyla verdiği mesaj her yerde
aynı…
Anlamak durumundayız ki, ayrılık, gayrılık dediğimiz
aslında zaman, mekân, yaratılan farklılıklarını
algılayan beyinlerimizde sadece…
Karşılıksız uyaran Ahmed Hulusi, bizleri ilk olarak 2006
yılında açıkça, beyinde bulunan ayna nöronlar konusunda
ikaz etmiş, beraberinde olduğumuz kişilerin ayna
nöronlar aracılığıyla duygu ve düşüncelerinin bizlerde
akis bulduğunu ve biz farkında olmadan bu doğrultuda
beynimizin yönlendirildiğini belirtmiştir.
Bu konuda özellikle
salavat aracılığıyla beyin frekansımızı Rasulallah’a (Allahume
salli ala seyidina Muhammedin ve ala Al-i Muhammed)
yönlendirip onun ruhuyla, bilinciyle iletişim kurmamızı
tavsiye etmiş ve o kanaldan akan bilgiyi
değerlendirebilme kapasitemiz doğrultusunda kendimizi
geliştirebileceğimizi ifade etmiştir. Dolayısıyla Allah
(c.c.) ahlakı ile ahlaklanabilmenin çok önemli bir gizli
anahtarını nedenleriyle deşifre etmiştir.
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/salavat.htm
Allah bu konuda Ayet-i kerime ile uyarmıştır:
Muhakkak ki Allah ve
melekleri, Nebi'ye salât eder... Ey iman edenler, siz de
O'na salât (yönelin) edin ve teslimiyet ile selâm verin!
(Ahzab/
56)
Allâh İlminden
Yansımalarla KUR'ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ- Ahmed Hulusi
Tüm bu uyarılar ile
çözümleyebildiğimiz, başta Efendimiz’e (Allahume salli
ala seyidina Muhammedin ve ala Al-i Muhammed) yönelerek,
mana ehlinin takipçisi olmak, onları okumak, anlamak,
dinlemek ve bu yöntemle beyindeki ayna nöronların
yönlendirilmesi, bu yolda başarı diye
tanımladığımız geçilmesi istenilen aşamaların
gerçekleşmesinde önemli anahtardır.
Beşer gözüyle bakan, hayrı ve şerri; Hak gözüyle bakan,
sonsuz kemâli seyreder!..(A.H.)
Son olarak Ehli’nin ikazını iletmek isterim: Konuşma ve
sohbet sırasında Rasulallah’ın adı geçtiğinde içimizden
dahi olsa şu şekli ile salavat getirmek önemli,
kaçırılmaması gerekiyor: “Allahume salli ala seyidina
Muhammedin ve ala Al-i Muhammed”.
Ayrıca Dua ve Zikir’de yer alan Salavat’ların tekrarı da
bizlerin mutlaka devam etmesi gerekenlerdendir.
http://www.ahmedhulusi.org/kitap/duavezikir.htm |