17
Haziran 2009
Geçen hafta
Hakk’a yürüyen Şevket Demirci Babaya Allah’tan rahmet ve
muhabbet dileriz. Başta Hz. Peygamber’in şefaati, turuk-ı
âliyyenin babası İmam-ı Ali (k.v.) ve (r.a.)
Hazretleri’nin, Evliyaullah hazaratının yüce himmetleri
üzerine olsun. Ruh-ı âlileri şâd olsun. Makamı cennet-i
âlâ olsun. Allah’ın salât u selâmı üzerine olsun.
El-Fatiha.
*************************************************
Niçin
sevmeye can anı ki anda buldu cânânı
Yıkıldı kal’a-i fikrim yapıldı dinim imanım
Çü bildim
vech-i cânânı kamuda sezdim Allah’ı
Fenâyım Hak’da vallahi ne bilim kaldı ne dânım
Buluşdu bir
ten ü bir cân bu mülkü ettiler seyrân
Niyazî’den görünen ol ben ancak ad ile sanım
Yaşadığımız
âlem on sekiz bin âlemden bir âlem, bir cüz olarak ifade
edilmiş: Kainat, dünya, doğa, şehadet alemi... Ne
derseniz artık.
Dünyadaki
fizik / tabiat kanunları uzaydaki bir kara delikte
geçerliliğini kaybedebiliyor! Kara delikteki kanunlar
ise tabiatta geçersiz olabiliyor. Hal böyleyken, nerede
kaldı ki bilmediğimiz ahiret âleminde veya diğer 17,999
âlemde tabiat kanunları geçerlidir, diyebilelim! Mahlûk
olan ateş Halîk’ın emriyle yakar. İbrahim (a.s) vakası
bize gösterdi ki Halîk ne emrederse ateş onu yapar. Buna
rağmen, ateşi mahlûk bilmeyenin ateşe tapıcıdan farkı
kalır mı? Kayadan deve çıkarmak hangi tabiat kanunu
uygulamaktır?! O nedenle, bilimsel bilgi hiç şüphesiz
çok kıymetli olsa da, ilimden ancak bir cüz olduğunu
hatırda tutmak gerekir, naçizane kanımca...
Her şey
çalışır bir sıfatı eyleye mâmur
Sen
cümle sıfat ilini virâna mı geldin
Niyazî-i
Mısrî
Faydasız
ilimden Allah’a sığınan Rasul’ün (sav) “Ben ilmin
şehriyim” sözü ile işaret ettiği ilim, tabiat ilimleri,
uzay ilimleri, fen bilimleri vs. yani ilmin bir cüzzü
değil; künhü, nuru, ledünnü olsa gerek. O halde,
“On sekiz bin âlemin mustafâsı” nın nasıl bir “mustafâ”
olduğunu varın, siz düşünün! O’nun hayret edilesi olması
bu yüzdendir. Yoksa, ayı ikiye böldüğü için değil!
Kainat,
Allah’ın ilmine ve kudretine güzel bir nişandır amma
ancak Allah’ın ilminde ve kudretinde bir cüzdür.
Kainatın şaşılacak bir tarafı yok. Asıl şaşılacak
olan bu muhteşem kainatın Allah’ın ilminde ancak bir cüz
(nokta) olduğudur!
Hakk ilmine bu âlem
bir nüsha imiş ancak
Ol
nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak
“Âlemde
her ne var ise âdemde o mevcuttur. Onun için âdem,
nüshâ-yı kübradır. Gerçi âdem, fizikî yapısı itibariyle
cism-i sagîrdir (küçük bir varlıktır). Ancak gönlü
itibariyle âlemlerden, yedi kat gökyüzünden daha engin
ve sonsuzdur. On sekiz bin âlem, âdemin gönlünde olsa
olsa bir zerre olabilir.”
Ol
noktada gizli nice bin derya
Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak
“Bin
değil; nice binler. Binlerce binler. Bu âlem, o deryadan
bir katre imiş ancak. İçinde bulunduğumuz bu gezegen ve
namütenahi gezegenler, kehkeşânlar, kuyrukluyıldızlar,
vs. bunların hepsi, âdemdeki gizli hazineden birer
katredir. Şimdi bu ifadeye göre âdemin vüs’âtini
(genişliğini), sonsuzluğunu düşünmek lâzım.” Aziz
Mehmet Dumlu (http://www.halveti.net/yeni/Tasavvuf.asp?cid=3&sid=59)
"Kime
dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet
verilene büyük bir hayır verilmiştir. Temiz akıl
sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez." (2-269)
Ey
Niyazî hâl-i aşkı herkese fâş eyleme
Sırr-ı
Hak’dır ana bîgâne haberdâr olmasın
İmam Mûsâ-i
Kazım’dan nakledilen Hadisler:
“Ey Hişam,
Hz. Mesih Aleyhisselam, havarilerine şöyle buyurdu:
Ey kötü
kullar, buğdayın tadına varmak ve lezzetli hale getirmek
için onu temizleyin ve onu yumuşatın; imanın da tadına
varmanız ve meyvesinden yararlanmanız için onu halis ve
kâmil hale getirin. Şu söylediğim bir gerçektir ki,
eğer karanlık bir gecede katran yağı ile yanan bir çıra
bulsanız onun kötü kokusu, ışığından yararlanmanızı
engellemez. Böylece hikmeti de kimde bulursanız
onu alın, o adamın ona rağbetsiz olması size engel
olmamalıdır.”
“Ey Hişam,
hikmeti cahillere öğretmeyin; hikmete zulmetmiş
olursunuz ve onu ehlinden esirgemeyin; onlara cefa etmiş
olursunuz. Ey Hişam, (akılsızların) hikmeti size
bıraktıkları gibi siz de dünyayı onlara bırakın.”
Âdemliğin her kim bulduysa odur âdem
Yoksa görünen suret bir gölge imiş ancak
Çin’de bile
olsa gidip alınacak olan ilim, kimde bulunursa alınacak
olan hikmettir, uzay teknolojisi değil! Buradan bakınca,
tencere tava yapmakla, uzay mekiği yapmak arasında bir
fark yoktur! Çinli’den bile alınacak ilim,
ledündür. Esasen, ehli tevhid, marifet erbabı, hikmet
ehli denen zevat, küfr-ü iman derdinden kurtulmuş
kimselerdir. Her hangi bir itikatla da kayıtlı
kalmazlar. “Hikmeti kimde bulursanız onu alın”
veya “İlim Çin’de bile olsa alın” gibi ifadeler
tasavvufun, hikmetin, marifet erbabının dinler üstü
olduğuna bir işarettir. Din ve ahlak kelimelerini de
sıklıkla yan yana görürüz; ancak din ve ahlak
birbirinden bağımsız iki olgudur. Dinin gayesi güzel
ahlaktır. Ahlak ise dinden bağımsızdır ve dine muhtaç
değildir. Fakat din ahlaksız olmaz. Tasavvufun durumu da
bunun gibidir. Tasavvuf, hikmetleşmek demek olduğuna
göre, hikmetin durumu da tıpkı böyle, yani ahlakın
durumu gibidir. Hikmet erbabı yolda karşımıza hiç
ummadığımız bir “kılıkta” çıkabilir. Allah, onları
dilediği biçimde örter. Kimini Çinli, kimini Portekizli
veya bize uymayan başka bir surette bulabiliriz.
O nedenle;
“Her geceyi kadir, her
gördüğünü Hızır bil!”
Hikâye:
Bana
Hızır'ı göster!..
Kanûni
Sultan Süleyman, Yahya Efendi’yi sık sık ziyaret ederdi.
Yahya
Efendi’nin Hızır Aleyhisselam ile dost olduğunu duyan
padişah, Hızır Aleyhisselamı görmek istiyordu.
Bir gün,
birlikte Boğaz’da kayıkla gezinti yapmaya çıkmışlar.
Yahya Efendi’nin yanında, dergahta iken kendisiyle
sohbet etmekte olduğu güzide bir misafiri de
bulunuyormuş.
Gezinti
sırasında, Yahya Efendi’nin yanındaki misafir,
Kanûni'nin dikkatinden kaçmamış. Kim olduğunu da
soramamış. Misafirin (Hızır Aleyhisselam), kendi
parmağındaki süslü yüzükle ilgilendiğini gördükçe merâkı
büsbütün artmış. Bir ara misafir, padişaha:
“Sultanım! Parmağınızdaki yüzüğünüz çok hoşuma gitti.
Yakından incelememe izin verir misiniz?” diye sormuş.
Padişah da yüzüğü parmağından çıkartıp vermiş. Çok
kıymetli bir yüzük olmasına rağmen, Hızır Aleyhisselam,
hiç kıymeti yokmuş gibi elinde evirip, çevirmiş ve sonra
da kayığın kenarından suların içine bırakıvermiş. Kanûni
hiddetlenmiş, fakat Yahya Efendi'nin hatırını kırmamak
için bir şey de dememiş.
Nihayet
sahile yanaşmışlar. Tam inmeye hazırlandıkları sırada.
Yahya Efendi'nin misafiri olan zat, elini suyun içine
sokarak, daha önce denize fırlattığı yüzüğü almış ve bir
avuç su ile birlikte padişaha uzatarak:
“Hünkârım, buyurun yüzüğünüzü!” demiş.
Padişah
elini uzattığında ortalıkta ne misafirden bir eser
vardır, ne de bir iz! Bir anda kaybolur. Kanûni, avucunu
açınca ışıl ışıl parlayan yüzüğünü görür, bu misafirin
kim olduğunu anlar. Yahya Efendi'ye, niçin kendisini
daha önce Hızır Aleyhisselam ile tanıştırmadığı için
şikayette bulunmak ister. Yahya Efendi, ellerini yana
açarak:
“O,
kendisini tanıtmak için çok uğraştı, fakat sen oralı
bile olmadın, ben ne yapayım!” der.
***
Yine, bu
hususta Ibn Arabi hazretlerine kulak verelim:
“İnsan-ı
Kamil olmak kolay değil; ancak kâmil bir zatı bulup
elini tutmakla, ona hizmet etmekle kabil olur.
Yüce Hak o
istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt
derekeye düşürür; istidadını yitirir.
Kendini bir
kâmil mürşide teslim et. Sen dahi bir insan ol.
Asıl
kemal, insanlığı belli bir itikada bağlı bilmemektir.
Ama sanılmaya ki: İnsan-ı Kamil mezhepsiz ve itikadsız
bir kişidir. Zira, onun mezhebi ve itikadı, İlâhî
dilekte ve İlâhî emrin varlığındadır. Onların inanışı,
mecazî mezhep ve itikad değildir. Hak erenlerinden
bazısına:
— Hangi
mezheptensin? dendikte:
— Huda
mezhebindenim,dedi.
Bir şiir:
Bütün
mezhepler kaydından beri ol; Tüm yolcuların başta
gideni ol.
Bazı
büyüklere şöyle sordular:
—
Anlatıldığına göre, irfan sahibi özel bir inanışa bağlı
kalmaz; lâkin halka uyar bir şekilde açığa çıkar. Çünkü:
—
«İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.»
Buyurulmuştur. Eğer kalbindekini açığa vursa, onu hemen
öldürürler.
Durum böyle
olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?
Cevap şu
oldu:
— Olmaz.
Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur;
bu itikadının aksine amel izhar eder. Yaptığının yersiz
olduğunu kendisi de bilir. Arif odur ki, hem izhar
ettiği itikat Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı
zıt görünür; ama değildir. İrfan sahibinin çerçevesi
geniştir. Onda iki zıt dahi birleşir; bu zıtlar
zâhirdekilere göre olsa dahi, ona göre zıt olmaz. En iyi
bilen Allah’tır.” (Özün Özü)
Bu zevka
yeler herkes bulmaz anı her nâkes
Eren ana âdemde bir fırka imiş ancak
Kim ol
deme buldu yol vasıl oldu Niyazî ol
Naci denilen fırka bu fırka imiş ancak
Mefûlü
mefâilün mefûlü mefâilün
Adem’de olan esrar bu demde imiş ancak
Bütün
bunlardan bizlerin anlayabileceği, Hz. İnsan makamının
çok yüksek olduğudur. İnsan’dan daha çok hayret edilecek
bir şey yoktur!
O halde,
bizler irfan sahibi Hz. İnsan olmadığımıza göre, bütün
mezhepler kaydından da beri değiliz! “BENim aklım bana
yeter, kimseye ihtiyacım yok BENim ” demeden önce bir
durup düşünmek lazımdır. Hz. İnsan olmadığımıza göre
itikatta bir yol tutmak zorundayızdır.
Peki, nasıl
bir yol tutalım?
Her işin
başı imandır. Allah Celle Celâlühû imanımızı korusun.
Allah’a nasıl iman etmeliyiz, O’nu nasıl bilmeliyiz?
Füsûs’un Nuh bahsinde Hz. Şeyh yine yolumuza ışık
tutuyor:
"...Yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun. Hem
tenzih hem de teşbih edecek olursan, dosdoğru yolda
olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun. İmdi iki
varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu ve (çokluğun
ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu. Eğer
ikileyici isen, teşbihten sakın! Ve eğer bir’leyici
isen, tenzihten sakın! İmdi, sen O değilsin ve sen
O’sun; ve sen O’nu şeylerin ayn’ında kayıtlanmamış ve
kayıtlanmış olarak görürsün. Allahu Teala, “O’nun
benzeri hiç bir şey yoktur” [şura suresi, 42/11] diyerek
tenzih etti; “O, semi ve basir’dir” [şura suresi, 42/11]
diyerek teşbih etti. Ve Allahu Teala, “O’nun benzeri
gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi
[tesniye]; “O, semi ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve
tek kıldı [ifrad]...”
Bundan
gerisi ahlaklı, faydalı, samimi, çalışkan, dürüst,
namuslu insan olarak yaşamaktır. Hz. İbrahim’e
mutluluğun formülünü sormuşlar, şöyle buyurmuş:
“Mutluluk, çalışıp kazanmak, kazancını insanlarla
paylaşmaktır.”
Nice bir
mekr ü hiyel nekbeti Deccal nice bir
Nice bir ey
dini yok mezhebi yok dâl nice bir
Nice bir
adli katil, fitneyi ihya edesin
Beni öldür
sunayım boynumu gel çal nice bir
Hâkim-i
şer’i dahi kendine uydurdun ise
Hâkimin
hükmü yeter fitne ile âl nice bir
Hâzırım ben
hünerin var ise gel görüşelim
Ledün ilmi
okuyan gönlünü gel sal nice bir
Şerr-i
Deccal’ı defi mümkün ola mı söz ile
Mısriyâ var
ise hâlin o yeter kal nice bir
(Hiyel:
Hileler, mekr; Nekbet: Kaza, belâ; Dâl:
Sapık; Adl: Doğruluk; Şer’: Şeriat: Âl:
Hile, düzen; Şer: Kötülük; Defi’: Kovmak;
Kal: Söz)
Niyazî-i
Mısrî hazretleri “Şerr-i Deccal’ı defi mümkün ola mı söz
ile” diyerek devrinin hangi kal ehline
sesleniyor bilemem ama herşeyin her devirde olduğu
malûmunuzdur. Firavun da, deccal de.. Musa da, İsa da...
Dem bu dem! Bakınız, bunların da ötesinde Hz.
Nesîmî bize neler haber veriyor:
(Divanını
“Tasavvuf” bölümünde yayınlıyoruz. İnşallah
faydalanıyorsunuzdur.)
Çalındı
kıyametin nefîri
Ey sağır
işitmedin safîri
Haşrîn günü
geldi uykudan dur
İnanmaz
isen gözünü aç gör
Uykudan
uyan ki mahşer oldu
Gör neçe
zamâne pür-şer oldu
Sûr ünün
işitmedi kulağın
Dayandı bu
köprüden ayağın
Çün
mahrem-i kul kefâ değilsen
Bîgânesen
âşinâ değilsen
Kopdu
kıyâmet kuruldu mîzân
Haşr oldu
inan bulundu Yezdân
Her kimse
ki tanıdı bu cânı
Bir zerreye
saymadı cihânı
(http://www.sufizmveinsan.com/aksam/nesimidivani2.html)
“Kıyamet
koptu, mahşer kuruldu” diyor Allah’ın velisi... Biz
mahşeri, haşrı neşri nasıl tahayyül ediyoruz acaba?!
Elinde kılıçla beklediğimiz Deccal gibi mi?! Kıyamet ne
demektir; dünyanın sonu mu demektir? Son ne demektir?
Görünen eşya Allah’ın Zahir ismi ile göründüğüne göre,
Allah’ın isimlerine de bir son olmadığına göre ne
demektir bunlar? Dağların yürütülmesi ne demektir?
Kıyamet kopunca Zahir ismi sona mı erecektir? Esmanın,
tecelliyatın sonu var mıdır?!
“Malûm
olsun ki Allahü tealanın zâtına ve sıfatına nihayet
olmadığı gibi avalini dediğimiz bu varlıkların da
nihâyeti yoktur. Çünkü avalim dediğimiz bu varlıklar,
Allah'ın isim ve sıfatlarının zuhur ettiği mahaldir.
Öyle ise, zuhur edenin nihayeti olmazsa zuhur mahalli
olan varlıkların da yâni avalimin de sonu olmaz. Nitekim
(o her an bir başka şe'ndedir) mealindeki âyeti kerimede
buyurulduğu gibi Cenab-ı Hak her an bir başka
tecellidedir ve tecellisine nihayet yoktur..”
(http://www.sufizmveinsan.com/aksam/risaleimeryem.html)
Hikâye:
Hz.
Süleyman cinnîlere emreder: “Bana hiç insan eti kemiği
karışmamış topraktan bir çömlek yapıp getirin” Cinnîler
yeryüzünde ne tarafa gittilerse insan izine rastlarlar.
Nihayet aralarından biri der ki: Okyanusların dibine
bakalım, orada belki bulabiliriz”. Okyanusun dibinden
bir avuç toprak alır, çömleği yapar, Hz. Süleyman’a
çorba ikram ederek sunarlar. Sultan, çorbadan daha bir
kaşık almadan bir ses işitilir: “Buyur Ya Süleyman” Hz.
Süleyman cinnîlere “bu konuşan da kimdir?” diye sorar. O
zaman o cinnî durumu açıklar: “Biz hiçbir yerde insan
eti kemiği karışmamış toprak bulamadık. Olsa olsa
okyanusun dibinde vardır deyip oradan aldığımız toprakla
bu çömleği yaptık. Ama meğer orada bile insan eti
karışmamış toprak yokmuş!” Rivâyete göre bu olay üzerine
Hz. Süleyman “hayatın başlangıcı yok ki sonu olsun”
demiş!
***
“Allah
tuzak kuranların en hayırlısıdır!”
Geride
bıraktığımız yüzyılda insanlık hippilikten pankçılığa,
pozitivizmden komünizme pek çok akım ve izme sahne oldu.
Bilim, teknoloji vasıtasıyla konforu evlerimizin,
hatta, örneğin elektrikli battaniye ile
yataklarımızın içine kadar getirirken, diğer yandan
bizleri doğayı gözlemlemekten, tefekkürden, dostluktan,
sabırdan, Hakk’a yönelmekten alıkoydu.Giderayak herşeyi
evimizin içinden dışarı çıkmaya bile gerek kalmadan
ekran başında belgesel izleyerek öğrenmeye başladık.
Herşeyin aslından uzaklaştık, resme daldık. “Asıl”
dediğimiz aslında “suret” olduğuna göre demekki suretten
bile mahrum kaldık! “Marketing” (pazarlama) ve acımasız
rekabet insanı mükemmeliyetçi yaptı. Hata kabul etmez
olduk. Hata olmaz ise neye sabredeceğiz, nasıl
olgunlaşacağız bunu hiç düşünmedik. Bilimin onaylamadığı
her şeye kuşku ile baktık. Tek söz bilim adamlarınındı.
Onların her dediğine iman ettik. Pozitivist bilim bir
şeye “yanlış” dediğinde, o şeyden hemen uzaklaştık. Hem
de hiç düşünmeden, imanla, itaatle, kat’iyetle, tam bir
sadakatle. Ne de olsa koskoca bilim adamlarının
bildiklerini bizler bilemezdik ve onların bildikleri
yüzde yüz doğru idi. Böylece, bilim adamları âdetâ
modern zamanların peygamberleri oldular. Asıl
peygamberlerin ise hiçbir zaman işleri bu kadar kolay
olmamıştı! Heyhat! Kimse onlara bu kadar kolay
inanmamıştı. Pek azı hariç kimse onlara “Sizin
bildiklerinizi bizler bilemeyiz” dememişti. Onca
mucizeye rağmen! Anlayamadıkları ilmi büyücülükle
yaftalayıp, onlardan uzaklaşmalarının hatta
öldürmelerinin en önemli sebebi peygamberlerin verdiği
öğütlerin nefislerinin işine gelmemesidir! Kim tıkabasa
yiyip içecek? Kim dedikodu yapacak? Kim kasım kasım
kasılıp övünecek? O nedenle, “nâsın” konfor getirene
sorgulamasız teslim olmasına şaşırmamak lazım. Çünkü
konfor nefsi besler! Peygamberlerin yolu ise nefsi
beslemeye değil, terbiye etmeye dayalı olduğundan konfor
da zedelenir haliyle. Yanlış anlaşılmasın,
peygamberlerin yolu dünyaya hepten sırtını dönmek de
değildir. Onların yolu medenî olmaktır. Dünyayı mamûr
hale getirecek, medeniyetler kuracak olan elbetteki
insan olduğuna göre dünyadan kaçış da yoktur. Ancak
amaç ten beslemek değil, tendeki cânı bulmak
olduğundan, medenîleşirken nefis terbiyesini önde
tutmak, dünya zevklerine delice paçayı kaptırmamak
esastır! Konforu medeniyet sanan bugünkü tüketim toplumu
ise sadece yiyip içmesini, gezip tozmasını düşünerek
dünya medeniyetine değil, dünya ekonomisine katkıda
bulunmaktadır sadece. Geniş halk yığınlarının bilime
olan sözde inanç ve güvenleri bilimden çok da birşey
anladıklarından değil; işlerine ve rahatlarına
geldiğindendir. Şu da var ki; büyük bir özveriyle
insanlık için çalışan bilim adamlarının nasıl
algılandığı onları töhmet altında bırakmaz, yaptıkları
işin değerini düşürmez. Allah hepsinden razı olsun.
Hepsine saygımız sonsuzdur. Ne şekilde algılandıkları
ise ayrı bir olgu ve hakikâttir.
Sonuç
olarak bunca konfor, bilime bunca teslimiyet ve iman,
insanoğlunu bir türlü iç huzura ve mutluluğu
kavuşturamadı! “Dış” ve “dışsallık” insana yetmedi.
İşte, tam
böyle bir süreçte, bir çeşit “bilimsel mistisizm”
denebilecek din-bilim sentezi yaklaşımlar, bu katı
bilimci anlayışın kırılması ve bilim ile yoğrulmuş
insanın irfanı yeniden keşfi için önemli bir köşe taşı,
yeni bir dalga, bir geçiş, alınması gereken bir viraj ve
fırsatmış gibi geliyor insana. Hakim görüşün akılcılık
ve bilimsellik olduğu bir dünyada bu tür bilim-din
sentezlemelerini Allah’ın kullarına bir lutfu, rahmeti
olarak kabul etmek lazım galiba. Aksi takdirde,
özellikle akıllı ve eğitimli insan materyalist bilim
anlayışına teslim olmaktan kurtulamıyor! Öyleyse, bu
sentezleme hizmetini verenlerden de Allah razı olsun!
Ama biz yine de bilelim ki, bilimsel verilere göre şerri
hükümleri yorumlamak hüner değil, hakikât ilmi değil,
hele hele marifet hiç değil; en fazla bir nevi zahir
ilmidir!
Mescide
varmak ile zevke ereydi zâhid
Kılmazdı
dâvayı ol bu kıl u kal içinde
Mescid ü
meyhaneyi fark eylemem zâhida
Göründüm
ise ne var ha ile dâl içinde
Ver
serini Niyazî sırrını verme yâde
Nâdâna
sırrın veren kalır vebâl içinde
Evliyâ
demiştir ki: Şeriat teni, tarikat (tasavvuf) canı
temizler. Abdest suyu ten, gözyaşı ise cân içindir.
İç temizlenmeden hakikâte varılmaz. Hiç
pozitivizmden, “ektiğini biçersin”den ledün doğar
mı?! Akıl var, mantık var! O hikmet değil midir
bir kılıç darbesiyle sapasağlam gemiyi delen? Akıl ise
gemiyi deldirmek istemez doğal olarak. Aklı olan gemisi
sağlam dursun ister. Hikmet ise gemiyi delmekle de
kalmaz, bir de üstüne çocuğu, o günahsız, o tertemiz
canı öldürüverir! Akıl ve şeriat bu işlere şaşar kalır!
O nedenle şerri hükümlere bilimsel izahlar getirmek ile
Hz. İnsan manasına erilemeyeceğini bilmek lazım. Hem de
“dış” değişkendir, arızîdir. Önemli olan içi bulmaktır.
“Çıktım erik dalına / Anda yedim üzümü” (Yunus)
Her kavme
gelen şeriat birbirinden az çok farklı olmuştur.
Örneğin, Musa kavminin Cumartesi yasakları var idi. Bu
yasaklar şeriattır ve onlar için geçerlidir;
değişkendir, zamana ve geldiği kavme göredir. Nitekim
Kur’an’ı Kerim her kavme uyarıcı gönderildiğini
bildirir. Esas ve gaye “dış”, “şeriat”, “zahir” olsa
idi, Hızır Aleyhisselâmı şeriatın babası sayılan Hz.
Musa’nın yetiştirmesi gerekirdi. Ama ilim öğrenmek üzere
Hz. Musa’nın Hızır’a gönderildiğini unutmamak ve bunu
çok iyi anlamak gerekir. Şeriat, ancak üzerinde
yürünecek bir yoldur, tapılacak değil! İş tapmaya
dönerse, elde edilecek olan din yobazlığından başka
birşey olmaz. “Dinde
aşırı
gitmekten sakının. Çünkü sizden
öncekiler dinde
aşırı
gittikleri için helâk oldular.”
(Hadis) Muhakkak ki en mükemmel şeriat Hâtemün
Nebînin (s.a.v) şeriatıdır. Fakat şeriatı dinin yegane
gayesi zannederek hayatı ve var oluşu anlama gayretinde
sadece şerri hükümlerde kalacak olursak asıl gaye olan
marifetullahtan uzak düşeriz. Afrika’da, Sibirya’da,
Çin’in gettolarında, Brezilya’da dünyadan, İslam’dan,
şeriatten bihaber olan, peygamberi ve ona bildirileni
hayatında hiç duymamış, ama oralarda doğup büyüdüğu için
oraların inanç ve âdetiyle yetişmiş, yaşamış ve ölmüş
kulların günahı nedir? sorusuna da “Allah bilir” dışında
bir cevap veremeyiz. Dinin salt şeriat ile sınırlanması
kimilerinin “Allah sadece Ortadoğu’daki kullarına mı
lütûfkâr?” eleştirisine ve eğer öyleyse “Allah sadece
Ortadoğu’nun ilâhı mı?” saçmasına yol açabilmektedir,
haklı olarak. (http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/insantanrilar.html)
Hiç şüphesiz Allah herkesin, doğulunun, batılının,
Afrikalı’nın, Eskimo’nun, zencinin, alimin, cahilin,
hepimizin Allah’ıdır. Allah, yetmiş iki milletin
Halîkı ve hepsini alnında çekip götürendir.
“Yetmiş iki milleti bir gözle görmeyen / Şeriatın
evliyası olsa hakikâtte kafirdir.” Edirne’de,
Adana’da değil de, Kudüs’te, Tel Aviv’de Yahudi olarak
doğup yetişse idik, bugün acıyıp üzüldüğümüz Filistinli
kardeşlerimizin eli kanlı katili belki de bizler
olacaktık. “Yahudi olmak mı, Allah korusun!” diyorsanız,
biliniz ki onlar da “Müslüman olmak mı, Allah korusun!”
diyorlardır (Musevileri tenzih ederim!). Elbetteki zulme
rıza zulumdur. Elbetteki mümin müminin kardeşidir; onun
derdiyle dertlenir. Elbetteki biz sadece müminlerin de
değil, her mazlumun ve her haklının yanında olmalıyız.
Fakat, zıtları aşmadan /birleştirmeden marifetullah
bulunamayacağını marifet sevdalılarının da böylece görüp
düşünmesi gerekir! “Yüzünü hürmüz'e tutmuş, kuyruğun
firenge atmış / Yeri götren sarı öküz, yüz on dört bin
yaşındadır” (Yunus) Dünyanın yarısı gündüz iken,
diğer yarısı gecedir. Yarısı yazda iken, yarısı
kıştadır. Felek dönmededir. Bu döngüden hakkıyla ibret
almalıdır.
Devrân odur
kim devrini devr-i felek bilmez ola
İnsân
odur kim
sırrını ins ü melek
bilmez
ola.
Niyâzî-i
Mısrî
Sadede
gelirsek: Din bilim sentezi bir yere kadar iyidir. Akla
ve bilime tapılan anlayışlarda bu putun kırılması için
faydalıdır. Altı aylık bebeğe emeklemeye başladığı vakit
“aferin” denir. Fakat üç yaşına geldiğinde hâlâ
emekliyorsa artık ona aferin denmez, “kalk, artık yürü”
denir.
Allah
Tealâ bizleri de kıyam edenler zümresine ilhak eylesin.
Yâ Kayyûm!
Yâ Hû!
***
Okuma:
http://www.sufizmveinsan.com/konuk/kendinibilmek3.html
Okuma:
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=114
“Resulullah Efendimiz: “Hikmet,
müminin kaybıdır” buyurur. Onun için, ezelde
Allah’ın cemaline mazhar olmuş olanlar hikmet sahibi
olurlar ve bu kimseler dünyaya geldikleri zaman dünyanın
icaplarıyla karışarak o hikmeti unutur gibi olurlarsa
da, bir mürşit ile karşılaşınca onu hatırlayarak
uyanırlar. Hangi mezhep, hangi dinden olurlarsa olsun,
hikmete mazhar olan onu bulur. Fakat bulmayan da,
sarıklı hoca veya şeyh, ne olursa olsun bulamaz.
Ey
kardeş! Allah’ın hikmeti senin ruhuna iz’anına akıp
durmaktadır. Ancak sana akan bu hikmet kamil insanların
varlığı nurundan, onların yataklarından akar.
İnsan
Elest aleminden buraya gelmekle o hikmet Yusuf’unu
kaybetti ve dünyaya onu aramaya geldi. Sen de ezelde
kaybettiğin Yusuf’u, gayret eder bulursan Ken’an’a
erersin.”
Cemalnur Sargut
Kitap Tavsiyesi:
http://www.kitapalemi.com/25854-kuran_i_kerim_ve_tabiat_ilimleri.kitap |