19
Mayıs 2009
Nuriye Akman'ın, Mahmud Erol Kılıç ile günümüzde
Tasavvuf ve Tarikatler üzerine yaptığı söyleşi
Mahmud Erol KILIÇ (Prof. Dr.);
İstanbul'da doğdu. Sırasıyla Hırkaişerîf İlkokulu, Vefa
Lisesi ve İstanbul Üniversitesi'nde öğrenim gördü.
Ayrıca bazı alimlerden klasik tarzda dersler okudu ve
bazı sufi üstadların özel derslerine devam ederek
kendini geliştirdi. Yani hem mektepli ve hem de alaylı
oldu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olduktan
sonra bir müddet yurtdışında araştırmalarda bulundu.
Lisans sonrası çalışmalarını genel olarak manevî
ilimlerde özel olarak da İslam Tasavvufu alanında
yoğunlaştırdı. 1988'de asistan olarak göreve başladığı
İslam Felsefesi Anabilim dalında "İslam Kaynakları
Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce" isimli yüksek
lisans tezini hazırladı. Türkiye Üniversitelerinde
"Tasavvuf Anabilim Dalı"nın kuruluşunun ardından bu
anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi sayılan "İbn
Arabi'de Varlık ve Mertebeleri" isimli tezini
savundu. Türkçe ve yabancı dillerde bir çok ansiklopedi
ve dergilerde sahasıyla ilgili makaleleri yayınlandı.
Tasavvuf düşüncesi merkezli uluslararası konferanslarda
tebliğler sundu, radyo ve televizyon programlarına
katıldı. Türkiye Yazarlar Birliği 2004 yılında Sufi ve
Şiir isimli kitabını inceleme-araştırma dalında yılın
kitabı seçti. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf
Bilim Dalı Başkanı olan Prof. KILIÇ ayrıca
İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin
başkanıdır. Bunun yanısıra merkezi Oxford’ta bulunan
Muhyiddin Ibn Arabi Societynin şeref üyesi,
Islamic Manuscript Association(TIMA)'nın da yönetim
kurulu başkanıdır. Evli ve iki çocuk babasıdır.
İngilizce, Arapça, Farsça ve Fransızca bilmektedir.
Eserlerinden Bazıları:
* Sûfi ve
Şiir: Osmanlı Sufi Şiirinin Poetikası., İnsan Yayınları,
6. bsk. İstanbul, 2005
* İslam
Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce,
(Basılmamış Y. L. Tezi)
MÜSBE.,
İstanbul,1989
* Muhyiddin
İbn Arabi'de Varlık ve Varlık Mertebeleri, (Basılmamış
Dr. Tezi) MÜSBE.,
İstanbul
1995
(Kaynak:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mahmut_Erol_K%C4%B1l%C4%B1%C3%A7)
“Didişmek bize enerji kaybettiriyor!”
...
Türkiye'nin tarikatlar açısından hakiki bir fotoğrafını
çizmek, tasavvufun geleneksel çizgisinden ayrılıp
şirketleşen, iktidara talip olan oluşumlara, çürümenin,
yozlaşmanın izlerine bakmak mümkün müdür diye düşündüm.
Sorularımı yönelteceğim bir akil adam arayışım beni
Marmara Üniversitesi hocalarından ve Türk İslam Eserleri
Müzesi Başkanı Mahmud Erol Kılıç'a götürdü. Kendisi bir
bilim insanı olarak aktüel konularda değil daha teorik,
daha filozofik düzeyde konuşmayı seviyordu. Kendisinden
sap ile samanın karıştığı, kavramların tepetaklak olduğu
bir zamanda bu dikey üslubu mümkün olduğunca bırakmasını
rica ettim. Sağ olsun beni kırmadı. Konuştukça açıldık.
Ben kendi adıma çok faydalandım. Bu yüzden söyleşimizi
sizlerle paylaşacağım.
NURİYE AKMAN
İsmailağa Camii cinayetlerinden sonra yasaklanmış birer
faaliyet olarak tarikatlar nasıl görünüyor size?
Her
şeyden evvel bir faaliyetin kanunla yasaklanmış olması,
fakat bu yasaklanan faaliyetin insan denen varlığın iç
yapısıyla çok sıcak bir bağ ile bağlı olması bir açmazı
da beraberinde getiriyor. Bu paradoksu aşarak bu konular
üzerinde sağlıklı ve soğukkanlı bir değerlendirme yapmak
çok zor. Her şey toz duman. Tarikat denen oluşumlar bir
spor ya da hobi kulübü gibi değerlendiriliyor. O
derneğin kapısına kilit vurduğum anda derneğin
mensupları dağılır giderler ve bu dernek de kapanır.
Tarikat gerçeğinin insan hayatına sunduğu anlam
haritaları bunlardan çok öte şeylerdir. Bütün dünya
inançlarında ve felsefelerinde mevcut olan bir yapıdır
bu. En geniş anlamıyla tarikat herhangi bir düşüncenin,
dinin, felsefenin iç katmanlarına, temel görüşlerinin
hakikatine ermek için izlenecek yol demektir. Sufi din
felsefesinde dinler dört mertebede ele alınırlar.
Birincisi şeriat mertebesidir ki formel, dışsal olan ilk
düzeyi belirler. Aslında sadece
dinler değil bütün düşünce sistemleri de bu dört katlı
yapıdadırlar. Mesela madem illa aktüel sahada
konuşalım diyorsunuz; bizim ülkemizdeki birçok
ideolojinin -buna Kemalizm de dahil- şeriatçı
olduklarını söylersem ne dersiniz?
Ooo! Şeriatçı Kemalistler. Sıkı bir paradoks oldu derim!
Her
ideolojinin normatif tarafı ve iç katmanları vardır.
Bugün Türkiye'de belirli bir ideolojiyi izleyenler,
ister Kemalist, ister İslamcı olsunlar, her ikisi de
'şeriat' düzeyinde kalmışlardır. İkisi de birbirlerine
hukuk dayatırlar, norma dayalı faaliyet yaparlar. Gönle
hitap etmezler. Hukuki dayatmayla kendilerine katılmayı
sağlamaya çalışırlar. Bu yüzden Türkiye'deki çatışma bir
bakıma "şeriatçılar" arası çatışmadır.
Türkiye'nin sağcısı da solcusu da "şeriatçı" ise ülkenin
kurtuluşunu herkesin kendi görüşünde derinleşmesinde
arıyor olmalısınız...
Evet, bu da vakit alacak bir süreç. Kalitenin ve
seviyenin artmasıyla bu yol açılacaktır. Türkiye'de hiç
kimse ideolojisinde derinleşmemiştir. Buna maalesef
günümüz dindarları da dahildir, diğer ideoloji
mensupları da. Düşüncenin katmanları arasında arkeoloji
yaparak ana prensiplere, altta yatan gayeye ulaşma
çabası sarf edilmemektedir.
Birliğin tohumları derinlerdedir. Yüzeyde ise ayrılık ve
gayrılık vardır. Dışta ne kadar birbirlerine ters olursa
olsunlar içte birçok görüş birbirlerine yaklaşmaktadır.
Mesela en radikal Marksist sol ideolojinin derininde
yatan düşünce "insanlar arasında sömürüye, zulme,
ayrımcılığa son vermek" değil midir? Milliyetçi sağ
söylemin derininde yatan "vatan" duygusu değil midir?
Radikal İslamcının görüşlerinin derinlerinde "insanları
toplumsal ve bireysel günahlardan uzaklaştırmak" yatmaz
mı? Kemalist'in felsefesi "muasır medeniyet seviyesine
çıkmak" değil midir? Derin manada bunların hepsi sizce
bir yerlerde örtüşmüyor mu? O zaman bunların
beraberliğinden müthiş bir sinerji yaratmanın
"yollarını" aramak lazım gelmez mi? Didişmek bize enerji
kaybettiriyor ve bu da Türkiye'nin düşmanlarının işine
yarıyor.
Bu sinerjinin işaretlerini görüyor musunuz, yoksa bu bir
ütopya mı?
Ben
şahsen bu toprakların maneviyat mirasının Türkiye'de
müthiş bir sinerji yakalayacağına, sağ sol, Alevi-Sünni,
Kürt-Türk vs. türü kamplaşmaların önüne geçeceğine
kaniyim. Bir örnek vereyim. Pazar günleri bazen çıkar,
tezgahlardaki ikinci el kitaplara bakarım. Bir hafta bir
tezgahta görmüş olduğum küçük bir kitabı satın aldım.
Devrimci Marşlar kitabı. Bir sol militan grubunun
marşları. Karıştırıyorsunuz, ilk sayfalarda
Enternasyonel Marşı, diğer marşlar filan. Kitapçığın
yarısı bu tür militan ve ideolojik marşlar. İkinci
bölümüne geldiğimiz zaman Nesimi, Pir Sultan, Hatayi,
Yunus Emre'den deyişler görmekteyiz.
Bu figürler Anadolu sufileri?..
Evet. Birkaç hafta sonra bir başka kitapçık buldum. O da
ülkücü gençlerin marş kitabı. Birinci sayfada İstiklal
Marşı, ardından Çırpınırdı Karadeniz ve bunun gibi
marşlar. İkinci bölümde yine Yunus Emre, Mevlânâ'yı
görmekteyiz. Daha sonra İslamcı gençlerin marş kitabı
elime geçmez mi? Dağa taşa, kuşların gözbebeğine hak yol
İslam yazacağız marşları filan. En arkada ilahiler
olarak bizim tasavvuf büyüklerimizden alınmış aynı
sözleri görmekteyiz. Bakınız ülkemizin üç ayrı,
birbirine sırtını dönmüş gençlik grubu arka sayfalarda
bir yerlerde birleşiyor. Bu çok büyük bir imkandır. Ama
maalesef bunun farkında değiliz. Bu yüzden ayrışmaya
doğru gitmekteyiz. Bir
toplum birleştirici unsurlarını öne çıkarmadığı sürece
ayrılıkların, ihtilafların sonu gelmez. Sonra
bu türlü parçalanmayı silah kuvvetiyle bir araya
getirmek de mümkün olmaz hale gelir. Gönüllere
girilmediği sürece bu asla olmaz.
Şeriattan tarikata yani ikinci mertebeye geçiş nasıl
oluyor?
Bir
daire düşünün. O dairenin dış çemberi onun fiziki
yapısını, yani şeriatını belirliyor. Oradan merkeze
giden bir iç çizgi var. O çizginin adı "yol". Arapçası
"tarik". Yoldan geçerek merkeze varılıyor. Merkezin
adına da "hakikat" ve "marifet" deniyor. Geleneksel
tasavvufi anlayışta esas olan hakikat ve marifettir.
Yani meselenin bilgi ve oluş boyutu. Şeriat ve tarikatın
her ikisi de izafidir, yani değişkendir, arızidir,
mutlak değildir. Binektir, vasıtadır bunlar. Gaye bu
araçlara binerek o padişahın sarayına, merkeze
varabilmektir. Yunus, bunu bir dizesinde ne güzel
açıklar: "Şeriat tarikat yoldur varana - [Fakat] hakikat
marifet ondan içeru". Bu süreç her yerde görülen
evrensel bir süreçtir. Cevizin
kabuğu yenmez, içi yenir. Ama yenecek bir ceviz içine de
kabuğundan ulaşılır. Edebiyatta, sanatta dahi bu
evrensel prensipler geçerlidir. Bir romanın metni ile
onun anlam katmanı arasındaki irtibata, yola hermenötik
ilmi bakar ki bu da o ilmin "tariki" olmuş olur.
Binek dediğiniz şey insan tarikat olayında. O zaman da
şeyh Tanrı'nın yerini mi alıyor, O'na eş mi koşuluyor
soruları cevap bekliyor modern insanın zihninde.
Zaten yeryüzünde Tanrı
bizatihi Tanrı olarak kimsenin karşısına çıkmış değil.
İnsan "Tanrı" tecrübesini dahi yine bir insan
üzerinden yaşadı. Bir Tanrı elçisine inandı,
Tanrı'ya inanmış oldu. O insanı inkar etti Allah'ı
inkar etmiş oldu.
Allah yeryüzü planında insan üzerinden bilinir,
tanınır. İnsanı tanımayan Rabb'i tanıyamaz...
Şimdi sağlıklı temsilcilerin oluşabilmesi için bazı
yapıların kendilerini tam olarak ifade edebilmeleri
gerekir. Tarikatlar yasaklanınca denetimi yapılamaz hale
gelmişlerdir. Üstelik yasaklandıkları zaman bu vakanın
ortadan kalkmadığı da görülmektedir.
Taşları bağlayıp köpekleri
salıverme diye Anadolu tabiri burada kendini gösteriyor.
Yani mümkün olabilen doğrusu bağlanınca sahtekarının
yolu açılmış oluyor. Siz bugün herhangi bir camiye imam
hatta müezzin olmak isteseniz olamazsınız. Birçok
kuralı, imtihanı, onaylanma mercii vardır. Ama siz şeyh
olmak isterseniz buna bir engel yok. Siz ben şeyhim
dediğiniz anda şeyhsinizdir bugün. Hemen iki üç de mürit
bulursunuz..
Önüne gelenin kendini şeyh ilan etmesi, tarikatlar
yasaklandığı için mi yani?
Tabii ki tek sebep bu değil. Bazı sorunlar buradan
kaynaklanıyor. Diğer bazıları da o yapıların
kendilerinden. Bakınız tarikatların ilgasına yani 30
Kasım 1925'e kadar bütün tarikat yapıları Meclis-i
Meşayih tarafından denetlenmekteydiler. O tarihte
İstanbul'un nüfusu altı yüz bin civarındayken aktif
kayıtlı üç yüz elli küsur dergah vardı. Yirmi
civarındaki de hane-dergah dediğimiz, yani kayda
geçmemiş konak-dergahları da buna katarsak dört yüz
civarında dergahın olduğu bir şehirdi İstanbul.
E
haliyle nerede çokluk orada problem...
Tabii ki, insanın olduğu her yerde problem de vardır.
Ama Meclis-i Meşayih bu ihtilafların çözüm yeriydi. En
kıdemli şeyhin başkanlığında seçimle bir araya gelirdi.
Günümüze geldiğimizde ise bunların bazısı yeraltına
indi, bazısı da ehil olmayan insanlar eline geçti.
Tarikat çift taraflı bir bıçaktır. İyi kullanılırsa bir
cihan imparatorluğunu yaratan bir ocak haline de
gelebilir. Selçuklu, Osmanlı, Safevi, Babürşah
devletlerinde olduğu gibi. Ama öbür taraftan eğer doğru
bir şekilde kullanılamazsa aynı derecede de çok
tehlikeli bir olgu haline de gelebilir.
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan mıdır sorusunun tam
zamanı...
Bütün geleneksel eğitim felsefelerinde bir bilen ile
eğitim görme anlayışı vardır. Bu sadece İslam'a özgü
değildir. Siz Platon'un Akademya'sına gider, onun
talebesi olursunuz. Pisagor'un derslerine katılır, onun
şakirdi olursunuz. Bir
mürebbiyi, bir öğretmeni, birisinden bir şeyi öğrenmeyi
reddetmek bilgide anarşi ve kaos yaratmaktır.
Şeyhin geleneksel dünyadaki anlamı size manevi konuları
öğreten kişi demektir. Bir insan-ı kamil bulasın ki o
kamil sana seni tanıta demişlerdir.
Bakınız, insan-ı kamil size
kendisini tanıtmıyor. Bu kamil size yine sizde olanı
tanıtıyor.
Geleneksel eğitim anlayışında bir kişinin kendisini
tanıyabilmesi için dışarıdan birisinin ona kendini
görsün diye ayna tutması gerekir. Buna cemal cemale
karşı denir. İşte bu noktada demişlerdir ki bir
öğretmeni kabullenmeyen kişi kendi hodbin nefsini
öğretmen almış olur. Nefs de şeytandandır. Nefsin
öğreteceği şeyler de dolayısı ile şeytani şeyler
olacaktır. Bunun manası budur.
Bir şeyhe bağlılık özgür düşünmeyi engeller mi?
Bütün eğitim felsefelerinde öğretmene empati duyma,
öğretmenin halini giyme, öğretmenden hal transfer etme
pratiği vardır. Eğitimde etkili yöntemlerdendir. Bugün
bırakınız tarikatı, siz bir sinema rejisörü olacaksanız
eğer, falanca rejinin sehpasını, kamerasını taşırsınız
yıllarca. Ona hizmet etmek suretiyle, yani kamerasını,
sehpasını taşıyarak setlerde uzun yıllar geçirmek
suretiyle siz orada eğitilirsiniz aslında. Ne demek
efendim gitsin kendisi bir adam bulsun taşıttırsın,
diyebilirsiniz. Onu söylerseniz de siz ondan eğitim
alamazsınız. Bu aslında bütün sistemlerde vardır.
Ama reji, reji değilse yandın.
Ama şeyhle ilişki teneşirdeki ölüye benzer. Modern
dünyanın bunu kabulünü bekleyebilir misiniz?
Evet
bu öğretiye göre gerçek bir mürit iyi bir eğitim almak
istiyorsa ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi bir
mürşide teslim olmak zorundadır. Modernlerin kabul
edemediği hususlar bunlar. Bu, geleneksel eğitim
metotlarında olan bir şeydir.
Tarikat mensubiyeti bireyselliği öldürmez mi yani?
Siz
nesiniz, siz kimsiniz? Zaten kişi kim olduğunu anlamak
için giriyor oraya. Kim
olduğunu anlamanın birinci yolu benlikten geçmektir.
Siz o meydana benlikle beraber giriyorsanız size bir şey
öğretilmez. Taptuk Emre'nin kapısını çaldığı
zaman Yunus Emre'ye önce odun taşıttılar. Ne demektir o?
Dışarıda bırak benliği, öyle içeri gir demektir. Odun
taşımak, ona hakaret etmek, küçümsemek veya ekonomik
anlamda burada bir ameleye ihtiyacımız var anlamına
gelmez. Burada bir kişisel gelişim eğitimi vardır.
Mesela biz erkekler tıraş oluruz. Tıraş aslında çok
tehlikeli bir eylemdir. Bir berbere gideriz, berber
koltuğuna otururuz. Hiç gık çıkarmadan berber eline
jilet denen çok kesici bir aleti alır ve gırtlağımızın
üzerinde dolanır. En ufak bir hareketi ile bizim
hayatımız gider. Hiçbirimiz bir
laf söylemeden, ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi
berberin sahasındaki otoritesine teslim oluruz. O
da sanatını üzerimizde icra eder. Fakat biz dersek ki,
hey berber ne yapıyorsun, öyle yapma, böyle yapma.
Berber kulağımızdan tuttuğu gibi git defol, başka bir
yer bul der. Yalnız burada bir problem vardır. O da
şudur, tıraş olmak istiyorsanız, berberin önüne oturmak
zorundasınız. Eğer hakiki bir
berberin önüne oturmazsanız orada problem olur. Kasapta
tıraş olunmaz. İşte ölünün ölü yıkayıcısına
teslim olması hadisesi herkese göre değildir. Herkese
teslim olunmaz. Onun için tasavvufta Gazali der ki:
'Gerçek kamili buluncaya kadar
şüphe esastır.' Şüphe edeceksiniz, neden, niçin.
Ama kamili bulduktan sonraki
şüphe kemale manidir. Perdeli kalmaya mahkumiyettir.
İşin hakikatini bilenler ortadan kalktığı için mi hikmet
arayanlar tüccarların eline düşüyor?
Doğrudur. Ehil olmayanların eline düştüğü için. Oysa
bunlar Antik Yunan'ın felsefe okulları gibi veyahut
Hindistan'ın bilgelik okulları gibi çalışabiliyorlardı
eskiden. Buralardan yüksek kültür ve sanat erbabı
yetişebiliyordu. Yüksek ahlak,
irfan ve terbiye bir medeniyetin en önemli yapı
taşlarıdır. Şimdiki halimizi görüyorsunuz. Alternatif
olarak bu değerlere muadil değerler üretebildik mi?
Bunun sonucunda da insan kalitemiz çok bozuldu.
Bu insan kalitemizin bozulmasını maalesef sorumlularımız
göremiyorlar. Bunun turizmde, ekonomide, ihracatta ne
gibi negatif tesirleri olduğunu, bizlere neler
kaybettirmeye başladığını rakamlar vermeye başlayınca
belki anlayacaklar...
Bir tarikatın iyi ya da kötü olduğunun ölçüsü nedir?
Böyle bir eğitim anlayışını kendi iç felsefesine göre
tanımlarsanız, yani nefs basamaklarında ilerlemek
suretiyle ortaya iyi bir insan, kamil bir insan çıkarmak
düşüncesi var ise buna kim kötüdür diyebilir? Ayrıca
bunun pratik olarak incelenmesi de mümkündür.
Mesela mahkeme kayıtlarına
bakılır ve kaç tarikat mensubu cinayet, hırsızlık,
uyuşturucu ticareti, hakka tecavüz vb. gibi suçlardan
ispatlanmış cezalar almış ise ortaya bir istatistik
konabilir. Ancak o zaman bilimsel olarak ortada
"kötü vatandaş" üreten bir yapı var, hükmüne
varabiliriz.
Ya şirketleşmek, ticarete el atmak, bankası olmak,
tencere tava satmak. Bunlar da tarikatın saflığı ile
ilgili bir gösterge değil midir?
Bu
saydığınız faaliyetler tasavvufi düşünce içerisinde de
bir tür bid'attir. Ben size şablonu koyayım, siz
istediğiniz yapıya tatbik edin. Mesela bir şeyh efendi
etrafındaki insanlara, "Bizim gayemiz kendimizi
tanımaktır, dünyanın süsleri geçicidir, aslolan O'nun
rızasını kazanmaktır. O'nun cemalini gördüğünüz zaman
bütün diğer güzellikler gözünüzün önünde silinir"
kabilinden sohbetler yaparak insanları manevi bir
eğitime teşvik ediyor ve kendisi de böyle yaşıyorsa,
bunun yanında siyaset ve ticaret gibi faaliyetlerle
doğrudan ilgilenmiyorsa biz o yapıya "tarikat"
diyebiliriz. Çünkü o yapıda birincil gaye inisiyasyondur
yani seyr-i sülûktur. Seyr-i
sülûk yaptırılan yere tarikat denir. Ben
şeyhim diyen kişinin de kendine müracaat edenlerin
ayaklarını yerden kesip yedi kat semaya çıkıp gezdirecek
güce sahip olması gerekir. Bu da öyle kolay elde
edilecekbir derece değildir. Yani bu işler öyle herkesin
harcı değildir.
Bazen şeyh efendinin vefatından sonra, yerine aynı
maneviyat derecesine sahip olmayan birinin görevi
devraldığı görülüyor.
Bazen şeyh efendi sağlığında aleni olarak "Benden sonra
bu kişi sizlerin velisidir" demek suretiyle bir şahsı
işaret edebilir. Bu durumda ihtilaf olmaz. Fakat tıpkı
genetik bilimde olduğu gibi nasıl bazı soylar
kesiliyorsa, maneviyat ocakları da yükseldiği gibi
kesilebilir de. Literatürde
bazı şeyhlerin yüzlerce, binlerce müridi olsa da geriye
maneviyatına vâris olacak bir vekil bırakamadığı çok
örnek olay vardır. Bu durumda geride kalanların
kimisi diyor ki, tarikatının ne olduğu fark etmez, biz
başka bir kamile intisap edelim. Ve ediyorlar, sonuç
olarak o yapı dağılıyor. Muhiddin İbni Arabi gibi büyük
bir düşünür, üç yüz altmış tane şeyhe hizmet ettiğini
söyler. Ama hiçbirisinin tarikatının adını bile
söylemez. Çünkü tarikat adı
önemli değildir. Önemli olan bir kamile hizmet etmektir.
Modernlerde ise isimler, markalar öne çıkmıştır.
Nakşibendi, Kadiri, Bektaşi, Mevlevi, Alevi vs. Bunların
hepsi adeta futbol takımı tutmak gibi bir hale
gelmiştir. O şeyhin yerine kimseyi bırakmaması durumunda
şöyle bir şey de oluşabiliyor. Tamam, şeyhimiz birisini
bırakmadı. Ama içimizde birisi var. Bu alim bir insan.
Dini biraz biliyor. Biz de şu kadar adamız. Bunlara
yazık günah değil mi... İçimizde şu kişi, Allah kelamını
iyi bilir. Hocaefendi konumundadır diyerek o kişinin
etrafında toplanmaya başlıyorlar.
Peki ya benliği yok edelim diye yola çıkıp da benliğin
bu kadar parlaması, bizim şu kadar müridimiz var, herkes
bize gelir demeler, gel bize katıl diye davet etmeler...
Bunlar bizzat tasavvufun kendi felsefesine tezattır.
Benlik göstergesidir.
'Ene'den geçmeden kimse şeyh olamazdı eskiden.
Davet etme yoktur işin
aslında.
O
kişi alim olabilir; ama alim olmak ile şeyh olmak farklı
kategoriler değil midir?
Tamamen farklıdır. Alim
olmak dinin zahirini bilmek veya dinle ilgili bazı
bilgilere sahip olmak demektir. Ama şeyh olmak, bir
manevi ilhama sahip olmak, bir manevi silsilenin
içerisinden geliyor olmaktır.
Peygamber'in zahiri ilminin vârisleri fakihlerdir, İslam
hukukçularıdır, alimlerdir. Ama Peygamber'in bir de
manevi ilmi vardır. İşte tasavvuf mektepleri içinden
kamiller, Peygamber'in manevi vârisleri olarak ortaya
çıkar. Şimdi bu alim kişi o tarikatın mensupları ile
ilgilenmeye başlıyor. Ve ortaya
bir cemaat çıkıyor. Şimdi bu yapı artık tarikat
değildir. Çünkü artık ortada seyr-i sülûk yoktur.
Bugün tarikat denilen yapıların birçoğu tarikat değil,
cemaat o zaman.
Aynen.
Üçüncü merhalede diyelim ki o alim kişi vaazlar eder.
Yani dinin şeriatıyla ilgili konuşur, din sohbetleri
yapar. Bir siyasi parti kuralım, bir fabrika kuralım,
bir kooperatif kuralım, bir televizyon kanalı kuralım
diyebilirler. Yani birinci gayenin dışındaki gayelere
rağbet etmeye başlarlar.
Peki alim kişi kendinin şeyh olmadığını bilmekte midir?
İşte
problem buradadır. Aslında o
kişi ben şeyh değilim, böyle tayin edilmedim ama ben de
bir alimim, gördüğünüz gibi acizane birtakım hizmetler
içerisindeyim dese hiç problem olmayacak. İslam
dünyasındaki birçok cemaat, bu şekilde tarikatların
transformasyonu ile ortaya çıkmıştır. Şimdi o alim kişi
de vefat ettiğinde yerine akrabası, oğlu veya herhangi
birini, -bir tasavvufi eğitimi ve hatta dinî eğitimi
yokken- sırf bu cemaatin ticari faaliyetleri dağılmasın
diye bir kişiyi oraya oturtmaya çalıştığımız zaman
üçüncül bir grup çıkıyor ortaya.
Bu
dönüşüme güzel uyan örnekler var yakın geçmişimizde.
Mesela Şeyh Abdülhakim Arvasi zamanında birinci gaye
seyr-i sülûktür. Sonra cemaatleşme süreci başlamıştır.
Bir sonraki merhalede ise ticaret öne çıkar.
Max Weber'in kulakları çınlasın.
Şimdi ilk dönem, yani Abdülhakim Arvasi zamanı tasavvuf
tarihi ilminin inceleyeceği bir dönemdir. Fakat ikinci
dönem sosyolojinin alanına girer. Üçüncü dönem de
ekonomistlerin inceleme alanına girer. Dönüşümü takip
edebiliyor musunuz? Şimdi böylesi ekonomik faaliyetleri
veyahut cemaat yapılarını kötülemek istemiyorum. Fakat
benim alanım değiller. İyi mal üretirler üretmezler,
bunlar iktisatçıların bileceği şeyler. Ha şunu da
söyleyeyim, tarikattan cemaate,
oradan ekonomik bir yapıya geçme sürecinin örnekleri
bütün dünyada vardır. Bugün birçok Japon
firmasının kökenleri bir tarikatın dönüşümüne
dayanmaktadır. Bazı uluslararası şirketlerin
örgütlenmesi tarikatvaridir. Çok da güzel üretimler
yapabilirler...
Peki İlluminati vesaire gibi karanlık bazı örgütler
hatta terör örgütlerini nereye sokuyorsunuz? Bu dönüşüm
şemasında onlara da bir yer var mı?
Şu
anki dış dünyada politika başta olmak üzere tarikat
bağlantısı olmayan bir devlet yok gibidir.
Adeta dünyada şu an tarikatlar
savaşı yapılmaktadır. Bazı ülkeler bundan mahrum
kalarak dış güçlerin tarikatlarının arenası haline
gelmektedirler. Bugün Fransa'da belirli localar,
tarikatlar hakimdir dış siyasete. İtalyan dış
politikasının Vatikan'a bağlı tarikatlarla beraber
faaliyette bulunduğunu görmekteyiz. Bunların İlluminati
vs. gibi detaylandırılması ayrı bir olaydır.
Bugün İsrail, Yunanistan ve
birçok ülke politikacıları belirli localara
mensupturlar. İngiltere bizden bile bazı sanatçılara
üstün liyakat nişanı verir. Adı, "Büyük Britanya
İmparatorluğu Yüce Tarikatı" (Supreme Order of British
Empire) nişanıdır. Birçok İspanyol ve Fransız nişanları
Rodos ve Malta şövalyelerinin nişanlarıdır. Alan kişi
bunun manasını biliyor veya bilmiyor bu bir tarikat
nişanıdır. Dünyanın büyük devletleri,
imparatorluk vizyonu olanları, milli kimliklerini manevi
ocaklarıyla harmanlamak suretiyle oluşturulmuşlardır. Bu
kimliklerden maneviyat ocaklarını çektiğinizde ortaya
çok korumasız, zayıf, adeta hastalıklı bir mahluk ortaya
çıkmaktadır ki, bu birey ve toplum her türlü saldırıya
açık bir hale gelmektedir.
Militan sekülarizm kişiye duygusal bir bağlantı kurma
hissi vermez. Katıdır ve soğuktur.
Sekülarizmin biraz kendini yumuşattığı toplumlarda
manevi ocakların da bu topluma pozitif anlamda katkı
yapabildikleri görülmüştür. Birçok ileri Batı toplumu bu
sinerjiden istifade etmektedir. En uç örnekler vereyim
size. ABD'de,
Yunanistan'da, İsrail'de en fanatik dinci gruplar bile
kanunlara uydukları sürece bazı bölgelerde kendi komünal
yaşamalarını sürdürmektedirler. 'Radikalse de bizim
radikalimiz' anlayışı var bunlarda. Sahip çıkıyor kendi
insanına. Falanca ülkeye gitsinler demiyor.
Hatta bunların yaşadığı bölgeleri turizme açmak
suretiyle buradan para bile kazanmaktadırlar. Elektriğe,
televizyona karşı olan Amişler'in yetiştirdiği tarım
ürünleri Amerika'da en iyi ekolojik ürün sayılmaktadır.
Yunanistan'da keşişlerinin yaşadığı Aynaroz yarımadası
her yıl binlerce turisti bölgeye çekmektedir.
Bildiğim kadarıyla geleneksel tarikat yapısında mürit
ile şeyh sık sık yüz yüze gelir. Şeyh müridi nakış gibi
işler. Binlerce müridi olan şeyhler var. Şeyh
efendilerinin yüzünü bir kez bile görmüyorlar. Bu da çok
sakat bir durum değil mi?
Bu
benim için, böyle bir faaliyeti tenkit etmek için
yeterli sebep değil. Yani sayısal rakamın on bin olması,
yirmi bin olması hiç önemli değil.
Bugün Michael Jackson'ı
görmeyen binlerce hayranı vardır. Onun gibi giyinir,
onun gibi hareketler yaparlar. Yani "fena fi'l-Jackson"
olmuşlardır, onun halini giymişlerdir. Siz kamil
insanları model olmaktan dışlarsanız oraya başkaları
girer ve iş yine devam eder. Zira âlem boşluk kaldırmaz.
Doğrunun olmadığı yeri kötü doldurur.
Bir dakika. Michael Jackson seyr-i sülûk mu yaptırıyor?
Geunoniyen tarzda sahte-inisiyasyon diyebiliriz buna.
Duygusal kurulan bağ, fizikî
bağdan çok daha güçlüdür. Dolayısıyla benim kendi
tenkit mekanizmam içerisinde bu çok önem arz etmiyor.
Ama kadim metinler ideal olanın bir müridin mürşidinin
yanında, feyzini tam alabilmesi için onun hizmetinde
bulunması, onunla sohbet etmesi, onunla günün 24 saati
olmasa bile 20 saatini geçiriyor olmasının gerektiğini
söylerler. Öte yandan manevi kanal açmak suretiyle -ki
rabıta denir buna- dünyanın öbür ucunda olan bir insanla
kalbi bir bağlantı hattı kurmanız mümkündür.
"Gönül Dağı" türkümüzün
sözlerini hatırlayın. Hepsi orada anlatılıyor. Gönülden
gönüle gizli bir yol vardır. Veysel Karani isimli
Yemenli bir zat Peygamber'i hiç görmemiştir. Görmeden
açtığı bir kanal ile Hazreti Peygamber'den feyiz
almıştır.
Şimdi üveysi meşrep insanlar istisnadır. Bana Veysel
Karani örneği vermeyin hocam.
Tekrar söylüyorum. İdeal
olanı, surette de beraber olmaktır. Çünkü siretten
surete geçiş vardır. Bir kamil insanın yanında
bulunmanın şüphesiz çok önemli katkıları vardır. Ama bu
herkes için birincil derecede lazım şart değildir.
Özellikle modern hayatta iletişimin ve ulaşımın zorluğu
açısından bakıldığında bu daha da önem kazanır.
Burada esas prensip "bağlanma"
duygusudur.
Cemaatin içerisinde "oh iyi oldu" denebilecek,
insanların nefretini kazanmış insanlar da belki vardır.
Ama bu seçilen iki kişi öyle değil. Bu vesileyle her
ikisine de Allah rahmet etsin diyorum. Son öldürülen
Bayram Ali Öztürk cemaate sonradan katılmış bir alim.
Çok değerli, değişik yönleri olan bir kişiydi. Bir kitap
hastasıydı. Tedavilik düzeyde kitap toplayıcısı idi.
Onun ölümüne, zannediyorum kitapçılar da çok üzülmüştür.
Resmen hanımının bileziklerini satacak düzeyde kitap
hastasıydı. Ben, seçilen hedefler açısından bakıldığında
bir komplo kokluyorum havada. İşin içerisinde ülke
huzurunu bozmaya yönelik bazı eller olduğu
kanaatindeyim. Bakınız birçok ülkede meczup yetiştirme
merkezleri vardır. Buralardan bazı insanlar, belli
zamanlarda kasten çıkarılırlar.
İşin hep meczupların üzerine atılması da bana
sorumluluktan kaçma gibi geliyor. Cemaatler, tarikatlar
adları ne olursa olsun, onların hiç mi kabahati yok?
Genellikle nefs terbiyesini esas aldığı iddiasında olan
yapılarda en fazla ağız dalaşı yapılabilir diye
düşünüyorum. Böylesi ihtilafların hemencecik cinayet
düzeyine çıkması biraz modern fiksiyon romancılarının
Gülün Adı romanından kalkarak gotik, karanlık
labirentler çizme fantezisinden başka bir şey olmadığı
kanaatindeyim. Bu insanların ihtilaflarını birbirlerini
öldürme noktasına kadar götüreceklerine ihtimal
vermiyorum.
Peki ya linci yapanlar?
Linci yapanlar ile Bayram Ali Hoca'yı öldürenler aynı
kişiler diye bir yorum okudum bir gazetede. Bana da öyle
geliyor. Delili ortadan kaldırmışlardır. Bu birinci
teori. İkincisi, birinciye nazaran daha zayıf olmakla
beraber çok da ihmal edilecek bir teori değil. O da
hastanın kendini iyileştiren doktoru öldürmesi hadisesi.
Genellikle psikolog ve psikiyatristlerin başına gelen
bir olaydır. Bazı tarikat yapılanmalarına ülkemizin
dışlanmış ve alt kültür gruplarından gençlerin değişik
rehabilitasyonlar için katıldığını, geçmiş hayatlarında
uyuşturucu madde müptelası iken, o yapılar içerisinde
kısmen rehabilite olduklarını da duymaktayız. Bunlardan
bazıları tam ıslah olmamışsa böyle şeylerle intikam
alabiliyorlar. Ayrıca ilm-i havas sahasına girecek bazı
mahlukat musallatı da söz konusu bunlar üzerinde. Bazı
obsesyon vakaları olabilir.
Cinayetler gerçekten meczup işiyse o meczubu kullananlar
amaçlarına ulaştılar mı?
Tabii, bu siyasi konjonktürle de irtibatlandırılıyor.
İşte Danıştay hadisesi, ardından cumhurbaşkanlığı
seçimi, ülkenin genel seçime gidişi vs... Çok hassas bir
jeopolitik yapısı olan bir ülkenin yerli ve yabancı
birçok düşmanının bu konularda kapalı kapılar ardında
bazı fikirler ürettiğini ve bazı projeleri
planladıklarını hissetmek mümkündür.
Bugün ilim dünyası bile
entrikalar içerisinde.
Eskiden bir şeyi rahat bir şekilde bir ağacın altına
oturur konuşurdunuz. Şimdi bir şeyi konuşurken acaba
bunun politik, ekonomik karşılığı nedir diyerek her
şeyin bir yerlere çekildiği bir dönemdeyiz. "Allah"
diyen adamın bile acaba altında ne var diye
şüphelenmemiz gerekiyor. Bu sebepten artık arifler
ağızlarına taş aldılar. Konuşmamayı tercih ediyorlar.
Bu güvensizlik aynı zamanda sığınılacak liman arama
isteğini de kışkırtıyor. Bu kadar güvensizleştirilen
insan, amaçlananın tersine, o gruplara gidiyor. Bu da
karşı tarafın güvensizliğini büyütüyor. Kısırdöngüden
çıkış var mı?
O
sinerjiyi yakalamak çok önemli.
Bir kere modası geçmiş, gayri insani, yani insanı
"spiritüel ihtiyaçları olan bir varlık" olarak görmek
istemeyen aşırı materyalist yaklaşımlardan
arınmak gerekiyor. Salt "tarikat" kelimesi
etrafında oluşturulan tabularla dikkati bir taraf
üzerine çekmek suretiyle başka türden bazı tarikatların
bu ülkeyi tepeden tırnağa ele geçirmesinin de gizli
planları yapılıyor olmasın sakın. Tarikatçılık
fonksiyonel olarak illa tarikat demeden de yapılabilir.
Bir felsefe dersi içerisinde bile tarikat faaliyeti
yapılabilir. Bu açıdan
baktığımız zaman bugün ülkemizde tarikatvari çalışan
yüzlerce yapının olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan
sadece İslami olanlarına medyanın dikkati çekilmektedir.
Ama Gülhaç tarikatından tutunuz da Uzakdoğu akımlarına,
oradan Kabalacılığa dayanan yüzlerce tarikat faaliyet
göstermektedir. Yanlış anlaşılmasın; bunlar da
yasaklansın demiyorum. Ben şahsen düşüncelerin özgürce
ifadesinden yanayım. Ama herkes eşit şartlarda malını
pazarda satabilmelidir. Yoksa haksız rekabet ortamı
doğar.
Kişisel gelişim adı altında verilen kurslar var, dünya
paralar karşılığında. New age tarikatlar başlığı
altında, Uzakdoğu'dan gelen gurular var...
Efendim "guru" dediğiniz zaman mevzuatta o isim
geçmediği için serbesttir. Ama
guru fonksiyonel olarak
şeyhtir. Şeyhim demek yasak; ama ben "spiritüel koçum"
dediğiniz anda aynı faaliyeti sürdürürsünüz.
Size mantralar verilir. Değişik seanslar yapılır.
Bakınız adı zikir değil, esma değildir; ama fonksiyonel
açıdan ortada bir tarikat faaliyeti vardır.
Diyanet İşleri'nin İslam yorumu hakkında ne dersiniz?
Diyanet'inki pozitivist İslam yorumudur.
İlahiyat fakültelerindeki pozitivizm fen fakültelerinde
yoktur. Bu da insanların manevi ihtiyaçlarını
gidermekten uzaktır. Camilerimiz adeta soğuk, resmi
devlet daireleri gibi olmaktadır. Minaresi bir futbol
takımının rengine boyanmış bir caminin kutsallığı
kalmaz. Orada başka bir şey vardır. Bundan dolayı bir
manastır ile, bir meditasyon merkezi ile mukayese
edildiği zaman camide o manevi havayı teneffüs edemeyen
insanlar, camiden soğuyarak bu tür bazı spiritüel
akımlara gitmektedirler. Bunu düşünsünler.
Geçenlerde bir gazete haberi vardı. İlkokul öğrencileri
yoga ile streslerini atıyorlar diye, dehşet içinde
kaldım.
Evet. Ve bu kanunen yasak değil.
Aslında yoga, Hindu dininin bir
tarikat pratiğidir. Olay bilimsel olarak budur.
Ve Rene Guenon'a göre Hindu ırkından olana ancak manevi
açılımı olabilecek bir şeydir. Her isim kendi enerjisini
taşır. İslam dini son vahiy olması sebebiyle içinde son
Tanrısal formülasyonları barındırır. Bugün
"om mani podme hum"
deseniz, ki 'Tanrı'ya hamd
olsun' demektir.
Bu sözü bu şekilde söylemek ilericilik, son
formülasyonuyla yani "elhamdülillah" demek gericilik
olur. Oysa "Allah" kelimesinin taşımış
olduğu spiritüel enerji "om" kelimesinin taşıdığı
enerjiden çok çok fazladır. Onun için İslam tasavvufunda
seyr-i sülûk çok seri, çok kısa ve çok enerji yüklüdür.
İslam'ın en güçlü yönü ideolojisi değildir. Politik
İslam, geçici bir ideolojidir. İslam'ın en güçlü yönü
maneviyatıdır.
Tarikatlardaki çözülme Cumhuriyet dönemi yasaklarından
önce mi başlıyor?
Aslında 1925 yılı yani tekkelerin kapatılma hadisesi
soğukkanlı bir şekilde hâlâ incelenmiş değil. Bu bir
total, felsefi bir ret miydi?
Bakınız tasavvuf yasaklanmıyor. Tekke ve Zaviye
Kanunu ile beraber yasaklanan belirli işler var. Yani
negatif bazı özellikler yasaklanıyor.
Tekke ve Zaviye Kanunu'nun
çıkması aslında tasavvuf ehline yardım etmiştir gibi bir
görüş de var. Bazı Melamiler böyle düşünür.
Meclis'te kapanmaları yönünde oy kullanan şeyhler
vardır, Şeyh Saffet gibi. Neden, çünkü bir pıhtılaşma,
tasavvufun ruhuna aykırı müesseseleşmeler oluşmaya
başlamıştı. Bunun en tipik özelliği, özellikle Rumeli ve
Doğu Anadolu tarikatlarını harap eden "evladiyelik"
usulü. Yani beşik şeyhi
dediğimiz olay. Sizin babanız şeyhse otomatik olarak
onun yerine geçiyorsunuz.
Bu, tasavvufun ruhuna aykırı
bir şeydir. Osmanlı'nın son devir büyük
ariflerinden Kuşadalı İbrahim Halveti, Bediüzzaman'dan
çok önce, biz dergahları kapattık, artık zaman dergah
zamanı değildir demiştir. Çünkü dergahlarda sorunlar
var. Zaman şimdi maneviyat zamanıdır dediler. Yani
erkanlarını başka yerlerde ve başka şekillerde
sürdürdüler. Ben Mustafa Kemal'in dergahları kapattığı
esnada beyninin arka planında yatan zihniyetinin
tasavvuf felsefesini külliyyen reddetmek olduğu
kanaatinde değilim. Bakıyorsunuz, Sivas'ta falanca şeyh
ile oturabilmekte. Kendi yakın arkadaşlarından tarikat
mensubu insanlar olabilmekte onlara bir şey demiyor.
Yakın arkadaşı Mustafa İzzet Paşa, tarikat hizmetini
ölünceye kadar sürdürdü. Cumhuriyet kadrolarında tarikat
mensubu insanlar da yer alabilmiştir. Bu
bağlantılarından dolayı dışlanmamışlardır.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli
Yücel, bir Mevlevi dervişidir. Ve saklamaz bunu.
Konya'daki Mevlevi asitanesi bazı ayrı muamelelere
uğrayabilmekte. Demek ki ortada mutlak bir redden ziyade
bir düzenleme yapma ihtiyacı var. Dini hukuktaki
kurallar burada da geçerli. Yani bu hüküm mutlak mıdır,
mukayyed midir? Ben ilki olarak yorumlamayı tercih
edenlerdenim.
Mevleviliğin de biraz daha folklorik bir renge
indirgenerek bu açığı kapatmak üzere devlet tarafından
desteklendiğini düşünürüm.
Değişik dönemlerde değişik tarikatlar gözetilmiştir
politikada. Abdülhamid gözetmiştir, Kurtuluş Savaşı'nda
kullanılmıştır, bu hep olmuştur ve olmaktadır. Aynı
problemlerle ülkemizin Alevi maneviyat ocakları da
karşılaşmaktadır. Ki Alevilik,
bir dedeye bağlı olmak, bir tür bir tarikat
faaliyetidir. Semah töreni bir zikir ayinidir.
Mevleviyim demek tepki çekmez. Ama Nakşiyim, Cerrahiyim
vs. demek soru işaretleri doğurur.
Sebebi yine aynı şey. Bu konu bilimsel olarak bir zemine
oturtulmadığı için her zaman manipülasyonlara açıktır.
Bazen bir tarafa bazen diğer tarafa meylederler. Sonra
da başları döner. Prensipler ve doktrinin olmadığı yerde
kaos vardır, kargaşa vardır. Türkiye, felsefesini
buluncaya, metafizik referans noktalarını buluncaya
kadar bu konudaki tartışmalar sürer gider...
Tekkelerin kapatılmasında hiç mi hayır unsuru yok sizce?
Belki başlangıçta iyi bir amaca hizmet etmek için
düşünülmüş bir şey olabilir tekkelerin kapatılması. O
esnada buna ihtiyaç görülmüştü belki. Ama üzerinden
seksen sene geçtikten sonra
bir yasak kendi içinde zararlı bir hale de gelebilir.
Tekkelerin yerine açılan
halkevleri o ihtiyacı karşılayamadı. O ihtiyaç
ölmedi, kılık değiştirdi. Hatta o kadar ki, bir futbol
müsabakasında, bir müzik konserinde dahi tarikat
fonksiyonları göze çarpmaktadır, bu hissedilmektedir.
Bir genç bir futbol maçına giderken, belirli bir kisveye
girmektedir, rozet, şapka takma ihtiyacı hissetmektedir.
Bir grupla, ellerinde davullarla gitmek istemektedir.
Hep beraber coşku içerisinde vecd yaşamaktadırlar.
Ben sol görüşe mensup
gençlerin yüzde doksan beşinin Karl Marks'ın Das Kapital
kitabını satır satır okuyarak, altını çizerek Marksist
olduklarını zannetmiyorum. Ama Ahmet Kaya'nın, Edip
Akbayram'ın konserlerindeki o spiritüel, o manevi
coşkuyla katılmışlardır oraya. Veyahut Yıldırım
Gürses, Ozan Arif aynı duyguları yaşatmıştır başka
gençlere. Dinden duygu
boyutunu kaldırdığınız zaman kupkuru ve soğuk bir din
anlayışı çıkar ortaya.
Said Nursi'nin "Devir, tarikat değil, hakikat devridir."
sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bazı
gençler sanki dünya düşünce tarihi veyahut İslam
düşüncesi Bediüzzaman Said Nursi ile başlamıştır, daha
öncesi yoktur gibi bir yaklaşım içerisindeler. Said
Nursi'nin gelmekte olduğu o düşünce damarı neydi, neyin
uzantısıydı bilmiyorlar.
Bediüzzaman, Doğu Anadolu medrese geleneğinin
bir ürünüdür. Doğu Anadolu medrese geleneği bugün
Taliban'ın Afganistan'daki medrese anlayışı gibi
değildi. Zahiri ilimler, manevi ilimler ile beraber
verilirdi. Binaenaleyh, Said Nursi'yi iyi anlayabilmek
için arkasındaki o güçlü tasavvufi medrese geleneğini
iyi bilmek gerekir. Bir Hazreti Ali'yi, bir Abdülkadir
Geylani'yi, bir İmam Rabbani'yi, bir Mevlana Halid'i
bilmeden Bediüzzaman'ı bir yere oturtmak mümkün
değildir. Fakat dönem imparatorluktan ulus devlete geçiş
dönemidir. Aynı zamanda bazı medreselerin, bazı
dergahların tıkandığı, pıhtılaştığı bir dönemdi o dönem.
Bunu bizzat yaşıyor Bediüzzaman. Dolayısıyla Bediüzzaman
Said Nursi'nin o sözünü o konjonktür içerisinde
değerlendirmek gerekir.
NURİYE AKMAN
http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=35
|