Bir Seçim Gezisi
Bilal Atış
 
 

Her zamanki gibi bir seçim öncesi bir milletvekili adayı doğunun bir beldesinde, de ki, Van olsun, de ki, Siirt’in bir karyesinde seksen senedir söylenenleri tekrar eder durur. Hasoların, Memoların dört senede bir Hasan Efendi, Mehmet Efendi olabildikleri devirlerdir, seçim arifeleri. Beyaz güvercin uçuranlar, demir kıratla gelip fötrlerini alıp gidenler, kadayıfın altını kızartanlar hep aynı hâl üzere gelirler giderler. Giderler ki, ta bir dört sene sonra tekrar gelmek için.

Bir seçim gezisinde Ankara imalatlı bir Kürt vekil adayı, bölgeden olmakla havalı ama bi haber bölgenin dertlerinden ve kederlerinden. Ankara partilerinin zihniyeti hep aynı. Fark etmiyor;  ister altı okla şişlesinler bizi bir dört sene daha, ister ampulün cereyanıyla kavursun. Bir de İmralı partileri var. Onlar da satırların dışında, sistemin içerisindeler. Siyasetin içindeler ama bu satırların dışındalar, İmralı partililer. Ankara partililer gibi bol keseden atmıyorlar. İmralılar halkı devlete karşı kışkırtmakla meşguller. Halkını seçimden seçime hatırlayan, okumasına, yazmasına hatta konuşmasına bile tahammülü olmayan devlete karşı halkı ayaklandırma ülküsündeler.

Bir seçim gezisinde Ankara partili bir aday bolca nutuk atarken köylülerden biri dayanamaz ve lafını ağzına tıkar vekil adayının.

“Efendi! Maval okuma bana, iş ver iş. Kuvvetli bileklerim, yürüyen ayaklarım var. Daha başka şey de istersen eğer o da var. İki çocuk, bir tazecik açlıktan elleriyle karınlarını döverler.

Bu topraklarda doğdum. Beni taşıyan toprakların beni yaşatması kadar tabiî ne olabilir? Onun zenginlikleri yanında benim dilenciliğimi de kader hazırlamadı ya? Bunda gelmiş geçmiş tüm idarecilerin günahı saklıdır. Siz rahat koltukların rehavetinden kendinizi sıyırıp hakikatlerin arasına nüfuz ettiniz mi?

Neyi yaptınız? Neyi vaat ediyorsunuz? Geçmişi eserleriniz diye göstereceksiniz. Onlardan size ancak utanç payı çıkar. İstikbal ise şimdiden arkasını dönmüş duruyor. Ayağımdaki çarığı köyden şehre taşıdım. Tabanımdaki nasıra şimdi fabrikalarda, hallerde ellerimdeki de ilave oldu, lakin karnıma giren evvelkini aratıyor. Tarlalarımı sulayacak rahmet, emeğimi kıymetlendirecek himmet istiyorum.

Açım fakat buna katlanıyorum. İşsizim, bu açlıktan da acı. İşim olsa ne olacak? O da midemi ancak dolduracak. Çalışarak sürünmeyi, çalışmayarak ölmeye tercih edenlerden değilim. İntihar edeceğim. Dinimden, ailemden ve çevremden korkuyorum. Biri beni murdar edecek, diğeri zavallı edecek.

Memlekette yetmiş milyondan belki on beş milyonun keyfi yerinde. Ya gerisi dersen, gerisi de o on beş milyonu besliyor işte. Netice ortada beyim, biz sıkıldıkça siz yükseleceksiniz. Çalışınca eline ne geçiyor ki, ihtiyaçları o kadar çeşitlendirdiniz ki, bir kara lastikten nerelere getirdiniz. Sırf laf üretiyorsunuz, icraat yok efendim.”

“Beyim! Sordun mu bana, kimsin, evli misin, kaç çocuğun var, nasıl yaşar, nasıl geçinirsin? Bütün bunları bir yana bırak, hani benim eski güzel adetlerim? Tesanüt, kendime hisse çıkaran insani his, şeref ve insanlığın karakter ve faziletin tahsilden, paradan önce sorulduğu günler. Siyaset, ekonomi, ne olursa olsun, her ikisinde de iman ve itikadın şahsiyete bağlı olduğunu hatırladığımız günler…”

“Sen bizim ilçede çok konuştun bey. Kusura bakma, işin kıymeti daima lafınkinden yukarıdadır.”

Vekil namzedi de, partinin ilçe başkanı da bu sözlerin üzerine kahvede daha fazla oturamadılar. Vekil namzedi bir iki ıklasa da vatandaşın sözlerine verecek cevabı yoktu. Kahveden çıkarken ilçe başkanı gerçek efendinin kim olduğunu yüreğinde hissetmişti.

 

 
 

Bilal Atış
İstanbul - 11.03.2009
http://sufizmveinsan.com

b.atis73@gmail.com