Cebrail-Vahiy-Dıhyet’ül Kelbî
Meryem Irmak
 

28 Ocak 2009, İstanbul

Aşağıya alıntıladığım yazıyı internette okumuştum:

“Vahiy nasıl vukû bulduğu konusunda Buhari’nin Sahih’inde Bed’ul Vahy kısmında ve diğer kaynaklarda Hz.Peygamber’e (sav) gelen vahiy genel olarak şu şekilde sınıflandırılmıştır:

1. Salih veya sâdık rüya yoluyla: Bu çeşit rüya, görülen hadisenin sabahleyin aynen çıkması olarak tarif edilmiştir. Karışıklık olmayan bir rüyadır. Bu durum, uyanıklık halinde görülecek şeylere bir alıştırma, bir hazırlama safhasıdır. Bunu, Hz. Peygamber’in uyanık halde ses duyması, yolda yürürken taşların ve ağaçların kendisine selam vermeleri gibi hadiseler takip etmiştir. Beyhaki, Hz. Peygamber’deki bu sâlih rüya döneminin 6 ay sürdüğünü ifade eder. İbni Hacer “40 yaşını tamamlayınca doğduğu ay olan Rebiülevvel ayında, peygamberlik vahiy ile başlamış olmalı, aynı yılın Ramazan ayında da uyanık haldeki vahiy olmalı” demektedir. Nitekim Hz. Peygamber de sâlih mümimin gördüğü rüyayı, vahyin 40 cüzünden bir cüz olarak beyan eder


2. İlham yoluyla: Allahü Teala, Peygamberine uyanıkken dilediklerini ilgâ eder.


3. Cebrail’in insan sûretine girip hitap etmesi şeklinde, ki daha ziyade ashabdan Dihyetül Kelbi’nin suretinde geldiği rivayet edilir.


4. Mirac’da olduğu üzere doğrudan doğruya Allah’tan vahiy almak suretiyle gelmesi ki, bu tarz vahiyde melek aracı değildir.


5. Meleğin çıngırak sesine benzer bir sesle hitap etmesi suretiyle vahiy gelişi ki, Hz. Peygamber’e gelen en ağır vahyin bu olduğu beyan edilir.


6. Vahiy meleği Cebrail’in kendi suretiyle ilahi emirleri getirmesi.


Vahiy hâli ağır, dayanılması oldukça zor bir hâldir. Vahiy geldiği esnada Resulullah en soğuk günlerde bile buram buram terledi. Deve üzerinde bulunduğu bir sırada vahiy gelişi ile birlikte, deveye müthiş bir ağırlık çökmüş ve karnı yere değecek şekilde bacakları yay gibi kavis yapmıştır.


Zeyd b. Sabit de, bir defasında vahiy esnasında dizinin Resullul- lah’ın dizine değdiğini ve duyduğu ağırlık sebebiyle bacaklarının tamamen ezildiğini, öyle ki bir daha yürüyemeyeceğini zannettiğini, ancak vahyin sona ermesiyle beraber eski haline döndüğünü anlatır.”

***

Burada sözü geçen “vahyin vukû bulma biçimlerinden” en ilginç bulduğum Hz. Cebrail’in bilinen bir insanın, Dıhyet’ül Kelbî’nin sûretine girmesidir. Hattâ, sahabe “acaba Dıhyetül Kelbî mi, yoksa Cebrail mi?” diye bazen karıştırırmış!

Hz. Cebrail’in insan sûretine, üstelik sahabenin tanıdığı bir insanın sûretine girerek “vahiy getirmesindeki” hikmet nedir? Neden “hariçte” görünüyor akıl meleği, hem de bilinen bir insanın sûretine bürünerek?

Vahyin muhatabı “insan” olduğundan elbetteki bir sûretlenme olacaksa, bu sûret, insan sûreti olacaktır.  Fakat bu sûretlenmenin hikmeti ne olabilir? Evet, Resullullah’a (s.a.v) vahiy “gökte bir matbaada basılarak” gönderilmedi. Hep batınî olarak düşünülen vahyin, bu “sûretlenme” ile bir anlamda “zahirî” yönü neye delâlettir? Enfüsümde hâzır olan, başka bir deyişle “bende bir boyut” olan Cibrîl’i enfüsten afâka çıkaran “müşahade” için, yani onu “karşımda oturuyor” olarak görmem için, tenzihten teşbihe, yani ilmel yakinden ayn’el yakine geçmem gerekiyor, galiba...

 

Hızırıyet de böyle değil miydi?!

Sonuç olarak, bizler de birer sûretiz.

Neyin sûretiyiz acaba? Esmâ-i hassımızın mı?!

“Ete kemiğe büründüm, Yunus deyip göründüm”

“Ete kemiğe büründüm, Cebrail deyip göründüm” de diyebilir miyiz?

Cebrail’in eti kemiği var mı?!

“Ete kemiğe büründüm, Dıhyet’ül Kelbî deyip göründüm” diyebilirsek şâyet, aradaki fark “fark’a gelmek” midir?

Cebrail’in sûretlenmesinden ne anlayalım?

Cebrail’in müsemmâsından ne anlayalım?

Kendi sûretimden ne anlayayım?

Kendi müsemmâmdan ne anlayayım?

***

Bilinmeyen ve bilinemez olan Allāh için beşerin akl-ı meâşı ne dese olur kiyl-u kâl,
Mi'râcı gerçekleşen ârife Allāh'ın bir vediâsıdır bu sır, başkasına ettirilemez intikāl.

 

Cenâb-ı Hakk'ı yalnızca akıl yordamıyla tanımaya kalkanlar yaparlar teşbîhsiz tenzîh,
Tâtil ederek akıllarını sâdece vehimlerine teslim olanların ahvâli ise tenzîhsiz teşbîh!

 

Lûtfedilip hikmet eremedikçe tevhîde, teşbîhle tenzîh arası bir yol tut temkîn üzere,
Zât'ını cümle eksiklerden tenzîh edip, evsâfını teşbîh etmek tevhîddir ehl-i taklîde.

 

(http://www.gultepe.com/node/1022)

Veliliğin olmazsa olmaz şartı “miraç” etmek imiş. Efendimizin (s.a.v) miracında kendilerine Cebrail (a.s) eşlik ediyor. Tabîi, “miraç nasıl bir keyfiyettir?”; bunu, bizim miraç etmemişler olarak anlamamıza, “akletmemize” imkân yok. Çünkü akıl meleği “daha kıl kadar olsun gidemem” diyor. Akıl meleğinin bilemediğini ben nasıl ve “neyimle” bileyim? Sonra ne oluyor? “Kâbe kavseyn”. Görüldüğü gibi, miraç veya velâyet öyle bir makam ki, ne aklın, ne meleğin, ne bir sûretin, hiç bir şeyin Allah ile kul arasına girmesine, girip de “miracın ne olduğunu” bilmesine imkân yok! Orada “bilgi” çalacak hiçbir “şeytan” yok! Cebrail dahi giremiyor “Allah ile kul arasına”! “Fenâfillah” da Allah ile kulun “arası” kalmıyor! Tevhid-i sıfat mertebesi geçilip de “miraç” edildiğinde, yani “Tevhid-i Zât”*** mertebesine gelindiğinde artık akıl perdesi de, bir sıfat olarak “ilim” perdesi  de kalmıyor! Ama oraya gelinceye kadar Cebrail tarafından bir “eşlik”, bir “rehberlik” de söz konusudur. Miraca o götürüyor.

Tasavvufta mürşid-i kâmil, Enel Hak makamına (Nefs-i mutmain / Fenâfillah / Velâyet)) gelinceye kadar müride eşlik eder. Fenâya kadar kâmilin rehberliğine muhakkak ihtiyaç vardır. Bu rehberlik, gerek rüyalarla, gerek ilhamlarla ve gerekse zahiri sohbetlerle gerçekleşen, yani enfüsü ve afâkı kapsayan bir rehberlik, hattâ “tasarruf”tur. Demek ki, mürşidliği ruhbanlıkla karıştıran ve mürşidin rehberliğine karşı çıkanlar veya “mürşidsiz de olur” diyenler yanılıyorlar! Çünkü Resullere “eşlik eden” Cebrail ile müridlere “eşlik eden” mürşid-i kâmiller “pozisyon” olarak bir birine çok benziyor!!

Hâl böyle olunca, şimdi ben de karıştırdım; Cebrail kimdir, Dıhyet’ül Kelbî kimdir?...

Yutulur lokma değildir!

Zaten bu yüzden “yiyemezsin demedim mi?” demişlerdir!

 

Bilirim, bilirim dersin, bilene danış
Danışan dağları aşar mı aşar
Danışmadan yola çıksa bir kişi
Akıbet yolundan şaşar mı şaşar.

Altından bir pula olur mu kabil
Ehil ile konuş olasın ehil
Cahille konuşma olursun cahil
Kişi ayarından düşer mi düşer

Pir Sultan Abdal`ım böyle mi olur
Kişi ettiğini elbette bulur
Alıcı kuşların ömrü az olur
Akbaba zararsız yaşar mı yaşar.

 

Okuma:
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=555

http://www.esselam.net/sahabeler/bir/36.htm

http://www.minare.net/forum/archives.php/dihyetul-kelbi-hz/14475

Kitap:
http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/391

Tevhid-i Zât mertebesi:
http://www.gultepe.com/node/205

***
Dipnot:

İstisnâsız tüm sıfatlar Zât’a tâbi olduğundan, Tevhid-i Zât mertebesinde artık sıfat (kainat / kevn-ü mekân) İnsan’a hizmet ettiğinden, bir sıfat olarak “ilmin”, hâşâ, Zât’ı kapsayamayacağı, ve yine hâşâ Zât’a “nedensellik” düşünülemeyeceğinden, “sebep-sonuç ilişkisi” ancak “sıfat mertebesinde” geçerli olup, Zât sebeplerden de sonuçlardan da münezzeh olduğundan dolayı Zât’a ermek için ilacın “ilim” değil “ölüm” olduğu açıktır:

 

“Peygamberimiz (s.a.v) Cebraîl’e (a.s):
- Ya Cebrail! Sen bu vahyi nerden alıyorsun? diye sordular.

Cebrail (a.s):
- Sidret’ül-Münteha’da bir yeşil perde arkasından bana söyleniyor, dedi.

Peygamberimiz (s.a.v):
- Bundan sonra gittiğinde o perdeyi kaldır, sana söyleyene bak, dedi.

Cebrail (a.s), Sidretü'l-Münteha'da o yeşil perdeyi kaldırdı. Peygamberimizi (s.a.v) gördü. Kendisine söyleyen o idi. Üçyüz altmış kanadını çırpıp var hızı ile dünyaya geldi. Peygamberimize (s.a.v):
- Yâ Muhammed! Ben de hayret ettim. Vahyi, bana söyleyen sensin. Burada benden alıp halka söyleyen de sensin, dedi.

 

Vücudun varlığından geçmedin sen
Hakk'ın varlığına vardım sanırsın
Şerâb-ı aşk-ı Hakk'dan içmedin sen
Erenler meclisin gördüm sanırsın.

Sana sen ben demek sende dururken
Bakınca kendi varlığın görürken
Sana baktıkça sen kendini görürken
Cenâb-ı Hazrete erdim sanırsın

Gönülden gitmeyince sayr-ı sûrî
Tecelli eylemez Hak zâtı nûru
Nedir fehmetmedin cennât'ü hûri
Sekiz uçmaklar'a girdim sanırsın

Çalış Seyyid Nizamoğlu yolunu
Göreydin cânü dilden Zât-ı Pâki
Aradan gitmeyince çeşm-i hâki
O vuslat alemin gördüm sanırsın.

Seyyid NİZAMOĞLU

 

 

 
 
İstanbul - 04.02.2009
meryemirmak@gmail.com
www.semazen.net
http://sufizmveinsan.com