Bazı şeyler
insanın aklında kalıyor. Sonradan, âdeta belli bir vakte
ertelenmiş, bir yerde saklanmışlar gibi, oldukları
yerden çıkıp, yeniden düşündürüyorlar insanı. Hem de
bambaşka türlü. Nebiye’nin portakalı gibi...
İlk veya
ikinci Mantık dersimizdi. Hocamız, Prof. Dr. Yalçın Koç,
tahtaya kocaman bir “iki” yazıp, sınıfa döndü ve sordu:
“Bu nedir?”
Biraz tiye
alan bir ifadeyle ve gayet emin bir tavırla “ikiii”
deyiverdik, bütün sınıf. Cümbür cemaat. Hoca ise, çok
affedersiniz, bizim sırıtkanlığımıza aldırış bile
etmeden, aynı tavırla devam etti:
-
No,
it is a pieces of chalk!
Tebeşir
tozu!
Tahtaya iki
yazıp, sonra da onun sadece tebeşir tozu olduğunu
söyledi, Profesör. Tabii biz nerden bilelim, semantik,
matematik ontolojisi, falan. Adını bile duymamışız!
Gençlik işte! 18-19 yaşında, “Metallica İstanbul’a gelse
de, konser verse de, Açıkhava’da canlı canlı Unforgiven
dinlesek” peşindeyiz.
Tebeşir
tozunu duyunca, sus pus olduk bu defa, cümbür cemaat.
Kitle psikolojisi. Anında yekpare “sükût”
oluverdik. Önümüze baktık sessizce. Hızlı hızlı not
tutup, tahtaya her yazılanı gözü kapalı deftere geçirme
alışkanlığı olanlar da, herhalde, “inkk”
demişlerdir, önlerine bakarken, kafaları “dank” edince!
***
Sayının
somut varlığı olmadığını ve somut varlık ile bilindiğini
o gün fark ettik. Siz, hiç sokakta koşan bir “üç”
gördünüz mü? Bana kalırsa (!), sayının kendisi somut
varlık olmayıp varlığı somut varlıkla bilinse dahi,
varlığı somut varlığa bağlı değildir. Bu dediğim biraz
ayân-ı sâbiteye benziyor. “Vücud kokusu almamış varlık!”
Ama yine de bana kalmasın, ve biz “vücudlu
varlığı” anlamaya çalıştığımız ve ancak onun üzerinden
tefekkür edebileceğimiz için “sayının varlığı somut
varlıkla ortaya çıkar” gibi bir önerme üzerinden, adım
adım ilerlemeye çalışalım. Bu’dan Hû’ya.
Sayının
varlığı “varlık” ile ortaya çıkar ise, sayının
bilinmesi için varlık şarttır. Burada sayı’yı en
genel anlamda “manâ” olarak ele alabiliriz. “Bakmaz
mısın rabbına? Gölgeyi nasıl uzatmakta? Dilese idi elbet
onu sâkin de kılardı, sonra nasıl Güneşi, ona delil
kılmışız? (25-45)”.
Görünmese
de olurdu, ama görünmek istedi! Genelleştirirsek,
görünen görünmeyene bildirgeçtir ve birliktedir. ‘Görünen’,
aslında ‘görünmeyen’ olduğu için, ipler de aslında
görünmeyenin elindedir! Gölge oyunu.
“Hayy-ı
Hak! Yâr bana bir eğlence meded”.
Nice Karagöz’leri mahvetti bu suret perdesi
Oynatan
üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi (Küşterî Hz.)
Burada
görünen’i salt çıplak gözle görünen olarak ele
almamalıdır, elbette. Şimdilik Elektron
Mikroskobu veya Hubble’ın merceğine gözümüzü
dayadığımızda gördüklerimiz de ‘görünen’dir. Sonuçta,
mercekten bakan yine gözdür. Çıplak bakan veya mercek
ardından bakan göz, insan gözüdür, baş gözüdür. O
bakımdan görünen âlem, atom altı veya üstü olmuş; fark
etmez! Hiç görünmeyen ama görüneni
gösteren âlemler var: Akıl, gönül, can âlemi
gibi... Görünen de, görünmeyen de aslında hep
görünmeyenle biliniyor! Çünkü gösteren, görünmeyen!
Tam bu
noktada, düşüncenin fotoğraflanması, zihin
okuyucular bizi yanıltabilir. Düşüncenin fotoğrafı,
düşüncenin fotoğrafıdır; zihnin veya aklın
değil. Düşünce dahi varlık. Düşünce dahi bir
elbisedir. Çıplak olan zihin gibi görünse de
asıl çıplak zihnin zihni olabilir ki bu dahi
görelidir.”Süleyman var Süleyman’dan içeri”. “İlmin
ilmi ilimden cehildir”. Ve dahi “Fakrın fakrının fakrı”
var ise, ilk bulduğumuz fakr’ı çıplak
addedersek, o fakr, üstümüze elbise olur ancak, ZAN
olur ancak, ve lâkin Ruh’umuz duymaz! Böylelikle,
olan bize olur ancak: Vehmettiğimizden haberimiz
olmaz! “Düşünce” veya klişe örneğimiz “iki”, zihnin
materyalidir. O yüzden her ne kadar “iki” yi manâyı
temsilen kullandı isem de, bu temsil yine varlık
boyutundadır. Manâ-î hakikî, mutlak manâ veya ana
zihin hiçbir manevi veya zihinsel materyal ile
temsil edilemez. Böyle olması, zihnin ve aklın mahlûk
olmadığı anlamına gelmez. Çünkü “İlk olarak aklı
yarattım” buyuruyor. Perde çok! Zihindeki
perdelerden kurtulmadan ‘zihin’ perdesinden kurtulmak
pek olanaklı görünmüyor. Zât ise, bütün perdelerden
münezzehtir! “Aklı, akılla terk edin” tavsiyesi bu
sebeple olmalıdır. Ve bu terk ediş dahi, ancak, en
fazla, fakrın fakrı olabilir! Ne vakit “terk”i de
terk eder, o vakit üçüncü fakr’ı ya giyer,
ya çıkarır! Bilemiyorum, ne yapar!
Öyleyse,
zihin kontrolü (mind control) çalışmaları nasıl
yapılıyor? Nerde yapılıyor? İnsan tüm isimlere,
esmâ-î ilâhîye mazhar olarak nasıl ki Zahir ismi
ile, zahiri bilgileri elde edebiliyor ve keşifler
yapabiliyorsa, Bâtın ismi ile, o ismin varlıkları
üzerinde de çalışmalar yapabilir. Bu tür çalışmalar,
muhtemelen, ‘birinci kat semâ’ da yapılıyordur.
Dördüncü katta ikilik - şirk olmadığından (cennet
katı / mutmainne) kötülük de yoktur. Hâlâ kendisinde
‘kötülük’ olan, ikilikte olan, zaten dördüncü
kata gelmemiş demektir. O halde, ‘zihin kontrolü’, ancak
‘şirkte kalanlar’ için söz konusu olabilir. Allah’ın
şirkten temizledikleri için, ölüler için (ölmeden
önce ölenler) bir kontrol söz konusu olamaz. Ve daha
aklımızın eremeyeceği öyle mertebeler vardır ki,
oralardaki zevat kontrol edilmek şöyle dursun,
biiznillah kontrol ederler ki, buna tasavvuf
terminolojisinde “irşâd” deniyor.
Lâ ilâhe
illâllah. Allah. Hû. Hak.
Selâm olsun
ateşe atılan İbrahim Nebi’ye ki küllî akla (Cibrîl)
“Allah bana yeter, O ne güzel vekildir”, Hasbiyallahû
ve nimel vekil, demişti.
Ve hemen
ilâve edeyim ki zihin kontrolü konusunda
söylediklerim varsayım ve yorumdan ibârettir. Doğrusunu
Allah bilir. Ne olursa olsun, insanoğlu dıştan içe
yönelmiş gibi görünüyor. Aslına doğru gidiyor! Zaten
başka gidilecek yer ve yön yok, değil mi?
“Allah’tan geldik, Allah’a dönücüyüz”. Lâkin zahirde
büyücülük olduğu gibi, bir çeşit bâtınî büyücülük
de neden olmasın? Kerâmet var, istidrac var! Söylenene
göre, Hz. Adem’in bile kavmini Deccal fitnesine karşı
uyarmış olması boşuna değildi, herhalde! ‘Mind Control’,
Deccal’in irşâdı olmasın?! İnsanoğlunun bilgisi
arttıkça, fitnesi de o oranda artıyor; sınıf
yükseldikçe, sınav zorlaşıyor, sanki.
“Yoksa siz zannettiniz mi ki Allah içinizden o mücahede
edenleri hiç belli etmeden, sabredenleri belli etmeden
Cennete girivereceksiniz?” (3-142)
Ama
hatırlayalım ki,
Allah kimseye kaldıramayacağı yük yüklemez. Herkese
kabı kadar hesap sorar, kimseye haksızlık edilmez..
Bir kap, okyanusa da düşse, musluktan damlayan su ile de
dolsa, ancak hacmi kadar dolar; fazlasını alamaz. Ve
elbetteki Âlemlerin Rabbi, kimi okyanusa, kimi çöle,
kimi damlayan musluğa göndereceğini gayet iyi bilir.
“Hiç Yaratan yarattığını bilmez mi?” (67-14) Dağdaki
çoban kendisine emanet edilen koyunun canından, kasap
etinden, iplikçi yününden, sütçü sütünden, biyolog
hücresinden sorulur! Koyun bir, hesap bin olur!
Böyle olunca da, aklıma, rahmetli anneannemin bir sözü
geldi; Rumeli şivesiyle şöyle derdi: “Hep hesap, bir
hesap”.
Evvel,
Âhir, Zâhir, Bâtın O’dur!
Zât ve
Sıfat
Yazıya
başlarken, sayı örneği ile yola çıkışım, varlığın,
Allah’ın varlığına nispetle, sıfat, gölge
ve nihayet yok hükmünde olduğuna, Zâhir ve Bâtın
isimleri ile vahdet ve kesrete, tenzih ve teşbihe misâl
getirmek içindi. Konu konuyu açıp da akıl - fakr
ilişkisi, zihin kontrolü, oradan biliş mertebeleri,
koyunun yünü, anneannemin sözü derken, konu biraz
dağıldı, örnek havada kaldı, meramımı anlatmaya sıra
gelmedi. Şimdi esas minval üzere toparlanıp, merkeze
dönüp, daha güzel ifadeleriyle, bir bilene,
Lütfi Filiz’e müracaat edelim:
“Yaratılan
bu kâinat hüvezzahir ve hüvelbatından
müteşekkil iki esmadan ibarettir. Bu ikisi Allah’ta
birleştiği için ‘O’ndan başka bir şey yoktur’ diyoruz.
O, bilinmek için bu ikiliği meydana çıkartmıştır ki
ikisinin çarpışmasıyla gerçek ortaya çıksın…
O halde,
her şey bir zât ile bir sıfattan ibarettir. Zâtı
Allah, sıfatı Muhammed’dir. Bunu, daha başka bir
tabirle ‘Zâtı Ahad, sıfatı Samed’dir’ diyerek de
anlatmak mümkündür ki ‘De ki: O Allah bir’dir. Allah
samed’dir (112-1-2) ayetlerinin en kısa açıklaması
budur.
Buna göre
asıl olan Zât’tır ve O, zâtıyla bilinmekten,
görünmekten, zamandan, mekandan, kısaca, her şeyden
münezzehtir. Böyle olduğu için de ‘ZÂTta HİÇbir şey
yoktur’ denir.
Sıfatı
yani görüntüsü ise kâinattır ve her şey buradadır. ”
(Noktanın Sonsuzluğu)
Ben bu
mülke kıldım cevlân yedi kere urdum seyran
Muhammed
nûruna hayran benim de mekânım anda
Yunus çün
bu fikre daldı hep cihânı arda saldı
Vallahi hoş
lezzet aldı tatmıştır damağım anda.
Eşya,
kâinat, tabiat, sıfat, insan-ı kâmil denen hep
Muhammed Aynası ve aynadan görünen, sadece “O” imiş,
vesselâm! Hepsi, bu. Teori bu kadar; gerisi
pratik. “Beni gören, O’nu gördü” Hadis-i Şerif.
Bir avuç
toprağa bunca kîyl ü kâl
Neye gerek ey Kerim ü Zül-celâl (Yunus)
Kâbe’de
son putu kırarken*, Hz. Ali (k.v), “Bir baktım ki”
diyor, “yerler kadem-i Resûllullah kesilmiş.” “Göz
hizam sadr-ı Resûllullah.” Sonra göğe baktı, “Cemâl-i
Resûllullah”. (*Bkn. Dipnot:
Kalp ve Kâbe
Hakkında )
Çatılmadan
yerin göğün binası
Muallâkta
iki nura düş oldum
Birisi
Muhammed birisi Ali
Lahmike
lahmi de bir’e düş oldum
(Sıdkı Baba
/ Âşık Pervane)
***
“Allah’ın zâtını
düşünmeyin; ancak yarattığı varlıklar üzerinde düşünün
ki Allah’a olan imanınız artsın. Allah’ın zâtı konusunda
aklınıza ne gelirse Allah onun dışındadır” Hz. Ali
(k.v). Zât’ta hiçbir şey olmaması demek,
Amaiyyet Mertebesi/ Mutlak Gayb demek olup, bu yüzden,
“herşey buradadır” denmiştir. Tabii, “burası neresi?”. O
da ayrı bir konu. Meselâ, ahireti bilen için ahiret
burasıdır; fakat bilmeyen için orasıdır. Tevhid,
ora ile bura’yı birleştirmektir. Sayı örneğimize
dönersek, Zahir ve Bâtın isimlerini tefekkür ve cem
etmemiz kolaylaşabilir. Bâtın, Zahir’le bilindi.
Tebeşir tozu ve “iki” manâsı gibi. İkisi birbirini
tamlayıcı gibi. Tebeşir tozunda ikiyi görebiliriz.
Tebeşir tozu ikiyi aşikâr, zahir eder; hem de gizler!.
Kısacası, “İki”, tebeşir tozu değildir, ama tebeşir
tozuyla bilinir.
Tabiî
burada hemen akla şu soru geliyor: Manâ’yı temsilen,
sayı dedik, iki dedik... Sonra dedik ki “iki” dahi
varlıktır. Külliyen manâyı değil, soyut varlığı temsil
edebilir! Madem varlıktır “iki”, kim var ediyor, kim
biliyor ikiyi?
Bir “ben”
yok mudur, ikiden içeri?
“İki”
kendisi mi biliyor “iki”yi, yoksa başkası mı biliyor?
Tebeşir
tozu mesela!
Biliyor mu
ikiyi?
Kim
yazıyor, kim okuyor bu iki’yi?
Şimdi,
elimizde bir adet;
“Tebeşir
tozu”,
ve onun
zahir ettiği “İki” manâsı,
ve iki’yi
bilmesi ve bildirmesi gereken, “Bilen” var.
Etti üç!
Bir gönül
ehlinin buyurduğu gibi: Ya üçtür, ya hiçtir!
Şimdi
burada insan tanımı da ortaya çıkıyor. Teşbihte hata
olmaz: “İnsan, ‘iki’ olduğunu bilen tebeşir
tozudur!” Eğer bilmiyorsa; “No, it is a pieces of chalk!”
“…. Bu
durumda Allah, kâinat ve Âdem üçlüsü bir sacayağı
yahut teslis meydana getirmektedir. Allah
kendindeki tüm vasıfları Âdem’i meydana getirmek üzere
kâinata yansıtmış, kâinat Âdem’i meydana getirmiş ve
Âdem de Allah’a rücu etmek suretiyle devreyi
tamamlamıştır. Böylece bir nokta olan insan, Allah’tan
kâinata, kâinattan Âdem’e ve Âdem’den tekrar Allah’a
dönmek suretiyle bir daire meydana getirerek devresini
tamamlamış, yani bir nokta iken daire olmuştur…” Lütfi
Filiz
Sizin de
gözünüzün önüne Kâbe geldi, değil mi?
Yoksa
Semâ’ya mı kalktınız?
***
Bazen her
şeye kısa ve net cevaplar ararız. “Bu nedir?” “Bu
şudur”, gibi. Ama her zaman öyle olmuyor, işte! O zaman
nüans kayboluyor. Sezgisel olanı kaçırıyoruz. Bu
yüzden, bilginin sezgisel boyutunu (intuitive knowledge)
metaforlar yardımıyla yakalayabiliriz. Meselâ,
tasavvufta deniz metaforu.
Bir
zamanlar aklımdan şöyle bir soru geçmişti: “Allah’a
nasıl dosdoğru yönelebilirim?”. Anahtar kelime
yönelmek! Her ne kadar O’nun vechi her yönde olsa
da, bir kıble tutturmak zorundayım. Yoksa başım döner!
Kayar, düşerim. O Rab, ben ise kulum. Zorluk bana,
kolaylık ve kolaylaştırmak O’na...
Öyleyse,
Allah’a nasıl yönelmeli, bu yönelişi nasıl tasavvur
etmeliyim?
Bu yöneliş
aslında ‘iman’dır. Ya Ahad ve Samed olana veya ayrık
bir tanrıya imandır.
Allah Ehli,
“dalganın çokluğu denizi iki yapmaz” demiş.
Sayılardan daha kolay. Çünkü deniz görülür bir şey!
Naçizane, hep derim: Görünenden görünmeyene gitmek,
gözümüzün önündekileri tefekkür etmek daha kolaydır.
Muhammed Aynasında görünmese idi, bilinir miydi?
Bilirdi; ama bilinmezdi! Vahdetin kesrete
döndüğü nokta. “Yâr bana bir eğlence meded!”
Hak, âlemleri yaratmakla kendini aynada seyretti!
Enel Hak diyen de kendini aynada seyretti. “Kendin”
aynada görülür. Öyleyse, bilinmeklik için görmeklik,
görmeklik için Muhammed Aynası gerektir. Görünen,
kâinat, tabiat, sıfat, Hüvezzahir. Görünmeyene
görünenden gidildiğine göre, O’na, ancak ve ancak
Muhammed’den (sav) gidilir. Ve bir anlamda “O’na
gitmek” “Muhammed’e (sav) gitmek”tir. Çünkü O sıfatıyla
bilinebilir ve sıfatı Muhammed’dir (sav). Ya,
pekalâ, Muhammed’e (sav) nasıl gidilir? Vârisinden.
Devrin kâmilinden. Yine, Hüvezzahir’den. Aynadan
başka yol yoktur görmeye. Ve ayna, insandır.
Çünkü bütün isimler sadece İnsan’da cemdir. O
nedenle, şeyhinde (yaşayan kâmilde) fena bulmayan,
Rasul’de (sav) fena bulamaz! Rasul’de fena bulmayan da
Allah’da fena bulamaz ki bu sebeple “El ele, el Hak’ka”
denmiştir. “İnsan başıboş bırakılacağını mı zanneder?
O, dökülen erlik suyundan bir damla değil miydi?”
(75- 36/37) Zahir’de insanı bilmeyen, Hüvezzahir olan
İnsan’ı görmeyen, Hüvezzahir olanın
“İnsan” olduğunu görmeyen “dünyada kör, ahirette
de kördür”. Dünya asla başıboş olmadığı
gibi, bu dünyanın da bir kalbi, füyuzatı
pompalayan donörü vardır. El an kemakân.
“Kendisinden
sonra gelecek bütün evliyaullah, “el ulemâu
verasetü’l enbiya” (âlimler, nebilerin
varisleridir) hadis-i şerifleri fetvasınca Hz.
Peygamber’in zahir ve bâtın ilminin vârisleridir.
Buradaki ulema kelimesi,
tecvidde medd-i muttasıldır yani dört elif miktarı
uzatılır. Tasavvufî açıdan baktığımızda bu dört elif
miktarı uzatmayı şöyle açıklayabiliriz:
Birinci medd: Fenâ fi’ş
şeyh makamı
İkinci medd: Fenâ fi’r
resul makamı
Üçüncü medd: Fenâfillah
makamı
Dördüncü medd:Bekâbillah
makamı
Hangi âlim
bu dört makama vâkıf ve vasıl ise, vârisu’n nebî olan
ulema odur ki; o gerçek ariftir. Yoksa taklitle
meşgul olan ya da derleme bilgilerle kendisini bir şey
sanan nefsinin zebunu olmuştur.” Aziz Mehmet Dumlu
“Herhalde sana biyat edenler ancak Allah'a biyat
etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin
üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine
bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse
Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (48-10)
“Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana biyat
ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde
olanı bilmiş onlara güven indirmiş ve onları pek yakın
bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.” (48-18)
Gaye, daima
müsebbiptir. Ama müsebbip, sebeptedir.. Sebebe sarılmak,
müsebbip içindir. ‘Sebepte kalmak’ ise, zulümdür.
Suretperestliktir. “Allah’tan korkun ve O’na
yaklaşmaya sebep arayın” (5-35). Mürşidler,
sebeptir. Gönül doktorlarıdır. Belki de onların
işine zahirde en iyi örnek hekimlerin işidir. Biz
şifayı Allah’tan umar, ama yine de doktora gideriz.
Allah’tan şifa isteyen hasta, doktora gitmekle,
iyileşmeye sebep aramakla, doktorun ilmine tam teslim
olmakla Allah ile arasına doktoru mu sokmuş olur?!
Allah ile ara’mız (boşluk) var mıdır? Hasta, evde oturup
dua ederek, Allah’tan sırf şifa dileyerek iyileşir mi?
Ya, tedavi konusunda doktorla pazarlık olur mu? Hangi
doktor hastasını işine karıştırır? Doktor “Kolunu
keseceğiz” dese, “parmağımın ucundan alsanız?” diyerek
onun işine mi karışırız, yoksa “O doktor, ben bilmem, o
bilir” deyip, onun ilmine canımızı teslim mi ederiz?
Peki, doktorun elinde bizi iyileştirmek için sihirli
değnek mi vardır? Şifa doktordan mı, Allah’tan mıdır?
Doktorun verdiği ilaçları ve tedaviyi tam uygulamak
hastanın, mürşidin dediklerini tam yapmak da müridin
gayretidir. Ve doktorun ilmiyle bütün yaptığı
aslında, yine bizim, kendimizin bağışıklık
sistemine dayanmıyor mu? Öyleyse, mürşidin himmeti de
kişinin kendisine dayanmaktadır. Böylelikle,
himmet, insanın kendinden kendine olup; hidayet, tıpkı
şifa gibi, elbette Allah’tandır. Tasavvufta,
“mürşid şarttır, ama iş tohumda biter” denmesi bu
yüzdendir.
Gaye, daima
müsebbiptir. Ama müsebbip, sebeptedir. Sebep-müsebbip
yakınlığına vasıl olmak, yakîne vasıl olmaktır.
Mürid Mevlâna’nın, Şeyh Şems’e muhabbetini veya
mürid Yunus’un Şeyh Taptuk Emre’ye bağlılığını,
“Efendi Sevgisini” bu minval üzere anlamalıdır. Çünkü,
müsebbip sebeptedir ve sebepsiz müsebbip bulunamaz;
çünkü onun gayrı değildir. Öyleyse, sebebi
/SIFATI çok sevmelidir!
“Sizden biriniz, İman da
kemale ermez; ta ki, ben ona nefsinden, malından,
evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça.”
Hz. Muhammed (sav)
“Bir gün
Hazreti Ömer (ra): “Ya Rasûlullah, nefsim müstesna, sizi
herkesten, her şeyden daha çok seviyorum” demişti.
Efendimiz (sav): “Ya Ömer! Sizden biriniz, beni
nefsinden de daha çok sevmedikçe gerçek Mümin olamaz”
buyurdular. Hazreti Ömer (ra) : “Yemin ederim Ya
Rasûlullah, şu anda sizi, nefsimden de daha çok
seviyorum” deyince Efendimiz (sav) : “Şimdi oldu Ya
Ömer” buyurdular...”
“İyilerle
dost olan, misk satanla beraber olan gibidir. Onun güzel
kokusu diğerine bulaşır. Kötülerle dost olan da demirci
çırağı ile beraber olan gibidir. Onun isi ve pis kokusu
da diğerine bulaşır.” (İbn-i Mübarek; Kitabü’z Zühal)
“Kişi,
arkadaşının dini üzerinedir.
O halde,
herkes kiminle arkadaşlık ettiğine baksın” (Tirmizi)
“Tam
anlamıyla iman edebilmek için bir şeyi algılamak
gerekir. Gayba iman laftır. İnsanın kafasının
içindekiler gayb âlemine aittir. “Ben gayba, gaybdakine
iman ettim” demek,
“Kafamda
yarattığım ilâh-ı mec'ule inandım, ona tapıyorum”
demektir. Avam, gayba iman eder, ama şahadete inemez.
Şahadette O'nu bilebilmek için mutlaka el tutmak ve
canlı kitaptan istifade etmek gerekir. İnsan ne
zaman tam iman edip, ilmi öğrenir ve dağıtacak hale
gelirse, artık suyunu kendi kaynağından çıkarıyor
demektir ki, bundan sonra tekrar el tutmasına gerek
kalmaz.” Lütfi Filiz
“İman
yetmiş küsur şubedir” Hadis-i Şerif. Âdem’e secde
etmek, O’nu şehadet âleminde tanımak, zahirde görmek
ezelî nasiptir. İnsan görmediğini ya inkâr eder, ya
şüphe eder, ya da zayıf bir şekilde inanır. Böylelikle,
iman bir şube değil yetmiş küsur şube olur. Bütün
isimler insanda talim ediliyorsa, O insandan tecelli
ediyorsa, İnsan’dan başka nerede göreceğiz, ne
göreceğiz? “İnsanın
yüzü Cemalullah’tır
ve Allah'ın
insana
verdiği kitabın ön sayfası, yani Fatiha'sıdır.” Lütfi
Filiz. İnsan ve Kur’an ikiz kardeş değil miydi?
Haydi,
şimdi, denizi tefekkür edelim.
"Nasıl
ki su önce öldürür, sonra ölüyü başında taşırsa, sen de
ölü gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa kendi bilgi ve
kabiliyetine güvenen kişinin bu deryadan kurtulması
zor." Hz. Mevlâna
Şimdi, bir
deniz hayal edelim ki başı ve sonu olmasın. Sadece O
olsun. Evvel ve Ahir olarak.
Sonra deniz
kendinden kendine dilesin ve kudretiyle
dalgalansın. Ve dahi, dalga, köpüklensin. Varsın
bunlara “âlemler” densin! Varsın denmesin!
Hangi dalga
“ben kendi başıma varım” diyebilir?
“O halde
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”
(Rahman Sûresi)
Bununla
birlikte dalganın varlığı inkâr edilebilir mi?
Deniz
istedikçe dalga vardır.
Denize kim,
ne diyebilir ki? Başka deniz yok!
Peki,
dalganın varlığı ancak deniz ile değil midir? O halde
var olan dalga, denize nispetle “yok”
hükmünde değil midir?
Bu durumda
dalga, sadece denizin bir özelliği, sıfatıdır. Zât ise
denizdir ve dalgaya istiva etmiştir. Kâdir
olmadığı zerre yoktur. Çünkü sadece O vardır.
Dalga,
köpükleriyle beraber denizden gelmiştir ve yine denize
gidecektir.
Böylece,
dalgada bütünüyle hüküm süren denizdir.
Dalga,
ancak denizin irade ve kudretiyle, deniz dilediği
kadar ve denizin dilediği gibi vardır.
Dalga, ne
yaparsa yapsın fânidir ve bâki olan ancak denizdir.
Dalga,
denize bağlıdır, vesselâm. Deniz ise hiçbir şeye bağlı
değildir.
“Siz
Allah’a muhtaçsınız, Allah ise her bakımdan Gani’dir”
(Fatır-15)
Deniz
vardır. Dalgayı ayakta tutan denizdir. Kayyûm
olan denizdir; dalga değil.
Dalganın
kendi başına varlık iddiası kuru ve gülünç bir iddiadır.
Dalganın “Ben denizim” demesi, ancak başını eğip
secde etmesiyle, kendindeki denizle
buluşmasıyla mümkün ve anlamlıdır. Bu
gerçekleştiğinde;
“Kalb-i mümin beytulllah, Kalb-i
mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah”
olur.
Şimdi,
kendimize bir kez daha, biz kendimiz soralım:
“Dalganın çokluğu denizi iki yapar mı?”
***
Allah’ı
hakkıyla tenzih ve teşbih sadedinde deniz
ve dalga tefekkürü umulur ki işe yarar.
Dalga,
deniz değildir. Denizin gayrı da değildir. Dalga denize
muhtaçtır ve onda bütünüyle tasarruf eden denizdir.
Ve nihayet her dalga denize dönecektir. Çünkü asıl olan
denizdir. Her şey denizden gelmiştir, yine denize
dönücüdür; denizin bir sıfatı olarak, denizin
dilemesiyle... Böylelikle, her şey ancak denizden
denizedir.
“Denize
dönmek istiyorum...”
Üniversite
yıllarında en sevdiğim deniz şarkılarındandı. Ünol
Büyükgönenç’in kendine has, o vurgulu yorumuyla,
Nazım’ın coşkulu dizeleri...
“Denize
dönmek istiyorum...”
Şiirin adı:
Hasret. O zamanlar hangi denize özlem duyuyordum
da o nağmeler dindiriyordu veya coşturuyordu
hasretimi, bilmiyorum; ama şimdilerde en sevdiğim
şarkı, duygularımı en iyi ifade eden şarkı, Feridun
Düzağaç’ın şarkısı: Alev Alev.
“Alev
alev yanıyorum
Buzlarım
çözülüyor aşka
Gardım
düşüyor, tutamıyorum
....
Alev alev
yandığım doğru
Küllerimden doğar mıyım sana doğru
Kendimi
arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim
Sendeyim
Al beni ne
yaparsan yap”
“Al
beni, ne yaparsan yap!”
Ne güzel
haykırmış! Sağ olsun!
“Al beni,
ne yaparsan yap!”
Bu mısra
bana nasip olsaydı, şarkıyı ben yazsaydım, o cânım
sözler şöyle olurdu muhtemelen, Feridun Düzağaç’tan
gıyabında helâllık istiyorum:
Al beni,
ne yaparsan yap.
Sultanım,
Padişahım,
Yâ Aziz,
Yâ Hû,
Teneşirde ölün olayım.
Teneşirde ölün olayım.
Al beni,
yıka beni, yuğ beni
Al, ne
yaparsan yap beni.
Artık,
benden ne olursa...
Hû, Hû,
Hû...
Al beni
Teneşirde ölün olayım
Evir
beni, çevir beni
Yıka
beni, yuğ beni
Yüz
derimi!
Yüz
derimi!
Al beni
Ne
yaparsan yap beni.
Al beni,
ne yaparsan yap!
Hasret,
hasret, hasret...
Her ne ile
zuhur ederse etsin, herkesin içinde bir parça “ölmek”,
bir parça hasret, denize dönmek hasreti var galiba. Bir
akşamüstü, gurubun yüzünde, o alabildiğine, o kızıl,
insanın içini şerbete boğan, o kıpkızıl yüzde; ya da
mecazi aşkın, El-Aşk diye, Elif niyetine okunduğu
sevgilinin Lâm yüzünde Mimlenen o serapta, göz
bebeklerinin en derininde, o en koyulukta; ve dahi bir
ses teli bir ses teline değerken, boğazın en çukurunda;
ve bir nefeslinin nefesinde can vermek isteği
benliği teslim alırken, hep, sadece, O’na duyulan özlem,
kavuşma isteği var, aslında.
Hüzün,
hasret, vuslat... Birbirine karışmış...
“Vuslat”tan
daha çok “bilmeklik” yok imiş. En “bilmeklik”, “vuslat”
imiş. Sözsüz!
“Denize
dönmek istiyorum.”
Öylesine mi
söylenmiş bu söz?
Hayır!
Hayır!
Derûnunda
inlemiş, cânı dile gelmiş de söylemiş şair, ne güzel
demiş:
“Denize
dönmek istiyorum...”
Dalganın
denize hasreti olsun... Hani, denizde olup da, denizden
bîhaber olan dalganın...
“Dalga
olmak”tan geçemeyen denizciğin, o aslına, denize
hasreti, aşkı olsun...
Kulun,
Rabbına hasreti olsun...
Yâ Hû!
İllâhû!
Hak!
hasret
denize dönmek istiyorum!
mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
denize dönmek istiyorum!
gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
denize dönmek istiyorum!
denize dönmek istiyorum!
Nazım
Hikmet
“...Ama sonunda yine
geldiğimiz yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz
yer, bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası,
bizim için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, devamlı
olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas
vatanımız neresidir? Neresi olacak, büyük gönül
âlemidir...” Lütfi
Filiz
“İnsanda
bir organ
vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur;
eğer o bozulursa bütün vücut bozulur..
Dikkat
edin, o kalptir.” Hz. Muhammed (sav).
* Dipnot – Kalp ve Kâbe
Hakkında
“Tasavvufta organ olarak
beynin değil, kalbin esas alınmasının nedeni;
kalpteki nokta-yı süveyda'nın hayat noktası oluşudur. O
nokta çalışmadığı zaman geri kalanlar işe yaramaz.
Allah'ın nazar-ı İlâhisi, daima; Fuad da denen, o
noktaya nazırdır. Yapılan bir şeyin doğru mu, eğri mi
olduğunu anlamak için kalbe bakılmasının nedeni budur.
Allah, her zerrede mevcut olduğu halde, insana kalbinden
hitap eder, yani yeri orasıdır. Kalb-i mümin beytulllah,
Kalb-i mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah,
Bir müşkülünüzü halledecek
kimse bulamazsanız kalbinize danışın, o size doğruyu
söyler, Bir insan
kırk gün takva üzere bulunursa onun kalbinden hikmet
pınarları fışkırır,
Hadisleri buna işarettir. Takva: Yeme, içme dahil,
dünyevi hiç bir şey düşünmemek anlamını içerir. Riyazat
meselesi de bundan çıkmıştır.
Burada kastedilen, kalbin et olan kısmı değil, manevi
varlığıdır. Nasıl insan dendiğinde onun bir maddi, bir
de manevi varlığı olduğu kabul ediliyorsa, insanın tüm
organlarında (Özellikle kalbinde) da aynı durum dikkate
alınmalıdır.
İnsanın kalbi Allah'ın
evidir. Fakat, o evi şeytanın evi haline getirmek de
mümkündür. Kâinatta her şey müspet ile menfiden oluştuğu
için, Kelime-i Tevhitte de inkâr ve ikrar vardır.
İnkârı, yani negatif olan Lâ'sı başta, ispatı, ikrarı,
yahut pozitifi olan İllâ'sı sondadır. Ancak, daima
müessir olanın İllâ, müteessir olan ise Lâ olduğunu
hatırdan çıkartmamak lazımdır. Bu durumda, bir insan ne
kadar inkâr ederse etsin, sonunda ispatın elinden
kurtulamayacak demektir. Bunun daha kolay anlaşılır bir
açıklaması: Hiç kimse Allah'ın elinden kurtulamaz,
çünkü, O müspettir cümlesiyle yapılabilir. Bu noktada;
kâinatın da, Allah'ı ispat eden bir delil olması
dolayısıyla, müspet olduğunu ilave etmekte fayda
vardır.
Allah'ın hakiki evi olan kalbimizi şeytana tahsis etmiş
olduğumuz da maalesef, bir gerçektir. Bu nedenle
huylarımız kötüleşmiş, berbat olmuştur. Kalp evimizi
iyice temizleyip, mamur hale getirmediğimiz sürece,
Allah'ın oraya gelmesini beklememiz anlamsız olur.
Çünkü, kalp iyice temizlenip, şeytani düşüncelerden
arınmadıkça Allah oraya gelmez. Bir şiirimizde:
Padişah konmaz saraya, hane
mamur olmadan
mısraıyla kastedilen, insanın kalp hanesidir, Mamur hale
getirilmesi gereken orasıdır. Çünkü kalp, semavi, yüksek
bir âlemdir.
Mutasavvıflar iki Kâbe'den bahsederler. Bunlardan
birisi; Beytullah da denen, Hazret-i İbrahim'in,
Allah'ın emrettiği yere inşa ettiği Kâbe'dir. Orada,
Hacer-i Esvet'in karşısında Makam-ı İbrahim vardır.
Tavafa oradan başlanır ve yedi kez dönülür. Her dönüşün
adına: Şavt denir. Yedi tur tamamlandığında tavaf bitmiş
olur. Bu dönüşler merkeze yakın olursa on beş dakikada
tamamlanır. Merkezden uzaklaştıkça süre uzar ve en uzak
kısımlarda bir ilâ bir buçuk saati bulabilir.
İşin aslına bakılırsa, bu
Kâbe bir semboldür. Çünkü, onu kul yapmıştır. Hakiki
kâbe ise insanın kalbidir. Bu nedenle, daima: Allah,
Allah diyerek atmakta ve O'nu zikretmektedir. Bir
taraftan: Kalb-i mümin beytullah denirken, diğer
taraftan Allah'ın:
Yere, göğe sığmadım mümin
kulumun kalbine sığdım
buyurmasının nedeni
budur. Allah, bu sözüyle, kendi evine gelebileceğini ima
etmektedir. Bu geliş, iç âlemden dış âleme ziyaret
şeklindedir. Biz de öyle yapıp, iç âlemden bu âleme
gelmedik mi?
Ama sonunda yine geldiğimiz
yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz yer,
bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası, bizim
için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, devamlı
olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas
vatanımız neresidir? Neresi olacak, büyük gönül
âlemidir...
İkinci Kâbe ise: Beyt-i
Mamur adını alır ve Gökteki süruş (Haberci)
meleklerinin yurdu olarak nitelendirilir. Esas imar
edilmesi gereken beyt (Ev) budur.
Beyt-i Mamur, aslında imar
edilip gelmiştir. İnsana düşen, onun bu muammeriyetini
(Canlılığını) ömrü boyunca devam ettirebilmektir. Beyt-i
Mamur'daki tavaf süresi de, Kâbe'deki tavaf süresi gibi,
merkezden uzaklaşıldıkça uzar.
"Arş-ür rahman melâikesinin iki
kulağı arası beş yüz yıllık mesafedir"
sözü, bu durumu anlatabilmek için söylenmiştir.
Allah, kalbin nakşını daima yapmaktadır. İnsana düşen;
oradaki putları, yani kendi düşünceleriyle meydana
getirip, ilâhlaştırdığı fikirleri temizlemek, atmaktır.
Allah, âyetlerini âfakta ve enfüste geçerli
kılmıştır. Örneğin: Mekke'yi mübarek kılıp, orayı
insanların toplanma yeri yapması işin âfaki yönüdür.
Enfüste ise, herkesin kendi Kâbe'si ve o Kâbe'de kendi
putları vardır.
Âfaki olan Kâbe'yi Mekke'de
Allah yaptırmıştır. Ama, onu kullarının eliyle
yaptırdığı halde, Beyt-i Mamur olan kalbi, kulun hiç
bir dahli olmaksızın, bizzat yapmıştır. Ana
rahmindeki hayatın dördüncü ayında kalbin atmaya
başlamasında, insanın hiç bir etkinliği yoktur. İnsanı,
nasıl ana rahminde elli, ayaklı, gözlü, kulaklı, yani
her şeyi tam ve yerli yerinde yarattıysa, onun kalbi
olan Kâbe-i muazzamayı da, içindeki nokta-yı süveyda
denilen Hacer-i Esvet'iyle birlikte, bizzat
oluşturmuştur. Nokta-yı süveyda denen o nokta,
nazargâh-ı İlâhidir. Kalbin aksi kâinat dendiğine
göre, kevnuniyet âlemindeki Mekke de, kalbin aksinden
olma bir keyfiyettir. O halde, kalp denen şey:
aslında bir manadır ve görünen âlem, o mananın zuhuruyla
ortaya çıkıp, bu adı almış, o kalpteki insanlar da bu
âlemde: Mübarek Mekke <3-96> demeye başlamıştır.
İnsanın ıslah olması,
kalbini okumaya başlaması ile mümkündür. Bu, kişinin
her şeyi, her zaman doğru söyleyen vicdanına
danışarak yapması demektir. Çünkü, vicdan, insanın
kusurlarını gösterir. Eğer kişinin vicdanı rahatsa, o
zaman kendisi de huzurludur, rahattır ve mutludur, yani
cennettedir.
Kusur işleyen bir kimse
kendini affetmediği sürece, Allah da onu affetmeyecekir.
Burada: İnsan kendini nasıl affedecektir sorusu ortaya
çıkar. Bunun yolu, iyi huylar kazanmak ve kötülüklerden
kurtulmaktan geçer.
Her insanın yaptıklarını
vicdanına danışarak yapması ve vicdanının emirlerine
göre davranışlarını düzeltmesi halinde, esas amaç olan:
Din-i tabii hayata geçmiş olur. Böylece, insanlarda
şüphenin doğmasına neden olan yalan ortadan
kalkacağından, yalansız ortamda her şey doğru ve düzgün
gider. Çünkü, bekâ âleminin tüm sırları kalpte
tecelli etmektedir. Bunu: Zat sırrının yansıdığı
yer kalp aynasıdır, yahut: Beka sırları bu aynadan
görünmektedir diyerek de anlatabiliriz. Bu duruma göre:
yok, varda; var da, yokta görünmektedir. Yani,
göremediğimiz için yok zannettiğimiz varlık, görüp de
var zannettiğimiz yokta (gölgede) göründüğü gibi, bunun
tersi de olmaktadır. Çünkü, burası masdar (sudur,
çıkış yeri) dır ve O evveldir, o ahirdir, o
zahirdir o bâtındır, ve o her şeyi tüm olarak bilendir
<57-3> âyeti gereği; evvelinin, ahirinin, zahir ve
bâtınının birleşme yeridir. Bu nedenledir ki:
kalp, Muhammediyet makamıdır ve
Muhammed oradan tecelli eder.
İşte, manen kalbe çok fazla önem verilmesinin nedeni
budur.
Kalp, insanın maddi ve manevi
hayat noktasıdır. Allah'ın iki parmağı arasında
oynatarak takallüb ettirdiği (yönünü değiştirdiği) ve
kâh cemal, kâh celaliyle tecelli ettiği yer burasıdır.
İnsanın; kâh neşeli, kâh sıkıntılı oluşunun sebebi de,
bu tecellilerin birbirini takip etmesidir. Çünkü
kalp, hangi esma etkisinde olursa olsun kendine, yani
aynasına yansıyan tecelliyatı, sema-yı arşın icmaldeki
temsilcisi olan beyne aksettirmektedir. Bu yüzden
beyin kapasitesi hudutlu, kalp kapasitesi, yani aşk ve
istekler ise hudutsuzdur* diye bilinir. Böyle olunca
da, kaybolmuş bir hazine olan hikmeti nerede bulursak
almamız gerekir.” Lütfi Filiz / Noktanın Sonsuzluğu
(*Bilim, zerrenin külle
ayna olduğunu, zahirde et parçası olan beynin,
levhi mahfuz oluşunu ispata doğru gidiyor. “Varın
yok, yokun var olması; maddi ve manevi, sagir ve kebir
kavramları bir simetrinin sonucudur. Allah, aynı
simetriyi insan vücudunda da meydana getirmiştir.
İnsan beyni, levh-i mahfuzun temsilcisidir.
Kalpten yansıyan her şey beyindeki hücrelerce zapt
edilir ve böylece bu hücrelerin her biri birer âlem
olur. Beyin, bir ağacın kökleri gibidir.
Gözle görülmez, ama ağacın beslenmesini sağlar.
İnsandaki ruhsal fonksiyonların ayarlanması ve insanın
dünyaya adaptasyonunun sağlanması beynin görevidir.
Beyindeki, yahut tasavvufi tabiriyle: Arş-ür Rahman’daki
tüm hücreler, A’yan-ı Sabite görevi yapar ve tıpkı bir
düşünce kitaplığı gibidir. Bu düşünceler zamanı
geldiğinde, beyinden fikir olarak alınır, harf elbisesi
giydirildikten sonra kelime ve cümle haline getirilip,
mananın tecellisi (Meydana çıkarılması) sağlanır. Mana
tecellisi, muhabbet-i ilâhinin zuhuru için kendinden
kendine olur, yani bu anda kişi bir taraftan konuşan,
diğer taraftan dinleyen, yahut veren ve alan
durumundadır. Bunu: “Bir taraftan seven, diğer taraftan
sevilen yine kendisidir” diye de ifade edebiliriz.
Çünkü, O’nsuz bir zerre yoktur. Böyle olduğu için
de, büyük nezafet (Temizlik, tam sağlık ve selamet)
gereklidir. Allah’ta eğrilik, hastalık gibi kusurlar
olamayacağı için, O’nun aynası olan insanda da manen
bunların olmaması lazım gelir. İnsan, her zaman
söylediğimiz gibi, kâinatın özetidir.” Lütfi Filiz
http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1015747&Kategori=yasam&b=Tanrinin%20varliginin%20kaniti%20mi)
Kitap:
http://www.pandora.com.tr/urun.aspx?id=154898 |