Doğal dini kişinin saf özünde
bulması, daha önce o saf öze erenlerin hikmetlerinden
nasiplenmediği sürece, gerçekleşmeyebilir. Hatta kişi,
doğru yol üzere olduğunu sanıp aldanabilir de.
Çalışmalarımızın amacı da tüm dinlerdeki özellikle
İslamiyet’teki doğal dine ait verilerin elden geldiğince
bir araya getirilerek kişiye klavuzluk etmesini
sağlamaktır. Zira aksi hal, kişinin kendi hevasına
(varsayım, zan ve heveslerine) ya da manevi otorite
bildiklerinin hevasına uyması tehlikesini doğurabilir.
Bu konudaki Kur’an’dan bazı uyarılar şunlardır:
“Kendi hevasını tanrı edineni gördün mü?” (25/43),
“Hevana tâbi olma!. Aksi halde bu, seni Allah yolundan
saptırır.” (38/26),
“Emr olunduğun
gibi ol!.. Ve, onların hevâlarına tâbi olma!..” (42/15),
“Hevasını kendisine ilâh edineni gördün mü!.
Allah, o’nu bir
ilim üzere saptırmış , kulağını ve kalbini
mühürleyip, gözüne de perde çekmiştir. Artık, Allah’tan
başka kim o’na hidayet edebilir?.. Düşünmez misiniz?..”
(45/23), “Arkadaşınız, ne dalâlete düştü ne de batıla
inandı. Ve O, hevasından konuşmaz. Bildirdikleri,
vahyedilenden başkası değildir..” (53/2,3,4), “Halbuki
onların bu hususta ilimleri yoktur. Onlar sadece zann’a
tâbi oluyorlar…
Zan ise, Hak’tan hiç bir
şey ifade
etmez!..” (53/28),
“…Onlar ancak,
zann’a nefislerinin hoşlandığı şeylere tabi olurlar.
Andolsun, kendilerine rablerinden hidayet gelmiştir.”
(53/ 23), “Rabbiniz (sizi yönlendiren) hakkında
beslediğiniz zan var ya. İşte sizi o mahvetti. Ve siz,
kaybedenlerden oldunuz..” (41/ 23), “Onların
çoğu ancak, zanna tâbi olurlar. Zan ise, Hak’tan bir şey
ifade etmez!..” (10/36)
Allah indinde din olan İslam,
insanların dünyasındaki “Müslümanlığı” da,
“Hıristiyanlığı” da, “Museviliği” de, hatta
putperestliği de, hepsini kapsar. Bagavad Gita’da da
tapınma için şunlar söylenir: “Bütün tapınmalar
banadır ve ben hepsini kabul ederim.” “Büyük bir inançla
başka tanrılara tapanlar, aslında dolaylı bir yoldan
bana tapmaktadırlar.” Benzer şekilde, Tasavvuf
alimlerince, masiva baştan ayağa ilahi isimler ve
sıfatların tecellilerine mahzar olup bunların sırrı
bütün eşyada sinmiş halde bulunduğundan, bir insan hangi
dinde olursa olsun, neyi severse sevsin, neye taparsa
tapsın, o seviş ve o tapış, bilmediği halde yine Allah’a
yönelir. Bu nedenle, Kur’an’da, “Ve
Rabbin hükmetti ki , kendinden gayrına kulluk edilmeye.”
(17/23) denir. Bu Rabbin hükmü, “benden başka
şeylere tapmayın” yasaklamasını değil, neye köle olursan
ol, istesen de istemesen de Allah kulluğundan
kurtulamayacağın anlamını verir. Ancak bunun idrakinde
olur ve yaşarsan Has Din’e erersin.
Mahmud-i Şebisteri,“Puta
tapan kafir, putun nasıl ilahi bir sırra mahzar olduğunu
bilseydi, nasıl yolunu kaybetmiş bir azgın olurdu”
diyor. Ancak Kur’an’da, “Allah yanısıra ilah
oluşturma! Sonra ,aşağılanmış ve kendi başına bırakılmış
olursun…” (17/22), “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız,
sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka
bir şey değildir.” (12/40), “Bu, evvelkilerin
âdetlerinden başka bir şey değildir.” (26/137), “Allah
yanı sıra, bir de ilâh mı var?.. Ne kadar kısıtlı
düşünürsünüz!..” (27/62), “Yoksa onların Allah’dan gayri
bir ilâhları mı var?.. Allah, şirk koşulmaktan yana
münezzehtir.” (52/43), “Bunlar, sizin ve babalarınızın
taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah, onlar
hakkında hiç bir delil indirmemiştir…” (53/23), “Allah
yanı sıra, kendine bir tanrı edinip boşuna yalvarma!..”
(26/213), “Onlar Allah’ı bırakıp tanrı edindiler,
yardımı olur düşüncesiyle..”(36/74),
“Bilin ki,
şirkten arınmış halis olan Din, Allah’ındır. O’ndan
gayri dost edinenler: “Biz onlara, bizi Allah’a
yaklaştırsınlar diye, tapınıyoruz” derler… Muhakkak ki
Allah, gerçeği örten yalancılara, hidayet etmez!..”
(39/3) denerek, her ne kadar Allah’tan
başka şeylere tapanlar dolaylı yoldan Allah’a yöneliyor
olsalar da, araya ilahlar ya da aracılar koymalarının
sadece zanları üzere olan bir “oluşturma” olduğu ve
uygun görülmediği de belirtilir. Burada hemen belirtelim
ki, put bir simgedir. Ayette söylenenler, putlaştırılmış
manevi otoriteler, duygular, tutkular, basmakalıp
inançlar, v.b. için de geçerlidir. Fahrüddin-i Iraki de
“Cümle alem halkının meyli seni bilseler de
bilmeseler de, ebediyete kadar hep sanadır. Senin
gayretinle dostluk etmeye güç yetmeyince başkalarıyla
dostluk etmek, her şeyden senin güzel kokun geldiği
içindir.” diyor.
Yukarda bahsi geçen pasajda
değinildiği gibi, uzakdoğu dinlerinin ortaya koydukları
tapınma, temelde meditasyona dayanır ve aslında somut
bir tanrıya biçimsel ve kurallı bir tapınma değil, salt
benlikten sıyrılma ile ortaya çıkan soyut bir
tapınmadır. Elbette sonradan bozularak bir çok
ritüellerle bezenmiştir. Ama özsel olarak bu tapınma
biçiminde dualar, törenler, kurallar ve yasalar yoktur.
Yalnızca içtenlik, sevgi ve özgürlük vardır. Ki bu
haliyle yaşanan şeye artık tapınma demek de pek doğru
değildir. Bu bir bilinçlenme hali ve gizli bir
ibadettir. Yine Bagavat Gitta’da: “İnsan bir şeye
gönülden inanmak isterse onun yüreğine sarsılmaz bir
inanç veririm ben. İnancı tam olunca, tapındığı şeyi
elde eder. Bu yolla her isteği yerine getiririm ben.
Bilinçleri fazla gelişmemiş olanlar yalnızca geçici
doyumlar elde ederler.
Tanrılara
tapanlar tanrılara kavuşurlar. Ama beni sevenler
doğrudan bana gelir. Tanrılara tapanlar
tanrılara, atalarına tapanlar atalarına, ruhlara
tapanlar ruhlara kavuşur. Yalnızca bana tapanlar ise
bana gelir.” denerek mutlak varlığa yönelenlerin,
gerçeğe erişlerinden bahsedilir, ve “Ben, yalnız
bana tapan ve benden başka hiçbir şey düşünmeyen
insanların her türlü gereksinimini karşılarım.”
denerek Fatiha suresindeki “Yalnız sana kulluk eder
yalnız senden dileriz” ayetiyle vurgulanan ortak
bir gerçekten bahsedilir.
A.F. Yüksel bir yazısında
“Tüm dinlerden gelen saf bilgiyi bir araya getirmek, tüm
dinere mensup ermişlerin ortak yolunu keşfe çalışmak,
günümüzde olduğu gibi, geçmişte de yapılan, hatta İslam
dini bünyesinde yer alan bir inceliktir. Hazreti
Muhammed, geldiği toplumda yozlaşmış inanç sistemlerini
reddetmekle birlikte, gelmiş geçmiş tüm peygamber ve
velileri ve yansıttıkları hakikatleri kabul etmiştir.
Allah indindeki adına din denen bu gerçek, gelmiş
geçmiş tüm peygamberler tarafından, kendi toplumsal
düzey ve kültür şartlarının içinde, ait oldukları
toplumun bakış açısıyla anlatılmıştır” diyerek çok
önemli bir konuya temas etmişti. Esasen peygamberler,
toplumlarının kültürlerinden kopuk bir yaşam sürüyor
değildirler. Ve özlerinde buldukları gerçeği, kendi
bilgi, kültür ve birikimleriyle dile getirirler. Bu,
toplumun da onları anlamasını sağlar. Bu açıdan
bakıldığında, vahy mekanizmasının da öz itibariyle
Allah’tan geldiğini, ancak peygamberin kültür bilgi ve
birikimine göre şekillenip yansıdığını söylemek pek de
yanlış olmaz. Gerçi Kur’an, lafız olarak da ilahidir ama
bu lafızsal ilahiliğin özsel boyuttan kaynaklandığı, ve
lafsın ister istemez bir kültür yansıması olan dile
dayandığı dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. O yüzden
Kur’an’da “Biz O’nu akledip anlayasınız diye, Arapça
bir Kur’an olarak inzal ettik” (12/2) denir. Yani
peygamberin,
özünde bulduğu hakikati dilinde ifade etmesidir Kur’an;
ama asıl olarak ifade edilmekten öte bir hakikati
barındırır bünyesinde ki ancak anlayalım diye
dile getirilmiştir. Bu konudaki diğer bazı
ayetler şunlardır:
“Eğer biz onu,
yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki:
“Ayetlerin, bizim dilimizde, ayrıntılı bir şekilde
açıklanması gerekmez miydi? Arab’a yabancı dilden kitap
olur mu?” (41/44) , “Biz, O’nu anlayasınız diye
Arapça bir Kur’an olarak meydana getirdik. Ve O, (Kur’an)
indimizdeki Ümmü-l Kitab’da Yüce ve Hakîm’dir..”
(43/3-4), “Biz Kur’anı, idrak etsinler diye, senin
lisanın olarak kolaylaştırdık.” (44/58)
Ahmet Baki ve Ahmet
Hulusi’nin sıklıkla üzerinde durdukları gibi, işte
peygamberler “Allah indindeki o sistemi” kendi
yaşadıkları ortam ve şartlar içinde açıklamışlardır ki,
bu sistemin Allah indinde adı İslam’dır. Yani, kelime
anlamıyla, mevcud olan herşeyin varoluşu itibariyle,
varedeni, aslı, özü olan, tek hakikat Allah’a teslim
halinde olması ve yine kelime anlamıyla bu teslimiyetten
doğan barış, sükun, selamet halini yaşaması. Zira İslâm
, “Slim” ve “”Selâmet” kökünden gelir ve selâmete
ermek, barış içinde olmak demektir. Bir diğer anlamı da
teslim olmak demektir. Ama bu kavramlar, iki ayrı
varlıktan birinin diğerine teslim olması şeklinde değil,
yaratılanın, özünde Yaratıcıyı bulması anlamında
değerlendirilmelidir. Yaratılan, Yaradan’a telim olarak
selamete erer. Yani fiillerinin ve varlığının özündeki
yaratıcı gücü görmesiyle. Ruh, ancak ozaman sukunete
kavuşur ve bu
anlamsız bir yumak olan kaos evreni felsefi bir dert ve
keder kaynağı değil, anlamın kendisi haline gelir.
Bu hal, Kur’an’da, “Ey iman edenler,
hepiniz topluca
‘barış ve güvenliğe (Silm’e, İslam’a) girin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir
düşmandır.” (2/208)
“Rabbi ona:
“İslam ol!” demişti, “Alemlerin Rabbine teslim oldum.”
dedi.” (2/131) denerek dile gelir.
Bu nedenle tasavvuf ekollerinde, müridden istenen ilk
şey Allah’a teslim olmayı ya da Allah’a ulaşmayı
dilemesidir. Çünkü söylediğimiz anlamda Allah’a teslim
olmayan, yani gerçek manada İslamiyet’i yaşamayan kişi,
ikiliğin hükmü altındadır; Tümel Teklik bilincine
erişememiş demektir. Ve Eğer kişi bu gerçeği idrak edip
bu gerçeğe teslim olmazsa, sürekli bir şekilde bu tek
gerçekle mücadele ediyor, savaşıyor demektir.
Kur’an’da da “Evet, kim
vechini (varlığını) Allah’a teslim ederse o,
muhsinlerdendir, mükâfatı Rabbi kalındandır ve onlara
korku yoktur ve mahzun da olmazlar.” (2/112)
denir. Burada vechin Allah’a teslimi,
“Yeryüzünde bulunanların hepsi fanidir. Bâkî olan Celâl
ve ikram sahibi Rabbinin vechidir” (55/26,27),
“Başını ne yana döndürürsen Allah’ın vechini görürsün.”
(2-115), “O’nun vechinden başka her şey helak
olacaktır. Hüküm O’nundur; O’na döndürüleceksiniz.”
(22/88) gibi ayetlerle vurgulandığı üzre, kişinin,
her şeyin ve kendinin öz varlığı olan mutlak anlamda tek
gerçek olan Vechullah’a (Allah’ın vechi) kendini teslim
etmesidir. İşte insanın birey olarak ve
insanlığın topluca asıl huzursuzluğu, bu idrakten uzak
olunmasında yatar. |