Hz.İnsan
Ali Öztaylan efendiyi ziyarete gittiğimde bana şiir
söylemesini rica etmiştim.. Şimdi buraya taç olacak şu
şiirleri okudu, bendeniz de yazdım..
KUDÜMÜNLE
MÜŞERREF KIL BUYUR BİZE HABERSİZCE
NE DEVLETTİR Kİ KİŞİNİN SEVDİĞİ GELİR HABERSİZCE
* * *
DOKUNMA GÖNLÜME ÇOK İNCEDİR KIRILIR
ORASI MABETTİR ORADA IŞK(GÖZYAŞI)KIRILIR
* * *
GELENLER HER ASİTANE EVLİYAYE
GALİP ONLAR DAVETTEDİR ZEVKİ SEFAYA
* * *
MEDYADA
HATIRASINA ÇIKAN HABERLERDEN ALINTILAR
Yıllar önce
bir grup gazeteci arkadaşlarla İstanbul'dan Bandırma'ya
gittik. İlk uğrak yerimiz Bandırma iskelesi karşısındaki
muhallebici dükkanı oldu. Çevresinde bilinen ismiyle
'Tatlıcı Ali Efendi'nin yıllarca bilfiil işlettiği 'Öz
Bandırma Sütevi'nin nefis muhallebileri kadar tefrişi de
bizi etkiledi. Estetik kaygı gözetilerek dekore edilmiş
dükkanda Ahmet Yakupoğlu'nun yağlıboya tabloları, ünlü
hattatlarımıza ait hüsn-ü hatlar duvarları süslüyor,
muhallebi yemeğe gelenlerin önce gözlerine ziyafet
çekiyordu.
CÜMLE
ALEMLE BARIŞIKTI
Dükkandan
telefon ederek ilerleyen yaşında uzleti ihtiyar eden Ali
Amca'nın evine gittik. Kapıda karşılandık. Duvarları
kitap ve hüsn-ü hat eserleri ile dolu bir misafir
odasına alındık. Tanışma ve hoşamediden sonra her
cümlesi 'Efendim'le başlayan, 'Öyle değil mi efendim'le
biten sohbetini dinlemeye başladık. Adeta başka bir
zaman boyutunda idik. Ali Amca'nın üslubu, ifadesi ve
tabii Türkçesi çok başka idi. Osmanlı'nın son ve
Cumhuriyet'in ilk ulemasıyla ahbablık etmiş, Osmanlı
kültür ve irfanını yaşayarak öğrenmiş, İstanbul'daki
bütün kültür ocaklarını tanımış, o muhitlerde senelerini
geçirmişti. Kendi iç âlemindeki kavgaları sona
erdirdiğinden cümle âlemle barışıktı.
Neyi Neyzen
Tevfik'ten dinleyen, hattı Necmeddin Okyay'dan öğrenen,
Fuat Köprülü, Şemseddin Günaltay, İbn-ül Emin Mahmut
Kemal, Necip Fazıl, Rıza Tevfik, Hasan Basri Çantay'ın
yakın dostu olmuş, Süheyl Ünver'in ise hanegiri olarak
en yakınında bulunmuş, Şeyh Hacı Ali Rıza El Bezzaz'dan,
Ahıskalı Ali Haydar Efendi'den Hacı Sami Efendi'den feyz
almış, eski kültürümüzü onlardan tevarüs etmiş, şimdi
ise onu şahsında temessül ettiren edeb ve tevazu deryası
bir kamil insan ile karşı karşıyaydık.
GÜZELLİK
NEREDEYSE ARAR BULURDU
Muhammed
Hamidullah'ın elini öpmek için bir günlüğüne Paris'e
giden, lale bahçelerini görmek için Hollanda'ya gidip
gelmekten çekinmeyen bir güzellik arayıcısı Ali
Öztaylan, cumhurbaşkanı ve birçok siyaset adamı
tarafından aranıp görüşülen bir güzel insan. Kısacık
sohbetimizde bahsetmediği kimbilir daha nice Hak
dostunun muhabbeti, hakikat sırları gizliydi gönlünde.
Ailesi
Balkan Savaşı'ndan bu yana on şehid vermiş, aslen
Üsküplü olan Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi'nin. Ailenin
en son şehidi Güneydoğu'da bir operasyon sırasında
alnından vurulup şehid olan yeğeni. Yeğeninin, kendi eli
ile giydirdiği hırka sırtındayken şehid olduğunu
gözyaşlarıyla söylüyor. “Dayıcığım inşaallah bu hırka
sırtımdayken şehid olurum ve beni böyle defnedersiniz”
diyerek dua ettiğini belirterek “Allah dualarını kabul
etti” diyordu.
ÜSKÜP
KOKULU ADAM
Osmanlı
Coğrafyasında en çok gezen ve bilen Ayasofya Müzesi
Başkanı Haluk Dursun, Ali Öztaylan ile tanıştıktan sonra
devlet-i aliyenin yaşayan izlerini müşahede ettiğini
söylüyor ve onu “Bandırma'dan yayılan Üsküp Kokusu”
olarak vasıflandırıyordu. Ali Öztaylan Beyefendi
Müslümanlığı kaal değil hal dini olduğunun isbatı olarak
yaşadı. Farkındamıyız bilmiyorum; Cumhuriyetin 85.
yılında artık Osmanlı'yı gören “sırlı” kimseler
aramızdan bir bir izzet-i ikbal ile çekiliyor… *ALİ
SATAN(YENİ ŞAFAK)
* * *
Ali
Öztaylan gibiler zaten her nesilde kibrit-i ahmer
hükmünde nadirattan idiler. Ama bizim nesilde giderek
daha da azalıyorlar. Bu zevata Mevlânâ, ‘zamanın
Cüneyd’i’ derdi. Cüneyd bütün güzelliklerin camisi ve
hakkın serdengeçtisidir. Hak erlerinin diğer ismi Cüneyd
idi. Mevlânâ’ya kadar hikmetten nasibi olanlara zamanın
Cüneyd’i denilirdi. Mevlânâ’dan sonra da zamanın
Mevlânâ’sı tabiri yerleşmiştir. Cüneyd alperendir.
Sırların ve sınırların bekçisi. Arapça Mehmetçik’in
karşılığıdır. Cüneyd rical-i gaybın ve erenlerin önde
gelen isimlerinden birisidir. Cüneyd ‘seyyidu’t taife’
yani erenlerin piridir. Ali Öztaylan’ın da bu makama
bakan bir yüzü olmalı. Zaman’daki ölüm haberinden
öğrendiğimize göre Ali Öztaylan, Cüneyd ahvalini
takınmış bir insandı. Ali Efendi, yıllar önce Ali Haydar
Efendi hakkında ulaşabildiği malûmatı toplayıp bir
deftere kaydetmek isteyen ve bunun için kendisine de
müracaat eden bir gence şu cevabı vermişti: “Ricalin
hangi halini kaydedeceksiniz? Onlar bir anda sayısız
âlemleri seyrederler. Yazılıp çizilenler kuru kuruya
zahiri malûmattan ileriye gidemez. Yine de bu hususları
ciddî mânâda araştırıp kayda geçirmek lâzımdır…” Bu
Cüneyd’in de cevabıdır. Ali Öztaylan’ın cevabı Cüneyd’i
kendisine tevhidden soran birisine verdiği aynı
cevaptır. Birisi Cüneyd’e tevhidin sırrını sorar. O
cevabını verir ve çok hoşuna gider ve söylediği sözü
kaydetmek ister. Sözünü tekrar etmesini istirham edince
bu defa Cüneyd başka bir makamda başka bir cevap verir.
Bunun üzerine soran kişi (sail) öncekini yazamadığını
söyler. Bunun üzerine Cüneyd tevhidle alâkalı bir üçüncü
makamdan bahseder. Bunun üzerine soran der ki; ‘Ne
yapayım kaydedemiyorum siz birinci makamda kalın…” Bunun
üzerine Cüneyd dile gelir ‘Söz benden sadır olsa ve
ezberimden olsa hay hay. Ama öyle değil…” Cüneyd
muhatabına sözlerinin sunûhat tarzı olduğunu anlatmak
ister.
* * *
San'atçı da
böyledir. İlhamla yazar ve yapar. Zahirde bir hattat hep
aynı tarzda yazar. Fakat derin tetkik ettiğinizde
hepsinin ayrı ayrı olduğunu görürsünüz. Tornadan çıkmış
gibi değildir. Makamdan içeri makam vardır. İbn-i Arabi
bu sırra ‘halk cedid’ der... ‘Tecdidu’l halk fi külli
anat”: Her anda; salise, rabia ve hamiselerde yani
saniyenin bölümlerinde dahi yeni yaratmalar vardır.
Mevlânâ ve ondan sonra Şeyh Galip’in ‘Cancağızım şimdi
yeni şeyler söylemek zamanıdır…” demesi de işte bu sırrı
ifade eder Kur’ân-ı Kerim de hep bize yeni şeyler
söyler. Çünkü o lisan-ı gaybdır. Kur’ân-ı Kerim’in bu
özelliğini en güzel Üzeyir Garih ifade etmiştir. Şöyle
der: “Herkes kendine göre tefsir ediyor âyetleri. Arapça
çok zengin bir lisandır. Piyanoda, ‘do’ ile ‘re’
arasında bir diyez ve bir bemol vardır. Halbuki, kemanda
‘do ile ‘re’ arasında, yorumlama durumuna göre, sonsuz
aralıklar bulunur…”
Kur’ân
kemana değil keman Kur’ân’a benzetilebilir. Yine keman
kaşlı değil ama keman sözlü şahsiyetlerden birisi de
Cüneyd idi. O bütün makamlardan seslenirdi. Dolayısıyla
sözleri tekrar değildi ve dinleyene asla bıkkınlık
vermezdi.
Bugün Cüneyd’i anlattık yarın Cüneydleri anlatalım.
MUSTAFA
ÖZCAN(YENİ ASYA)
* * *
“Bir genci
kurtarmak vatan kurtarmaktan mühimdir” diyerek, nesil
yetiştirmenin önemini vurguluyor. “Her ilmin başı
edeptir, hiçbir hafiflik göstermeyin” diyerek nasihat
ediyor. Geleceğe ait beklentilerini kaybetmiş yaşlı
insanların dualarının geriye çevrilmeyeceğine dikkat
çekerek, bu yüzden “yaşlılara kayıtsız şartsız hürmet”
etmemizi tembihliyor. Osmanlı irfanı ve kültürü için
Osmanlıca öğrenmenin şart olduğunu, diğer yabancı
dilleri öğrenmenin yanında mutlaka Osmanlıca bilmenin
her Türk münevverinin görevi olduğunu söylüyor...
M.ALİ
EREN-TUNCAY OPÇİN(AKSİYON)
* * *
“96 yıllık
ömründe babam ne vakit namazlarını kazaya bırakmış ne de
oruçsuz günü olmuştur. Bizler ona layık birer evlat
olamadık. Evlatlığımız biyolojik evlatlıktan öteye
geçmedi. Bizlere dua edin biz evlatları da onun gibi
olalım.Biz babamızın ayağının bastığı toprağın tozu
olamayız..
CEMAL
ÖZTAYLAN
* * *
Dünya yeni
bir güne başlamakta, “Dükkân kapısı, Hak kapısı” diyerek
kepenklerini kaldıran Bandırma esnafı işyerlerinin önünü
temizlemektedir. Kim bilir hangi derdine takılıp içkiden
medet uman bir ‘akşamdan kalma’, yalpalaya yalpalaya
yürürken bir muhallebici dükkânının önünde durur, önüne
çıkan çöp tenekesine sövüp sayarak tekmeyi indirir.
Dükkân
sahibi aynıyla mukabele etmek yerine gayet nazik
hareketlerle zavallı sarhoşun elinden tutar, ‘Buyrunuz
efendim’ diyerek içeriye alır, iskemleye oturtur.
Padişah huzurunda hizmet eden bir enderunluyu andıran
hürmetkâr tavırlarla masaya ikramlarını yerleştirir. Bir
müddet sonra kapıya kadar uğurladığı misafiri belki
ömründe hiç muhatap olmadığı bu iltifattan dolayı
şaşkınlık ve mahcubiyet içindedir.
Bandırmalı
Tatlıcı Ali Efendi yıllar önce yaşadığı bu hadiseyi
naklederken, “Öyle değil mi efendim?” der, “Kim bilir ne
derdi vardı zavallının. Aynı şekilde karşılık verseydim
belki de bir cinayet işlenecekti. Öyle mahcup oldu ki
bir daha ağzına içki koymamıştır.”
..... Ali
Efendi, ne tanınmış bir siyasetçiydi, ne ünlü bir
sanatçıydı, ne şairdi, ne yazardı, ne de müzisyendi...
Bandırma’yı mekân tutmuş Üsküplü bir muhallebiciydi.
Ancak “Allah bir kulunu sevdiği zaman, Cibril’i çağırıp
‘Ben falan kulumu seviyorum, sen de onu sev’ der. Cibril
de onu sever ve sonra gökyüzünde şöyle seslenir: ‘Allah,
falan kimseyi seviyor, siz de onu sevin!’ bundan sonra
göklerdeki bütün melekler onu sever. Sonra o kul
yeryüzünde de herkes tarafından sevilip kabul görür.”
müjdesinden nasiplenmiş bahtiyarlardan olmalı ki kendini
her görenin gönlüne muhabbeti yerleşmişti
......
Konuşması, oturması, kalkması bambaşkaydı. Serâpâ edep
numunesi, ‘Edep nedir?’ sualinin yaşayan cevabıydı. Her
cümlesi ‘Efendim’le başlar, ‘Öyle değil mi efendim’le
nihayete ererdi. Güzelliğin, zarafetin,
mahviyetkârlığın, tevazuun timsaliydi. Hazreti
Mevlânâ’nın meşhur kıssasını naklederken kullandığı
“Şükür, tevazuda da papazları geçtik.” cümlesi en çok
onun ağzına yakışıyordu. Her halinden gönül âleminin de
bu mahviyet perdesi altında sırlı olduğu anlaşılıyordu.
Kendi ifadesiyle ‘öğle namazının son sünnetini dört
rekat kılmak müstehaptı, ama zinhar camide değil’.
“Eskiden muallim derlerdi. Şimdi ise öğretmen diyorlar.
Onlar da nun harfini mim yapıp ‘Öğretmem’ diyorlar ve
hiçbir şey öğretmiyorlar efendim.” derdi. Her şeyin
gönülle başlayıp gönülle bittiğini anlatır, ilave
ederdi: “Aradığın şey yaban yerde biten yemiş değildir.”
AHMED
DOĞRU(ZAMAN)
* * *
"Eski
Türkçe'de" diyor, "göz'ün noktasını koymazsanız 'kör'
olur, 'âile'ye nokta koymaya kalkarsanız 'gâile' olur."
"Nokta deyip de geçmeyin" demek istiyor, karşısında
oturduğumuz 'pür insan'. Adeta, "Melek de, şeytan da
ayrıntıda gizlidir" demeye getiriyor. Dikkatimizi
kalemin en küçük ameli olan 'nokta'ya çekmekle, hayatın
yapıtaşlarına atıfta bulunuyor. Yani, nefesi dikkate
almayan hayatı, çakıl taşını dikkate almayan binayı,
hücreyi dikkate almayan insanı, habbeyi dikkate almayan
kubbeyi, damlayı dikkate almayan denizi gereği gibi
anlayamaz, demek istiyor.
Eyvallah! 'Göz'deki 'zel'in noktasını 'aile'nin 'ayn'ına
koyarsanız, her ikisini de anlamından etmiş olursunuz.
Hatta anlamlarının zıddına döndürmüş olursunuz. Gözünüz
"kör" olur, huzur ve mutluluk kaynağı aileniz başınıza
musallat olmuş bir "gaileye" dönüşür. Evet, "hikmet" bir
şeyi yerine koymaktır, bir şeyi yerinden etmeye ise
"zulüm" adı verilir.
İşte bana
bunları hatırlatan girişteki cümlenin sahibi kelimenin
tüm olumlu çağrışımlarıyla bir "bey" ve bir "efendi"
olan, baba dostu Ali Öztaylan. Çağların imbiğinden
süzülüp gelen İslam irfanının 'edep' suretinde
dondurduğu bir sima. Haliyle, yüzüyle, gözüyle, duyan
bir yüreği olana özüyle konuşuyor. Bütün bunların
üzerine ipek bir şal gibi örtüyor sözü; sözüyle
konuşuyor.
Nureddin
Şirin'i ziyaret için gittiğim Bandırma'da, "Allah için
ziyaret" gibi unutulmaya yüz tutmuş bir ibadetin hemen
ödenmiş 'ücreti' olarak algıladım bu buluşmayı.
Nureddin'i göremedim, "postu ziyaret dostu ziyarettir"
deyip bir parça buruk dönerken, böyle bir teselli
armağanıyla ödüllendirildiğimi düşündüm.
"86
yaşındayım" diyor Ali Beyefendi Amcamız. Bana "münkirin
kocası hiç olur, mü'minin kocası koç olur" sözünü
hatırlatıyor: Duru bir hafıza, uyanık bir şuur, keskin
bir zeka.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan, fakat Cumhuriyet
neslinin babadan kalma serveti har vurup harman savuran
mirasyedi evlat gibi israf ettiği "bakıyye" etrafında
dönüp dolaşıyor sohbetimiz. Ben, daha dün sayılabilecek
kadar bize yakın olan bir adım gerimiz konusunda ne
kadar bilgi yoksulu olduğumuzu biliyorum. Bu konudaki
açığımı hatırat kitapları okuyarak gidermeye
çalışmışımdır hep. Ama işte karşımda, canlı bir tarih
oturuyor. Bu ne nimet!
Muhatabım titrek ve usûl sesiyle "Hepsi de zarif
insanlardı" dediği eski dostlarını anlatıyor. Bunlardan
biri ünlü Mesnevi Şarihi ve İstiklal Mahkemesi'nde
İskilipli Atıf Hoca'yla birlikte yargılanan ve son anda
ipten dönen Tahiru'l-Mevlevi (Ongun). Onun kendisi için
yazdığı uzun şiiri hiç teklemeden okuyor. Hafızasına ben
de orada bulunan herkes gibi şaşırıyorum. Mevlevi'nin bu
şiiri bir kitabına aldığını söylüyor.
Söz, ünlü
İslam yazısı âşığı Süheyl Hoca'ya, yani Ord. Prof. Dr.
Süheyl Ünver'e geliyor. Birbirlerine gelip-gidecek kadar
ahbap olduklarını anlatıyor. Onun için de "zarif
insandı" diyor. Dostunun uğradığı bir haksızlığı nasıl
izale ettiğini de aktarıyor bu arada:
Meal sahibi
ünlü alim H. Basri Çantay, Prof. Ünver'in mason olduğu
kanaatindedir ve bunu yazmaktan da geri durmaz. Çantay
Hoca'yla bir beraberliklerinde Üstad konuyu açıyor ve
bizzat Süheyl Ünver'den dinlediği hatırasını naklediyor:
"Bir gün Süheyl Hoca masonlardan söz açtı ve dedi ki:
"Bu uğursuzların hepsi beni tanır ben de onları
tanırım." Masonluğun içyüzünü ve karanlık yapısını
anlattıktan sonra "ABD'de de üzerime çok düştüler, fakat
Allah'a hamdolsun ki hiçbirine de hain niyetini bana
açma cesareti vermedim." Çantay Hoca hemen oracıkta
nedamet edip özür dileyecektir.
Neyzen
Tevfik'le ilk karşılaşması hayli ilginç: Üstad Neyzen'in
ziyaretine gider. Neyzen yine kör-kütüktür. Hatta Mehmet
Akif'in Safahat'a düştüğü "Bu, Neyzen'in 2400. Kez
tevbesini bozması üzerine" notunu hatırlatır. (Allah
taksiratını affetsin, Neyzen'in her tür 'akıl örtücüyü'
kullandığını da öğrenmiş oluyoruz.) Melami meşrep
Neyzen, müziksever zannederek "Niçin beni ziyarete
geldiniz; ben ne konservatuar hocasıyım, ne de
mezunuyum!" der. Üstad "Efendim, ben Mehmet Akif'i
severim, onun sevdiklerini de severim. Onun sizi
sevdiğini bildiğim için geldim" der. Neyzen, çıldırmış
gibi hıçkıra hıçkıra ağlamakta, kafasını duvarlara
vurarak "Gidin, Allah aşkına gidin! Ben ayyaşın, ben
sarhoşun biriyim! Beni adamdan saymayın!" diye
bağırmaktadır. Ne kadar kötü sıfat varsa hepsini üzerine
almaktadır. Üstad, "O ağladı, ben ağladım; 'Aman efendim
kendinizi heder etmeyin, biz sizi üzmeye gelmedik!"
dedimse de nafile."
Neyzen'le
son görüşmelerini şöyle anlatıyor: "Neyzen'le son
görüştüğümüzde, sizi bir zaman çok üzmüştüm, bugün falan
yere gelin de size bir veda neyi üfleyeyim, ödeşelim"
dedi. Gittim. Kimler yok ki: İbnülemin Mahmut Kemal
İnal, Süheyl Ünver, Ebulula Mardin, Eşref Edip, Mahir İz
ve daha birçok zarif insan. Beni karşısında bir yere
oturttu. Ney üflerken neyle beraber o da ağlıyordu,
dinleyenler de ağlamaya başladı. Meğer gerçekten 'veda
neyi' imiş. On gün sonra vefat etti."
Şeyh
Şamil'in torunuyla olan hatıralarına da değindi Üstad.
Sultan Abdulhamid'in kızı Ayşe Sultan'la ilgili hatırası
bende farklı bir iz bıraktı. Şahbaba'da gördüğümüz
Avrupalı madamlara benzeyen hanım sultanların
portresinden hayli farklı bir portreydi onun çizdiği
Ayşe Sultan portresi. Ya "Kabe Arabın olsun / Çankaya
bize yeter" diyen Behçet Kemal'in, bu hezeyanını
hatırlatan Üstad'a, "redd-i miras" edercesine, bir ayıp
kapatma telaşıyla "Rica ederim, rica ederim efendim;
onları kapatalım, onları bırakalım!" deyişini.
Siz de
benim gibi düşünmüyor musunuz: Aramızda canlı tarihler
dolaşıyor da, farkında değiliz? Yakınlarının yerinde
olsaydım, Ali Öztaylan Beyefendi Amcayı, hatıralarını
yazmaya ikna ederdim. Çünkü, noktayı yerine koymak için
buna şiddetle ihtiyaç var.
MUSTAFA
İSLAMOĞLU-YENİ ŞAFAK(5 Mayıs 2000)
* * *
Ali Efendi
hazretleri bir efsane idi. Ricalullahtandı,
ehlullahtandı... Kesinlikle iddia ederim, iyi Müslüman,
iyi insandı. Aynı zamanda iyi vatandaştı. Kimsenin
kalbini kırmamıştır, kendisine kötülük edenlere iyilik
etmiştir.O gizli bir hazine idi. İyi taraflarını
göstermez, bildirmezdi.
Din-i
Mübin-i İslâm'a sımsıkı bağlıydı. Şeriat-ı Garra-yı
Ahmediyye'ye mütemessik idi. Resul-i Kibriya aleyhi
ekmelüttahaya efendimizin sünnetini hayata uygulardı.
Halim ve selim bir tabiata sahipti.
O bir
muhabbet fedaisi idi. Temiz kalbinde husumete yer yoktu.
Rakik bir kalbi vardı, edib ve nezih bir kimseydi. İflâh
olmaz muannid ve harbî kâfirler dışında hiçbir insanı
hor görmezdi. Daima güler yüzlü idi. Kâmil olduğu için
en mütevâzı o idi.
Kendileri
hakkında min gayri haddin çok hüsn-i zan etmekteyim.
İnşaallah hayat imtihanını başarılı bir şekilde vermiş
ve Dar-ı Hesab ve Ceza'ya mutlu bir şekilde gitmiştir.
Efendimiz, Kurtarıcımız, Büyük Önderimiz Muhammed
Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem “Âhirzamanda benim
sünnetimle amel etmek avucunda kızgın kor tutmaya
benzeyecektir” diyerek Şeriata ve Sünnete bağlı olmanın
sıkıntı ve zahmetlerini dile getirmekte ve bizleri
uyarıp müjdelemektedir. Ne mutlu Şeriata ve Sünnete
ihlâsla, garazsız ivazsız, sırf Allah rızası için
bağlananlara. Onların akıbeti iyi olacaktır inşaallah.
Ali
Öztaylan Efendi hazretleri vefat etti, toprağa sırlandı.
Bu hem Bandırma, hem bütün Türkiye için büyük bir
ziyandır. Onun yeri doldurulamaz.
Kendileri rıhlet ettiler ama yolu hep açıktır. Bu yolun
özellikleri şunlardır:
* İslâm'a
bağlılık.
* Kur'ân'a bağlılık.
* Şeriata bağlılık.
* Sünnete bağlılık.
* Pîran efendilerimizin mübarek feyizli yollarından
gitmek.
* Hep iyilik, hayır hasenat yapmak, sadaka vermek.
Açları doyurmak, fakirleri kollamak, kederlileri teselli
etmek.
* İnsanların hidayeti için uygun bir şekilde çalışmak.
İnsanlara hayırlı ve nurlu öğütler vermek.
* Kötülük yapanlara iyilik etmek.
* Tebessüm etmek.
* Kâlû belâda verilen ahd ü misaka sadık kalmak.
Ali
Öztaylan efendi hazretleri için rahmet ve mağfiret
diliyorum. İnşaallah mekân-ı Cennet olsun, Cennet'te
Resulullah efendimize komşu olsun..
ŞEVKET
EYGİ(TİMETURK)
* * * |