Bir cisimden gelen ışık, retina
üzerine düşer ve daha sonra işlem görmesi için beyinde
otuz kadar farklı görme merkezine iletilir. Göz
merceğinden geçen ışık, gözün arka tarafındaki ağ
tabakanın üzerine baş aşağı ve iki boyutlu bir görüntü
bırakır. Ağ tabakadaki çubuk ve koni hücreler, bazı
kimyasal işlemlerden sonra bu görüntüyü elektriksel
akıma dönüştürür. Bu elektriksel akımlar, göz sinirleri
aracılığı ile beynin arka kısmında yer alan görme
merkezine götürülür. Beyin ise bu gelen sinyali anlamlı
ve üç boyutlu görüntüler haline getirir.
Craig Hamilton'un belirttiği gibi,
"bu şimdiye dek hiç kimsenin tatmin edici bir çözüme
ulaştıramadığı bir problemdir. Fakat yine de bizim
anlamamız gereken, gözlerinizin her biri resmin farklı
bir kısmını görür ve beyniniz ise bunu bir bütün haline
getirir". Yapılan bu tanımlar, oldukça genel anlamda
gözün nasıl gördüğünü tarif etmektedir.
Gözler, bize dış dünyadaki, aslını
hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir görüntünün oluşum
safhalarının ilk aşamasını temsil ederler.
Dışarıda var olan dünya, gözden
geçen ışık sayesinde, elektrik sinyalleri yoluyla,
içimizde, beynimizin oldukça küçük bir noktasında var
olur. Başımızı kaldırıp etrafımıza şöyle bir
baktığımızda gördüğümüz görüntü uçsuz bucaksız da olsa,
aslında beynimizin içindeki bu küçük noktada oluşur. Bu
uçsuz bucaksız görüntünün aslının, gördüğümüz görüntüye
benzeyip benzemediğini ise hiçbir zaman bilemeyiz.
Cambridge Üniversitesi matematik ve
teorik fizik bölümünden Peter Russell, bu gerçeği şu
şekilde özetler:
Bir ağaca baktığımda, doğrudan ağacı görüyormuşum gibi
gelir. Ne var ki bilim, tamamen farklı bir şeyin
gerçekleştiğini söylemektedir. Gözden giren ışık
retinada kimyasal reaksiyonları tetikler, bunlar beyne
giden sinir lifleri boyunca hareket eden elektrokimyasal
impulslar meydana getirirler. Beyin aldığı verileri
analiz eder ve sonra dışarıda var olan şeye dair kendi
görüntüsünü meydana getirir. Daha sonra ben, ağaç
görüntüsünü görürüm. Ama benim asıl gördüğüm ağacın
kendisi değildir, sadece zihnimde oluşan görüntüsüdür.
Bu, tecrübe ettiğim her şey için
geçerlidir. Bildiğimiz, algıladığımız ve hayal ettiğimiz
her şey, her renk, ses, duygu, her düşünce, her his
zihinde meydana gelen bir şekildir. Bunların tümü zihnin
kendi şekillendirmesidir.
Tüm bunlar, bizi önemli bir gerçeğe götürmektedir:
Biz hayatımız
boyunca, dünyayı bizim dışımızda zannederiz. Oysa dünya,
her şeyiyle bizim içimizdedir. Bizler, dışımızda
zannettiğimiz dünyayı aslında beynimizin içindeki
küçücük bir noktada görürüz.
Dışarıdaki dünyanın aslını doğrudan
göremediğimize ve her şey beyinde oluşan bir algı
olduğuna göre, acaba gören gerçekten "göz"müdür?
Bizler, hayatımız boyunca tüm dış
dünyayı gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Oysa gözün
görme işlevini gerçekleştirmesi için yapılan bilimsel
tanım, görenin göz olmadığını anlatmaktadır. Gözler
ve gözlere ait olan milyonlarca sinir hücresi, sadece
görme olayının gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten
kablo görevine sahiptirler. Retina, kendi üzerine
düşen ışık parçacıklarını algılar ve bunları elektrik
sinyaline dönüştürerek beyne iletir. Yani burada söz
konusu olan; havadan gelen ışık dalgaları, yağ, protein
ve sudan oluşmuş retina ve iletilen elektrik
sinyalleridir.
Beyinde; bahçede koşuşan çocuklar, mavi bulutsuz bir
gökyüzü, denizi yararak yüzen gemiler yoktur. Var olan
şey, sadece elektrik sinyalleridir.
Peki beynimizde tüm bu algıların
oluştuğu, görüntülerin canlandığı, seslerin duyulduğu,
kokuların oluştuğu bir yer var mıdır?
Beyni dikkatlice inceleyecek olsak,
birbiriyle etkileşim içindeki nöronlar ve bunların
arasındaki kimyasal ve elektriksel bağlantılarla
karşılaşırız. Ama beynin hiçbir yerinde renklerin,
şekillerin, yazıların ve dış dünyaya ait diğer şeylerin
görüntülerini bulamayız.
Beynin hiçbir yerinde, yaprakları
hareket eden yeşil bir ağaç, alışveriş yapan kalabalık,
evler, arabalar, mobilyalar yoktur. Beynin hiçbir
yerinde bize gülümseyen bir dostumuz, annemiz veya
babamız yoktur. Okumakta olduğunuz bu kitabın görüntüsü,
beynin hiçbir yerinde bulunmamaktadır.
Kısacası, etrafımızda gördüğümüzü
zannettiğimiz dünya, ne dışarıda ne de beyindedir.
Görüntünün beyinde olduğunu iddia
eden bilim adamlarının şu soruya cevap vermeleri
gerekmektedir. Eğer beyinde bir görüntü meydana
geliyorsa, bu durumda bu görüntüyü izleyen kimdir?
Kaliforniya Üniversitesi, Psikoloji
Bölümü ve Nörobilim Programı profesörü ve Beyin ve
Algılama Merkezi Başkanı Vilayanur S. Ramachandran,
Phantoms in the Brain (Beynin Aldanışları) isimli
kitabında bu durumu şu şekilde açıklamıştır:
Elinde tuttuğu bardaktaki içeceğe baktı. "Göz küremin
içine bu bardağın ters bir görüntüsü düşüyor. Açık ve
koyu renkli görüntülerin hareketleri retinamın
üzerindeki fotoreseptörleri aktifleştiriyor ve şekiller,
bir yol boyunca –bu yol optik sinirdir- tek tek
pikseller halinde aktarılıyor. Beynimin içindeki ekranda
da görüntüleniyor. Bu bardağı da aynen bu şekilde
görmüyor muyum? Elbette, beynimin tekrar görüntüyü
çevirip düzeltmesi gerekiyor."
Onun fotoreseptörler ve optik
hususundaki bilgileri etkileyici olsa da, beynin içinde
bir yerlerde görüntülerin izlendiği bir ekran olduğu
şeklindeki açıklamasında ciddi bir mantık hatası vardır.
Çünkü eğer iç nöronlara bağlı bir ekranda bardağın
görüntüsünü izleyebiliyor olsaydınız, beyninizin içinde
bunu görmesi için bir başka küçük insana ihtiyaç
duyardınız. Bu da problemi çözmeyecektir, çünkü bu kez
onun kafasının içinde görüntüyü izleyebilmesi için daha
da küçük bir insana ihtiyaç duyacaktınız ve bu böylece
sonsuza dek devam edecekti. Sonuç olarak ise idrak
sorusunun gerçek cevabını bulamadan hiç bitmeyen gözler,
görüntüler ve küçük insanlar ile başa çıkmanız
gerekecekti.50
Ramachandran'ın burada değinmekte
olduğu nokta son derece önemlidir. Beynin içinde görüntü
olduğunu varsaydığımızda, bu görüntüyü beynin içinde
izleyen bir kişinin varlığı gerekecektir. Beyinlerin
içinde görüntüler, görüntüleri izleyen küçük insanlar ve
onların beyinlerindeki görüntüyü izleyen küçük insanlar
kesintisiz olarak devam edecektir. Beynin içindeki
görüntüyü izleyen bir varlık olmadığına göre, beynin
içindeki görüntü iddiası gerçek dışı ve mantıksızdır.
Beynin içi kapkaranlıktır, ışıksızdır, sessizdir. Beynin
içinde renkler, birbirinden güzel görüntülü çiçekler,
sıcaklık hissi veren mangal ateşi ve cıvıl cıvıl öten
kuşlar yoktur.
O halde beynin içinde oluşan şey
nedir?
Ramachandran, bunun teknik
açıklamasını şu şekilde yapar:
... idrak konusunu anlamak için ilk adım beyindeki
görüntüler fikrinden kurtulmak ve nesneler ile olayların
dış dünyadaki temsili tarifleri üzerinde düşünmektir. Bu
sayfada yazılı olan paragraflar gibi bir paragraf,
temsili tarif ifadesini çok iyi açıklayabilecek bir
örnektir. Eğer Çin'deki arkadaşınıza dairenizin nasıl
göründüğünü anlatmak isteseydiniz, dairenizi Çin'e
nakletmeniz gerekmeyecektir. Tek yapmanız gereken
dairenizi tanımlayan bir mektup yazmaktır. Fakat
mektubunuzdaki kelimeleri ya da paragrafları meydana
getiren mürekkep hiçbir şekilde fiziksel anlamda odanıza
benzerlik göstermez. Mektup, sizin dairenizin temsili
bir tarifidir.
Beyindeki temsili tarifin anlamı nedir? Elbette mürekkep
damlaları değil, fakat sinir iletilerinin dilinden söz
edilmektedir. İnsan beyninde görüntülerin işlenmesi için
çok sayıda alan bulunmaktadır, bunların her biri
görüntüden belirli türde bilgileri almakta uzmanlaşmış
karmaşık nöron ağından oluşur. Her bir nesne, bu
alanların içerisinde sadece o nesneye ait bir dizi
faaliyeti harekete geçirir. Örneğin bir kaleme, kitaba
ya da bir insan yüzüne baktığınızda her durum için
farklı bir sinirsel faaliyet şekli tetiklenir ve sizin
neye baktığınızla ilgili daha üst beyin merkezlerini
"bilgilendirir." Bu faaliyetlerin biçimi, aynen kağıdın
üzerindeki mürekkep damlalarının sizin odanızı temsil
veya sembolize etmesi gibi, görsel nesneleri temsil eder
ya da sembolize eder. Görsel süreçleri anlamaya çalışan
biz bilim adamları için hedefimiz beynin bu sembolik
tarifleri oluşturmak için kullandığı şifreyi çözmektir,
tıpkı bir şifre çözücünün yabancı bir metni deşifre
etmeye çalışması gibi...
Fakat tek başına bu haritanın varlığı görmeyi
açıklayamaz çünkü beynin içinde önceden de belirttiğim
gibi primer görme korteksinin üzerinde gösterilenleri
izleyen küçük bir insan yoktur.
Richard L. Gregory ise, bunu şu şekilde tanımlar:
Gözlerin, beyinde, nesnelerin algılarından oluşan bir
görüntü oluşturdukları düşüncesinin cazibesinden
kaçınmak önemlidir. Beyinde görüntü fikri, bütün bunları
görecek bir iç gözün de bulunmasını beraberinde getirir.
Ama bu da, bu görüntüyü görebilecek bir başka gözün
bulunmasını başka görüntüler için başka gözleri vs.
gerektirecektir. Bu ise hiçbir sonuca ulaşmadan sonsuza
kadar bu şekilde devam eder.
Iowa Üniversitesi Nöroloji Departmanı profesörü ve
başkanı Antonio Damasio, "oldukça dürüst bir şekilde
şunu söyleyebilirim; bilincin ilk problemi, nasıl
'beyinde bir film' oluşturabildiğimizdir," açıklamasını
yaparken, bilim adamlarının bu konu ile ilgili içinde
bulundukları açmazı açıkça itiraf etmektedir.
Açıktır ki, 21. yüzyıl bilimi,
"Gören kim?" sorusunu cevapsız bırakmaktadır. Bilim
adamları, beynin içinde bir izleyicinin olduğu
varsayımını kuşkusuz terk etmişlerdir. Ama bu durum,
beyinde oluşan görüntü kavramını bilim adamları
açısından daha büyük bir problem haline getirmiştir.
Beynin o içindeki tek bir nokta, bize, sayısız detaya
sahip olan, mükemmel netlikte ve kusursuz ayrıntılar
taşıyan bir dünya sunmaktadır. Hem de kesintisiz olarak.
Bunun teknik ve bilimsel açıklaması budur. Peki acaba
oluşan "görüntü" nerededir?
Oxford Üniversitesi'nden psikolog
yazar Susan Blackmore, şu yorumu yapar:
*
Crick, "gözlerimizin önünde gördüğümüz dünyanın canlı
görüntüsü"nün bağlantılarını bulmak istediğini söylüyor.
Damasio ise bunu "beynin içindeki sinema" olarak
adlandırıyor. Ama eğer görsel dünya büyük bir illüzyon
ise, bu durumda bu kişiler aradıkları şeyi hiçbir zaman
bulamayacaklar, çünkü ne beynin içindeki sinema ne de
canlı görüntü beyinde bulunmamaktadır. Bunlar da
illüzyonun bir parçasıdır.
Susan Blackmore'a göre muhatap
olduğumuz her şey, yalnızca bir illüzyondur. Aslında
illüzyon tanımı burada ortaya çıkan durumu tam olarak
açıklayamamaktadır. İllüzyon, zihnimizde meydana gelen
olayları fiziksel gerçeklerle karşılaştırdığımızda
ortaya çıkan bir durumdur. Ancak burada insan,
dışarıdaki dünya ile yani karşılaştırma yapabileceği bir
fiziksel gerçeklikle muhatap değildir. Bunların tümü,
zihnin ürettiği şeylerdir ve zihin, dışarıdaki
gerçekliği hiçbir zaman görememekte, duyamamakta,
hissedememektedir. Bunlar yalnızca bize ait
gerçeklerdir. Bu durumda burada gerçekleşen durumu
illüzyon değil, daha çok hayal olarak tanımlamak daha
doğru olacaktır.
Sahip olduğumuz dünya, sadece bizim
algılarımızda oluşur. Bu dünyayı bizim gördüğümüz gibi
gören, bize ait algıları hissedip algılayan, bizim
dünyamıza şahit olan hiç kimse yoktur. Gördüklerimiz,
beynimizin de bir parçası değildir. Beyin de sahip
olduğumuz bu hayali görüntüye aittir. Bizim algılarımız;
bize seyrettirilen, bizim için var edilmiş bir dünyayı
oluştururlar. Dışarıda gerçek, maddesel bir dünya
vardır ama insan buna hiçbir zaman ulaşamamaktadır.
Kuantum fiziğinin kaşiflerinden
Erwin Shrödinger'in belirttiği gibi, "her kişinin dünya
görüntüsü, kendi zihninin oluşturduğu kavramdır ve daima
öyle kalacaktır. Bu dünya görüntüsünün, başka bir
varlığa sahip olduğu hiçbir zaman kanıtlanamaz".
Gözümüzün önünde zannettiğimiz bir
nesneye, örneğin bir kitaba bakarak edindiğimiz
deneyimi, onu sadece düşünerek de edinebilmemiz bu
gerçeğin önemli delillerindendir. Beynin içinde,
gerçekte var olmayan bir varlığın görüntüsünü elde
etmekteyiz.
Washington Üniversitesi'nden
psikolog Michael Posner ve nörolog Marcus Raichle,
beynin bu olağanüstü mekanizması için şu sözleri
söylemektedirler:
Gözlerinizi açın, bir manzara hiç
çaba göstermeden sizin görüntünüzü doldurmaktadır;
gözlerinizi kapatın ve o manzarayı düşünün. Bu şekilde o
manzaranın bir görüntüsünü çağırabilirsiniz, kesinlikle
sizin gözlerinizle gördüğünüz manzara kadar canlı,
kesintisiz ya da eksiksiz değildir. Fakat hala
manzaranın temel özelliklerine sahip olan niteliktedir.
Her iki durumda da manzaranın bir görüntüsü zihinde
oluşmaktadır. Gerçek görsel deneyimlerle oluşan görüntü,
hayal edilen bir görüntüden ayırt edilebilmesi
bakımından "algı" olarak adlandırılmaktadır. Algı
retinaya çarpan ve daha sonra beyinde işlemden
geçirilecek olan sinyalleri gönderen ışığın ürünü olarak
oluşmaktadır. Fakat bu sinyalleri göndermek için hiçbir
ışık retinaya çarpmadığında bir görüntüyü nasıl
oluşturabilmekteyiz?
Bir nesneyi, bu nesnenin aslı
yokken zihnimizde var eden şey, aslının var olduğunu
zannettiğimizde onu zihnimizde var eden mekanizma ile
aynıdır. Dolayısıyla, dış dünya olarak gördüğümüz
görüntülerin varlığı, yalnızca bir yanılsama, bir
hayaldir. Gördüğümüz her şey, karşımızdaki renkli dünya,
dostlarımız, çevremizdeki insanlar, hatta kendi
bedenimiz bu hayalin bir parçasıdır. Tüm bunların
kaynağı sandığımız şey, yani dış dünyanın aslı, bizler
için daima bir bilinmez olarak kalacaktır.
Bu gölge dünya; çalıştığımız iş
yerini, evimizi, çevremizdeki insanları, arabamızı,
yediğimiz yemeği, seyrettiğimiz filmi, kısacası
yaşantımızdaki her şeyi kapsar. Evimize girdiğimizde,
gerçek evimizden içeri girdiğimize dair bir his duyarız.
Oysa gerçek evimizin, ona tıpatıp benzeyen, hatta
görüntü olduğuna dahi ihtimal vermediğimiz bir kopyasını
zihnimizde izleriz. Evin içinde karşılaştığımız herkesin
görüntüsünü yine zihnimizde seyrederiz. Bütün hayatımız,
beynimizin içindeki küçük bir mekanda geçer.
Bu konudaki çeşitli soruların
cevapları ve bu olayın sistemli açıklaması din-bilim
bütünlüğü içinde kapsamlı şekilde AHMED HULUSİ'nin
www.ahmedhulusi.org isimli sitesinde
açıklanacaktır. |