Felsefe
tarihi “gerçeği” arayan ama bir türlü bulamayan
adamlarla doludur. Akıl topu sahanın her tarafını
defaatle gezmiş, gerçek uğruna birbirine zıt argümanlara
razı olunmuş; ama her nedense şu “gerçek” “dil”e
gelmemiş, “dîl”de, gönülde, kalmayı tercih
etmiştir...
Hakikâte
ermek, vehimden kurtulmayı gerektirir. Bu da bir
terbiye (rububiyet) işidir. Salt akıl
oyunlarıyla, ki vehmin olduğu yerde gayet doğaldır,
hakikâtin kokusu bile duyulmaz! İşte bu da bize nefs
gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor. Nefsi bırakmıyor
ki vehimden kurtulsun! O yüzden akıl topunu
kovaladıkça kovalıyor. Sonuç: Yoruluyor
Ve hâlâ
nefsinden kurtulmayı düşünmüyor!
Felsefe ile
uğraşanlar bir yandan kendilerini, bir yandan eşyayı
anlamaya çalışmışlardır. Esasen, insanın “kendimi
arıyorum” diyebilmesi fevkalade önemli bir arayış ve
fikirdir. “Kendini aramak” eşyayı aşan bir
şeydir.
Peki ya,
insan ile eşya birbirinden tamamen ayrı mı?
Felsefeye
bakarsak; felsefeciler âdeta kesreti temsilen
BİRden çok cevap verirler bu soruya. Felsefede dönemlere
göre her soruya binbir cevap bulmak mümkündür. Biz
cevabımızı tasavvufta ararsak; vahdeti temsilen
ehli tevhidin cevabının her devirde BİR olduğunu
görürüz. Ehli tevhid arasında hiç anlaşmazlık,
ayrılık, gayrılık, küslük, çelişki, atışma, tartışma,
hakaretleşme yoktur. TEK BİR ağızmışçasına, ki öyle,
hep aynı şeyi söylemişlerdir. İşte, tasavvufta sorumuza
cevap arz eden en güzide BİR ifade:
Âlem âdem âdem âlem
olmadadır haşr-ü-neşr (Hz.
Gaybi)
Öyleyse
âlemi / eşyayı / zahiri tanımak, ki buna bugün bilim
deniyor, Âdem’i tanımayı kolaylaştıracak ve ona katkıda
bulunacak, böylelikle âlem Âdem’e hizmet edecektir.
Günümüzde bilimin geldiği nokta saliklere büyük kolaylık
sağlamakta, düşünce ufuklarını dıştan içe
açmaktadır. Teknoloji ve bilim tasavvuf ehli açısından
başta tefekkür ilmini kolaylaştırmıştır. Havassın
izindeki hakikât yolcuları, bilimsel bilginin sağladığı
yeni teşbihler sayesinde, yüzyıllar öncesinin
eski teşbihlerini daha rahat anlıyor. Bilimin inanca
en büyük katkısı ise “mucize devri”ni kapatması
olmuştur. Avam dahi, inanmak için artık mucize
beklemiyor. Bilimin sayesinde “göster de inanalım” inadı
anlamsızlaştı.
Her şey
güllük gülistanlık mı? Bu defa da hakikât yolcularını
başka tehlikeler bekliyor. Hicaptan kurtulmak kolay
değil! Teşbih deryasına dalıp tenzihi unutmak,
bilgiyi “hakikât” ile aynîleştirmek en büyük
tehlikelerden biri. İkincisi, yeni öğrendiğimiz
bilgileri, tıpkı avam gibi, tekrarlayıp durup, “ben bir
esma boyutuyum, sen bir esma boyutusun, o bir esma
boyutu” diyerek taklitçiliğimizi yenilemek ve
bunun farkına varamamak! Taklit varsa, perde vardır.
Ezberlediğimiz bilgi ister yeni olsun, ister eski.
Taklitte kalan, Ahmed Hulusi Üstad’ın işaret ettiği
gibi, tasavvufun tasasında kalır, vufuna eremez!
İmdi,
bilimdeki gelişmeye bakarak “tasavvufun metodları
değişmeli, yeni bir tasavvuf metoduna ihtiyaç var”
demek, ne demek? Bilim metodunu değiştirdiği için mi
gelişti, yoksa gelişmesini metodunun doğruluğuna mı
borçlu? Bilimin sağlamlığı, metodunun sağlamlığından
değil midir? Dünya nüfusuna oranla bilim adamı sayısının
az olmasına bakarak bilimin metodundan şüphe edilebilir
mi? Bilimle ilişkilendirerek tasavvufa yeni metod
aramanın gerekçesi nedir? Hakikât değişti mi,
yoksa eskidi mi?
Tasavvuf, hakikâtin “iki kere iki”sidir.
Şunu kabul
etmeli ki, üniversitelerin sahibi profesörler ve
yetiştirdikleri akademisyenler olduğu gibi, irfan
mektebinin, tasavvufun sahibi de Allah velileri
olan mutasavvıflar ve onların yetiştirdiği zevattır. Bu
durumda ister istemez akla şu soru geliyor: Tasavvuf
metodlarının yenilenmesi gerektiğini söyleyenler “veli”
midirler? Tasavvuf demek, hakikât ilmi demek ve o da
kendini bilmek demektir. Kendini bilmeyenlerin “kendini
bilmeklik”ten bahisle metod analizlerine girişmesi biraz
komik, biraz da tehlikeli bir durum arz ediyor.
Çünkü bu “kendini bilmeyenlerin”, tasavvufta ehil yani
veli olmayanların kestikleri ahkâma, bu yazının yazılma
nedeni olan saf niyetli kişiler inanabilmektedir.
Böylelikle, kendini bilmediği halde metodu eleştirenler,
saptırıcılık açısından, bilerek veya bilmeyerek
bir nevi modern sahte şeyh postuna
oturmaktadırlar! Buldukları bir metod varsa, bunu da
felsefe dairesi içinde değerlendirmek lazımdır.
Yeni metod
geliştiren ve geliştirdiği metodla hâlen / zevken
Enel Hak diyen var mıdır acaba? Tasavvuf ehli
için hakikât Enel Hak diyebilmektir. Felsefe
ehlinin hakikâtten maksadı nedir, hakikâtten
bilmiyorum! Belki de bilinmeyeni / bilmediklerini
arıyorlardır. Oysa biz bildiğimizi, iman ettiğimizi
arıyoruz. Hakikâtin ne olduğuna, Hak olduğuna zaten
imanımız var. Sadece, O’na (c.c.) gerçek şahitler olmaya
çalışıyoruz.
Öyleyse,
ehli tasavvufun hakikâti “bilinmeyen” bir
hakikât değildir; henüz bilmediğimiz ve kısmetse,
biiznillah bilebileceğimiz bir hakikâttir! Üç yüz
sene evvelkiyle bugünkü insan aynı insan olduğuna göre
(nefs yönünden), gaye de aynı gaye ise (nefsini bilmek),
metodun da aynı metod olmasında beis yoktur! Bin
sene önce de bugün de havaya atılan taş yere düşüyor!
‘Hakikât’ sebep bilgisiyle bilinseydi, ‘yere
düşen taş’ örneğinde ehli hakikât üçe ayrılırdı
şimdilik: Yer çekiminden bîhaber olan ehli
hakikât, yer çekiminden haberli olan ehli
hakikât, uzay-zamandan haberli olan ehli hakikât
(!). Eğer hakikât sebep bilgisine dayalıysa bu durumda
üç türlü hakikât ortaya çıkmaktadır! Halbuki, ne
hakikât ne de ehli hakikât üç türlü değil, BİRdir.
Zât, bölünmez, cüzlere ayrılmaz! “Biri kırktır kırkı
birden sayılır” (Pir Sultan Abdal). Taşın yere
düşmesindeki sebebi ister yer çekimi olarak,
ister uzay zaman olarak bilelim; hakikâte vasıl olmak,
sebepten geçip müsebbibe gelebilmekle mümkündür. Bu
bakımdan hakikât sebepten bağımsızdır. Seyri sülûk da,
tohumun toprağa düşmesidir. Metod, budur. Adem’e
secde etmektir. On bin sene önce de, bugün de...
Toprak yoksa tohum, çürüyüp gider...
Ayrıca,
tasavvufta değişikliği şeyhler değil, pîran
yapar. Değişiklik ise, öyle kökten bir değişiklik
olmayıp, o ekolde zikredilen esma üzerindeki
değişiklikten ibarettir. Bu değişiklik, tek bir esma
değişikliği bile olsa, o ekolde yeni bir kol açılır.
Mesela, Halvetilikte Sümbüliyye ve Şabaniyye kolları
böyle ortaya çıkmıştır. Misaller çoktur. Özetle,
metod değişikliği kolay bir iş olmayıp, asla köke
dokunulmaz!
Metoddan
şikâyet edip, gönüllerince de köklü
bir metod geliştiremeyenlere, mesela kolay yoldan
hakikâtin hapını icat edemeyenlere şunu sormak
gerekir: Tasavvufta kendini bilmeyen, Enel Hak makamına
gelmemiş kişilere cahil denir. İsterse dünyanın
bütün ilimlerine ve makamlarına, unvanlarına sahip
olsun; bütün kitapları okuyup bol bol alıntılar yapsın,
başkalarından ezberlediği fikirler ile sağa sola çatsın,
hatta Mars’ta su bulsun! Su’yu kendinde bulmadıkça
nafile! Şimdi, bu durumda, kendini bilmek kendini
bilmemeye göre bir üstünlük arz ediyorsa, kendini
bilmediği halde metoda karşı çıkan ve bir metod da
geliştiremeyenler kime çağrı yapıyorlar?
Kendileri gibi cahillere mi, yoksa bilenlere mi? Metodu
ancak bilenler değiştirebileceğine göre herhalde
bilenlere sesleniyorlardır:
“Ey
kendini bilenler! Siz bu eski metodlarla bildiniz
kendinizi, ama biz bilemiyoruz. Hazır bilim de
ilerledi... Şu hakikâtin metodunu biraz değiştirelim!”
Niye
değiştirsin ki “bilen”? Meğerki sizin
yakındığınız metodla o kendini bilmiş, maksada ERMİŞ!
“Bilen”
olduktan sonra, artık o kişide bilen kimdir?
Hem
bilmiyor, hem metod beğenmiyor ve “aklı, aklı-ı kül”
olanlara AKIL veriyor.
Hepsini
verse de cüz’ü, kül Olsa!
***
Bilimdeki ilerleme nefsi ilerletmiyor. Nefs,
yerinde sayıyor, hatta azıyor! Her bir şeyi biliyor ama
rabbini bilmiyor! Hatta bu “ben bilirim” uğruna insan
batağa saplandıkça saplanıyor. Çıkamıyor çamurdan, su
damlası... Bilim ilerlemiş de, artık uçağa biniyormuşuz
da, kağnıyı bırakmışmışız! Bu yüzden tasavvufa da
uçak icat etmek istiyorlar; Allah’ın sünneti
sabır olduğu halde! Kağnıya binmekle uçağa binmek
arasında kendini bilmek yönünden ne fark ve ne
fayda vardır? Uçağa binenler uçakta kelime-i tevhid mi
getiriyorlar “Allah’ım sen nelere kadirsin” deyip de?
Herkes işine gücüne bakıyor! Kimsenin uçağa binip de
uçağa hayret ettiği yok! Çünkü insanda ülfet var,
bir defa. Bırakalım hayreti, şükretmiyor bile insanların
çoğu. Ek sefer istiyor, indirim istiyor, istiyor da
istiyor. Eski devir gariban kağnı sahipleri, öküzleri
ölüp de ortada kaldıklarında, çaresizlikten daha çok
Allah’a sığınıyorlardır! Böbürlenecek uçakları ve
hesaplayacak milleri yoktu çünkü.
İbret alma
yeteneği olan her devirde ibret alıyor; yeteneği olmayan
uçaksa uçak, kağnıysa kağnıdan istifade edip,
geldiği âleme geri dönüyor! Bu yol insanı doğru
değil, dosdoğru olmak zorundadır. İmandan sonra
birinci şart doğruluktur. Elif gibi düz olmayanın
“elif”den nasibi olur mu? İnsanın hiç ummadığı iyi
hâli, riya çıkabilir.
Suyu
bulandıran nefstir ve hâlâ işin nefste
düğümlendiğini, nefsi terbiye etmenin uçakla kağnıyla
bir ilgisi olmadığını görememek gerçekten körlük ve
“emmare”lik... Emmare nefs sahibi de, levvame nefs
sahibi de hata arar durur. Emmare daima
karşısındakinde, levvame ise kendinde bulur
aradığını, yani hatayı... Kendinde bulmaya
başlamanın ilk adımıdır hatayı kendinde
bulmak.. Diğer bir deyişle, kendine dönen hakikât
yolcusunun kendinde bulacağı ilk şey ‘hatadır’. Pis
sudur. Dolayısıyla metodu da suçlamaz artık; kendini
suçlar! Kendine dönen, nasibi varsa kendinde bulduğu
hataların hikmetlerini sezmeye başlar, sonraki aşamada.
Böylece “hata”dan kurtulur. Temizlenmeye başlar,
Hikmet’e doğru yol alır. Bütün iş kendine dönmektir,
vesselam.
Canın yansa
da, kazmayı sapla böğrüne; eğer varsa, su
fışkırır.
***
Sadede
gelecek olursak:
Tasavvufun
metodu değişmez: “Nefsini bilen kendini
bilir”
Tasavvuf,
ne aradığını bilmeden arayıp durmak değildir.
Tasavvufun
maksadı Allah’a kavuşmaktır. Bu yolun sahibi
Allah ve yolculuk Allah iledir.
Şu üç mısra
hakikât yoluna sac ayağı olabilir, üç mısra yetebilir:
İlim ilim
bilmektir ilim kendin bilmektir (Hz.Yunus) (Ne
arıyorum?)
Âlem âdem âdem âlem
olmadadır
haşr-ü-neşr. (Hz Gaybi) (Nerde bulurum?)
Mürşid
gerektir sana bildire Hakkı hakkel yakin (Hz.
Niyazi-î Mısrî) (Nasıl bulurum?)
İşte
hakikât yolu bu kadar da basittir.
Ama ne
diyor Einstein: ‘Basit, zordur!’ |