Eski / Yeni Meselesi...
Meryem Irmak
 

                  “İlim meclisine girdim, eyledim ilmi talep,
                   İlim geride kaldı, illâ edeb, illâ edeb!”

Felsefe tarihi “gerçeği” arayan ama bir türlü bulamayan adamlarla doludur. Akıl topu sahanın her tarafını defaatle gezmiş, gerçek uğruna birbirine zıt argümanlara razı olunmuş; ama her nedense şu “gerçek” “dil”e gelmemiş, “dîl”de, gönülde, kalmayı tercih etmiştir...

Hakikâte ermek, vehimden kurtulmayı gerektirir. Bu da bir terbiye (rububiyet) işidir. Salt akıl oyunlarıyla, ki vehmin olduğu yerde gayet doğaldır, hakikâtin kokusu bile duyulmaz! İşte bu da bize nefs gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor. Nefsi bırakmıyor ki vehimden kurtulsun! O yüzden akıl topunu kovaladıkça kovalıyor. Sonuç: Yoruluyor

Ve hâlâ nefsinden kurtulmayı düşünmüyor!

Felsefe ile uğraşanlar bir yandan kendilerini, bir yandan eşyayı anlamaya çalışmışlardır. Esasen, insanın “kendimi arıyorum” diyebilmesi fevkalade önemli bir arayış ve fikirdir. “Kendini aramak” eşyayı aşan bir şeydir.

Peki ya, insan ile eşya birbirinden tamamen ayrı mı?

Felsefeye bakarsak; felsefeciler âdeta kesreti temsilen BİRden çok cevap verirler bu soruya. Felsefede dönemlere göre her soruya binbir cevap bulmak mümkündür. Biz cevabımızı tasavvufta ararsak; vahdeti temsilen ehli tevhidin cevabının her devirde BİR olduğunu görürüz. Ehli tevhid arasında hiç anlaşmazlık, ayrılık, gayrılık, küslük, çelişki, atışma, tartışma, hakaretleşme yoktur. TEK BİR ağızmışçasına, ki öyle, hep aynı şeyi söylemişlerdir. İşte, tasavvufta sorumuza cevap arz eden en güzide BİR ifade:

Âlem âdem âdem âlem olmadadır haşr-ü-neşr (Hz. Gaybi)

Öyleyse âlemi / eşyayı / zahiri tanımak, ki buna bugün bilim deniyor, Âdem’i tanımayı kolaylaştıracak ve ona katkıda bulunacak, böylelikle âlem Âdem’e hizmet edecektir. Günümüzde bilimin geldiği nokta saliklere büyük kolaylık sağlamakta, düşünce ufuklarını dıştan içe açmaktadır. Teknoloji ve bilim tasavvuf ehli açısından başta tefekkür ilmini kolaylaştırmıştır. Havassın izindeki hakikât yolcuları, bilimsel bilginin sağladığı yeni teşbihler sayesinde, yüzyıllar öncesinin eski teşbihlerini daha rahat anlıyor. Bilimin inanca en büyük katkısı ise “mucize devri”ni kapatması olmuştur. Avam dahi, inanmak için artık mucize beklemiyor. Bilimin sayesinde “göster de inanalım” inadı anlamsızlaştı.

Her şey güllük gülistanlık mı? Bu defa da hakikât yolcularını başka tehlikeler bekliyor. Hicaptan kurtulmak kolay değil! Teşbih deryasına dalıp tenzihi unutmak, bilgiyi “hakikât” ile aynîleştirmek en büyük tehlikelerden biri. İkincisi, yeni öğrendiğimiz bilgileri, tıpkı avam gibi, tekrarlayıp durup, “ben bir esma boyutuyum, sen bir esma boyutusun, o bir esma boyutu” diyerek taklitçiliğimizi yenilemek ve bunun farkına varamamak! Taklit varsa, perde  vardır. Ezberlediğimiz bilgi ister yeni olsun, ister eski. Taklitte kalan, Ahmed Hulusi Üstad’ın işaret ettiği gibi, tasavvufun tasasında kalır, vufuna eremez!

İmdi, bilimdeki gelişmeye bakarak “tasavvufun metodları değişmeli, yeni bir tasavvuf metoduna ihtiyaç var” demek, ne demek? Bilim metodunu değiştirdiği için mi gelişti, yoksa gelişmesini metodunun doğruluğuna mı borçlu? Bilimin sağlamlığı, metodunun sağlamlığından değil midir? Dünya nüfusuna oranla bilim adamı sayısının az olmasına bakarak bilimin metodundan şüphe edilebilir mi? Bilimle ilişkilendirerek tasavvufa yeni metod aramanın gerekçesi nedir? Hakikât değişti mi, yoksa eskidi mi?

Tasavvuf, hakikâtin “iki kere iki”sidir.

Şunu kabul etmeli ki, üniversitelerin sahibi profesörler ve yetiştirdikleri akademisyenler olduğu gibi, irfan mektebinin, tasavvufun sahibi de Allah velileri olan mutasavvıflar ve onların yetiştirdiği zevattır. Bu durumda ister istemez akla şu soru geliyor: Tasavvuf metodlarının yenilenmesi gerektiğini söyleyenler “veli” midirler? Tasavvuf demek, hakikât ilmi demek ve o da kendini bilmek demektir. Kendini bilmeyenlerin “kendini bilmeklik”ten bahisle metod analizlerine girişmesi biraz komik, biraz da tehlikeli bir durum arz ediyor. Çünkü bu “kendini bilmeyenlerin”, tasavvufta ehil yani veli olmayanların kestikleri ahkâma, bu yazının yazılma nedeni olan saf niyetli kişiler inanabilmektedir. Böylelikle, kendini bilmediği halde metodu eleştirenler, saptırıcılık açısından, bilerek veya bilmeyerek bir nevi modern sahte şeyh postuna oturmaktadırlar! Buldukları bir metod varsa, bunu da felsefe dairesi içinde değerlendirmek lazımdır.

Yeni metod geliştiren ve geliştirdiği metodla hâlen / zevken Enel Hak diyen var mıdır acaba? Tasavvuf ehli için hakikât Enel Hak diyebilmektir. Felsefe ehlinin hakikâtten maksadı nedir, hakikâtten bilmiyorum! Belki de bilinmeyeni / bilmediklerini arıyorlardır. Oysa biz bildiğimizi, iman ettiğimizi arıyoruz. Hakikâtin ne olduğuna, Hak olduğuna zaten imanımız var. Sadece, O’na (c.c.) gerçek şahitler olmaya çalışıyoruz.

Öyleyse, ehli tasavvufun hakikâti “bilinmeyen” bir hakikât değildir; henüz bilmediğimiz ve kısmetse, biiznillah bilebileceğimiz bir hakikâttir! Üç yüz sene evvelkiyle bugünkü insan aynı insan olduğuna göre (nefs yönünden), gaye de aynı gaye ise (nefsini bilmek), metodun da aynı metod olmasında beis yoktur! Bin sene önce de bugün de havaya atılan taş yere düşüyor! ‘Hakikât’ sebep bilgisiyle bilinseydi, ‘yere düşen taş’ örneğinde ehli hakikât üçe ayrılırdı şimdilik: Yer çekiminden bîhaber olan ehli hakikât, yer çekiminden haberli olan ehli hakikât, uzay-zamandan haberli olan ehli hakikât (!). Eğer hakikât sebep bilgisine dayalıysa bu durumda üç türlü hakikât ortaya çıkmaktadır! Halbuki, ne hakikât ne de ehli hakikât üç türlü değil, BİRdir. Zât, bölünmez, cüzlere ayrılmaz! “Biri kırktır kırkı birden sayılır” (Pir Sultan Abdal). Taşın yere düşmesindeki sebebi ister yer çekimi olarak, ister uzay zaman olarak bilelim; hakikâte vasıl olmak, sebepten geçip müsebbibe gelebilmekle mümkündür. Bu bakımdan hakikât sebepten bağımsızdır. Seyri sülûk da, tohumun toprağa düşmesidir. Metod, budur. Adem’e secde etmektir. On bin sene önce de, bugün de... Toprak yoksa tohum, çürüyüp gider...

Ayrıca, tasavvufta değişikliği şeyhler değil, pîran yapar. Değişiklik ise, öyle kökten bir değişiklik olmayıp, o ekolde zikredilen esma üzerindeki değişiklikten ibarettir. Bu değişiklik, tek bir esma değişikliği bile olsa, o ekolde yeni bir kol açılır. Mesela, Halvetilikte Sümbüliyye ve Şabaniyye kolları böyle ortaya çıkmıştır. Misaller çoktur. Özetle, metod değişikliği kolay bir iş olmayıp, asla köke dokunulmaz!

Metoddan şikâyet edip, gönüllerince de köklü bir metod geliştiremeyenlere, mesela kolay yoldan hakikâtin hapını icat edemeyenlere şunu sormak gerekir: Tasavvufta kendini bilmeyen, Enel Hak makamına gelmemiş kişilere cahil denir. İsterse dünyanın bütün ilimlerine ve makamlarına, unvanlarına sahip olsun; bütün kitapları okuyup bol bol alıntılar yapsın, başkalarından ezberlediği fikirler ile sağa sola çatsın, hatta Mars’ta su bulsun! Su’yu kendinde bulmadıkça nafile! Şimdi, bu durumda, kendini bilmek kendini bilmemeye göre bir üstünlük arz ediyorsa, kendini bilmediği halde metoda karşı çıkan ve bir metod da geliştiremeyenler kime çağrı yapıyorlar? Kendileri gibi cahillere mi, yoksa bilenlere mi? Metodu ancak bilenler değiştirebileceğine göre herhalde bilenlere sesleniyorlardır:

 “Ey kendini bilenler! Siz bu eski metodlarla bildiniz kendinizi, ama biz bilemiyoruz. Hazır bilim de ilerledi... Şu hakikâtin metodunu biraz değiştirelim!”

Niye değiştirsin ki “bilen”? Meğerki sizin yakındığınız metodla o kendini bilmiş, maksada ERMİŞ!

“Bilen” olduktan sonra, artık o kişide bilen kimdir?

Hem bilmiyor, hem metod beğenmiyor ve “aklı, aklı-ı kül” olanlara AKIL veriyor.

Hepsini verse de cüz’ü, kül Olsa!

                                                                       ***

Bilimdeki ilerleme nefsi ilerletmiyor. Nefs, yerinde sayıyor, hatta azıyor! Her bir şeyi biliyor ama rabbini bilmiyor! Hatta bu “ben bilirim” uğruna insan batağa saplandıkça saplanıyor. Çıkamıyor çamurdan, su damlası... Bilim ilerlemiş de, artık uçağa biniyormuşuz da, kağnıyı bırakmışmışız! Bu yüzden tasavvufa da uçak icat etmek istiyorlar; Allah’ın sünneti sabır olduğu halde! Kağnıya binmekle uçağa binmek arasında kendini bilmek yönünden ne fark ve ne fayda vardır? Uçağa binenler uçakta kelime-i tevhid mi getiriyorlar “Allah’ım sen nelere kadirsin” deyip de? Herkes işine gücüne bakıyor! Kimsenin uçağa binip de uçağa hayret ettiği yok! Çünkü insanda ülfet var, bir defa. Bırakalım hayreti, şükretmiyor bile insanların çoğu. Ek sefer istiyor, indirim istiyor, istiyor da istiyor. Eski devir gariban kağnı sahipleri, öküzleri ölüp de ortada kaldıklarında, çaresizlikten daha çok Allah’a sığınıyorlardır! Böbürlenecek uçakları ve hesaplayacak milleri yoktu çünkü.

İbret alma yeteneği olan her devirde ibret alıyor; yeteneği olmayan uçaksa uçak, kağnıysa kağnıdan istifade edip, geldiği âleme geri dönüyor! Bu yol insanı doğru değil, dosdoğru olmak zorundadır. İmandan sonra birinci şart doğruluktur. Elif gibi düz olmayanın “elif”den nasibi olur mu? İnsanın hiç ummadığı iyi hâli, riya çıkabilir.

Suyu bulandıran nefstir ve hâlâ işin nefste düğümlendiğini, nefsi terbiye etmenin uçakla kağnıyla bir ilgisi olmadığını görememek gerçekten körlük ve “emmare”lik... Emmare nefs sahibi de, levvame nefs sahibi de hata arar durur. Emmare daima karşısındakinde, levvame ise kendinde bulur aradığını, yani hatayı... Kendinde bulmaya başlamanın ilk adımıdır hatayı kendinde bulmak.. Diğer bir deyişle, kendine dönen hakikât yolcusunun kendinde bulacağı ilk şey ‘hatadır’.  Pis sudur. Dolayısıyla metodu da suçlamaz artık; kendini suçlar! Kendine dönen, nasibi varsa kendinde bulduğu hataların hikmetlerini sezmeye başlar, sonraki aşamada. Böylece “hata”dan kurtulur. Temizlenmeye başlar, Hikmet’e doğru yol alır. Bütün iş kendine dönmektir, vesselam.

Canın yansa da, kazmayı sapla böğrüne; eğer varsa, su fışkırır.

                                                                       ***

Sadede gelecek olursak:

Tasavvufun metodu değişmez: “Nefsini bilen kendini bilir”

Tasavvuf, ne aradığını bilmeden arayıp durmak değildir.

Tasavvufun maksadı Allah’a kavuşmaktır. Bu yolun sahibi Allah ve yolculuk Allah iledir.

Şu üç mısra hakikât yoluna sac ayağı olabilir, üç mısra yetebilir:

İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir (Hz.Yunus) (Ne arıyorum?)

Âlem âdem âdem âlem olmadadır haşr-ü-neşr. (Hz Gaybi) (Nerde bulurum?)

Mürşid gerektir sana bildire Hakkı hakkel yakin (Hz. Niyazi-î Mısrî) (Nasıl bulurum?)

İşte hakikât yolu bu kadar da basittir.

Ama ne diyor Einstein: ‘Basit, zordur!’

 

 

 
 
İstanbul - 23.09.2008
meryemirmak@gmail.com
http://sufizmveinsan.com