Esma Mertebesi -2-
Meryem Irmak
 

31 Mart 2009

Geçen haftaki yazım bazı okurların kafasını bazı yönlerden karıştırmış. Kimi takıldığı noktalarda soru yağmuruna tuttu, kimi kırmızı biberi muhafaza konusunda tavsiyede bulundu, sağolsunlar! Yine de bana yansıyanlardan hissettiğim, çoğunlukla mesajın doğru algılandığı. Buna da çok sevindiğimi ifade etmek isterim. Kafalar, daha ziyade “beşeriyet ve insaniyet surette bir, sirette ikidir” noktasında takılmış sanki. Bu iki zümre sesteş kelimeler gibi: Yazılışları ve okunuşları aynı, “mânâları” farklı! Bu ikinci bölüm, saygıdeğer okurlarımız için düğümlerin çözümüne katkıda bulunabilmek amacıyla ilâve edildi. Her ne kadar “ana düğüme” bağlı kalmaya çalıştıysam da muhtemel “gel-gitler” ve dağılmaları hoşgöreceğinizi ve toparlayacağınızı umuyorum!

 

 

Ben, salt “bir beden” değilim; esasen içindekiyim. Allah İnsan’a KENDİ ruhundan üflediyse İnsan’ı dışıyla mı içiyle mi düşünmeliyim “esas”en? İçini düşündüğüm zaman insanın ruhuna ne diyeceğim? İnsan’a O’nun ruhundan üflenince artık insanın ruhu kimin ruhu olmuş olur? Esas olan bir şeyin “ruhu” değil midir? Esas olan bir şeyin içiyse, ruhuysa ve insandaki ruh O’nun ruhundansa, “Yok, O’nun ruhu değildir” mi diyelim “tenzih etmek” namına? Eğer, ötede bir tanrı yoksa, İnsan’ın ruhu da O’nun ruhundansa, ruh kim, insan kim, ikisi birbirinden nasıl ve nerede ayrılır? diye sorsam çok mu absürd kaçar?

 

“Tarihte Haricîler’in bir grubu Kur’ân-ı Kerîm’deki Yûsuf kıssasını çıkararak mushaflarını yanlarında taşırlardı ve derlerdi ki ‘biz bu ayetleri inkar ediyor değiliz ama biz onları namazda okumayı müstehcen olarak görüyoruz.’ Böyle diyerek –hâşâ- Allah"tan daha takvâlıymış gibi davranırlardı adeta!”  Mahmud Erol Kılıç

 

O halde, inkârcılardan değilsem; “O’nun ruhundandır” deyip iman ettiğim zaman, sözgelimi bir Arifibillah’ın, yani Hz. İnsan’ın huzurunda kendimi kimin huzurunda gibi hissetmeliyim? Üstelik; Hadis-i Şerif “Ruhlarınız cisimlerinizdir, cisimleriniz ruhlarınızdır” diyorken... Ve yine “Beni gören O’nu gördü” buyuruyorken Resulullah (sav), eğer kendilerini “zahiren” görmüş olsaydık, kimi görmüş olacaktık; kimin huzurunda bulunmuş olacaktık?! Resul’ün mü (s.a.v), yoksa O’nun mu?! Neresinden ayıralım? Zahirinden mi, Batınından mı?! Ayrılır mı hiç? “Tevhid edin”, “birleştirin” diyor zaten; “ayırın” demiyor!

 

“...Şimdi “Nereden çıktı bu tasavvuf?” diye soruyorsunuz. Bir an için her türlü tarihsel zeminden bağımsız olarak düşünelim. Yani Hayy b. Yakzan gibi ıssız bir adada, tek başına hayatı teneffüs edelim. Şimdi siz eğer İslâm dinine mensûbsanız ve kutsal kitabınız olan Kur’an’ı okuyorsanız bir çok âyetin yanısıra şöyle bazı âyetlerle de karşılaşırsınız. Bir iki örnek olsun diye meselâ; “Ben size kendi rûhûmdan üfledim”, “Her nerede olursanız olun o sizinle beraberdir”, “O ilktir, sondur, içtir dıştır”, “Onların kalbleri vardır onunla aklederler, “O’ndan geldik ve sonunda O’na döneceğiz” vb. gibi âyetlerin üzerinde düşünmeye başladığımızı varsayalım.

 

Bir şeyin rûhu bir şeye üflenirse o şey ile ilişkisini nasıl temellendirebilirsiniz? Rûh bir şeyin özünü veren şey ise, bir şeyin mâhiyetini belirleyen esas ise bu ayeti nasıl anlamamız gerekir?. Biz Tanrı’dan ayrı ve müstakil varlıklar olduğumuzu düşünürken Tanrı “siz nerede, hangi varlık düzleminde olursanız olun ben sizinleyim” derse bizim ne yapmamız lazım? Peki Allah size “Ben ilk olanım ve son olanım derse” bu ikisi arasındakinin konumu ne olabilir sizce? Bir şeyin başı ve sonu aynı şey ise ortasını ne yapmalı? “İç benim” sözünü hadi anladığımızı varsayalım peki “Dış da benim” (Hüve’z-Zâhir) sözünü nasıl anlamalıyız? Bu âyeti yorumlayan bir ârifin deyişiyle “ilk - son - iç – dış”ın târifinin net bir şekilde yapıldığı yerde bir beşinci oluşuma yer kaldı mı acaba? O zaman sen nesin? Ben neyim? O’ndan gelmişiz ve yine O’na dönüyormuşuz. “Onların kalbleri vardır ve bununla aklederler” âyetini okuduğumda ise “akletme” eyleminin organı olarak beyin değil de kalbin gösterilmesi beni kalb epistemolojisi yapmaya, kalbi bilişsel bir faaliyet olarak incelemeye sevketmez mi? Daha sonra bana bu kitabı okuyan peygamberin -ki İslâm dini özelinde Hz. Muhammed- “Allah âdemi kendi sûretinde yarattı”, “İman kalbteki bir bilgidir”, “Allah’ım kalbimi ışıt, nurlandır”, “Allah cemîldir” v.b. gibi sözlerini yukarıdaki âyetlerin yanına koyarak düşünmeye başlarsam bende bir tür Tanrı tasavvuru ve Tanrı bilgisi oluşmaya başlamaz mı?

 

..... Ancak esas gâye onun içerisindekidir. İçi yoksa dış varlık sebebini yitirir çünkü dış (zâhir) ancak iç (bâtın) varsa var olabilir. Dışın çıkış yeri içtir, onu doğuran kendi içidir. Sirke küpünden dışarı sirke sızar demişler. Dış içte olanın dışavurumudur, zuhûrudur. Yoksa kimilerinin zannettiği gibi dışın tek başına müstakil bir varlığı yoktur. Bağımsız bir yapı değildir. İç ondan elini çektiği anda o sönüşür, pörsür. Binanaleyh iç esastır, aslîdir, değişmezdir dış ise ârizîdir, geçicidir ve değişkendir. Bu ontolojik esasın epistemolojik uzantısına bakacak olursak dış bilgisinin de (ilmu’z-zâhir) aynı şekilde kendi başına bağımsız olamayacağını, değişken ve izâfî (rölatif) olduğunu görürüz.” Mahmud Erol Kılıç

 

Bu tevhitten murat ancak / Cemal-i Zat’a ermektir

Görünen kendi Zat’ıdır / Değil sanma ki gayrullah

Salâtullah, selâmullah / Aleyke yâ Resulullah

 

                                               Şems-i Tebrizî

 

İnsanlar, ahirette nasıl bir CEMALULLAH göreceklerini zannederler acaba? Evet. Zannımıza göre, zannımız kadar göreceğiz Cemal’i! Ya, ZANdan kurtulanlar? Onlar ne görecek, kimi görecek? Asıl önemlisi, burada göremeyenin orada da göremeyecek olması, velev ki cennet ehli bile olsa! Acaba “Cemal” olarak bize ne gösterilecek? Adem’i “Kendi” sureti üzere yaratan Allah bize ahirette ne gösterecek?! Kendi “sureti” üzere yarattığı “Adem”, suretiyle ve siretiyle şimdi ve “burada” yani zahirde olduğuna göre, ahirette zahirdeki Adem’den farklı ne göreceğiz?! Üstelik bizden “fark” görmememiz isteniyor! Çünkü burada görmez isek, orada da görmeyeceğiz! Cemali dünyada görmek O’nu Zahir isminden çıkarıp, soyutlayıp -Haricilerin mushaftan ayet çıkarmaları gibi- sadece Batın ismi ile tasavvur etmek / edememek midir? Ama O “Zahir de Benim” demiyor mu? Dünyada görmek, dünya zuhur âlemi olduğuna göre, ne demektir? Dünyada görülecek olan nedir? Dünyada görülmediği takdirde ahirette de görülemeyecek olan, o halde, dünyada var olmak zorunda değil midir? O, Kendinden başkası olmayan, TEK olan ALLAH, Zahir ismiyle neyi “zahir” ediyor? Zahir O’nun ismi de, zahir olan başkası mı? Dublör mü arıyoruz?!

 

Cennetlik kimseler makamlarına kavuştuklarında, Hak Teâlâ azâmet ve kibriyâsını gizleyen perdeyi aralar ve; “Ben sizin yüceler yücesi Rabbınızım” buyurur. Hak’kın bu tecellîsi onların garibine gider ve inkâr ederler...

- Hâşâ ki sen bize Rab olasın, diyerek feryada başlarlar.

O anda tecellî üç defa değişir; her defasında onlar yine inkâr ederler.

Sonra Hak onlara;

-Rabbınıza dair aranızda bir işaret var mı?.. diye hitâb eder.

-Evet, var! cevabını hep bir ağızdan verirler.

Artık bundan sonradır ki, herkese, ZANNI, İTİKADI ve ANLAYIŞ KÂBİLİYETİ nisbetinde tecellî olur.

Bu tecellî sonunda;

- Sen yüceler yücesi Rabbımızsın! deyip kabul ederler."

Bu müşâhede için şu hadîs-i şerîf vardır:

"Siz rabbinizi mehtaba bakar gibi seyre dalacaksınız!"

Hâl böyle olmasına rağmen, EHLİ İRFAN, HAK Teâlâ’yı İLK TECELLİDE tasdik ederler.” (Ahmed Hulusi / Havas)

 

Ân ve zaman ayrı gayrı mı?!  Şimdi de aynı feryatlar yok mu?!

 

“Hiçbir şeyde zahir olmadım, insanda zahir olduğum kadar!

Abdülkadir Geylani Hz. (k.s)

 

Allah’ın yetiştiren, eğiten mânâsına RAB sıfatı İnsan’dan tecelli eder ve ahirette görülecek olan, hadisi şerifte de işaret buyurulduğu üzere RAB’dır. Çünkü Zat görülmez. Sıfat görünür. Bu durumda Rabbı burda görmeyen, tanımayan, kabul etmeyen orada da göremeyecektir. Zat’ı görmeye çalışanlar veya RAB’dan başkasını görmeye çalışanlar ise ne burada, ne orada göremeyecektir. En fazla, şefkat-i ilâhiyle, kendi “zan”nını, kafasında yarattığı ilâhı görecektir! Ötede olmayan tanrı, kafamın içinde bir meçhul mü?!

 

BENim sıkıntım, kendimi tekamülünü tamamlamış, kendisinden RAB sıfatı tecelli eden, rüşdünü ispat etmiş bir ADEM olduğumu ZANnetmemdir. Ne de olsa hepimiz Ademoğlu Ademiz! Eğer öyle olsa, Nebilere, Velilere gerek kalır mıydı? “Bende RUH var, BEN ADEMim” deyip havalara gireceğime “şeytanımı müslüman” etmenin çaresine bakmalıyım. Şeytan nasıl müslüman olur? E, tabii ADEM’e secde ederek! Niye kâfir ki zaten? Şeytanım müslüman olmadan BEN gerçek anlamda müslüman olamam, vesselâm! Bunun için de Rabbı tanımam gerekir.

 

ENTE MEVLANA FENSURNA ALEL KAVMİL KÂFİRİN...”

 

“İnsansı” diye de tabir edilen beşeriyet genellikle unutuluveriyor! Hepimiz Adem isek, ya “kan dökücü, fesat çıkarıcı” olanlar kimler? Onların nesli tükendi mi dinozorlar gibi? Dünyanın haline bakarsak sayılarının azalmayıp, hatta arttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki, onlara da ruh üflenmiş mi?! Ruh’un mu, nefsin mi emrindeler?! Fiillerinden anlaşılabilir.

 

Çoğumuz beşeriyeti kabul etmek istemiyoruz! Herkes Adem! İşte bu kabul etmeyiş bile “beşer” olmanın işaretidir. İnsan da zaman içinde terakki etmiştir ama bu terakki beşeri Adem yapmamıştır. Selami Baba kıssasını hatırlayalım. (Niye Adem olamıyor beşer? Çünkü Adem’i kabul etmiyor ki. “BEN” diyenin kim olduğunu unutuyor ve bir de üstüne BEN Adem’im zaten diyor!!!)

 

“Biz âyetlerimizi enfüste ve âfakta gösteririz ki onların hak olduğunu açıkça görüp anlayabilesiniz” (41-53)

 

Düşünmeli ki, Allah niçin bize uzun uzun Firavun’u anlatıyor Kitabında? Niçin Allah o “kâfir” Firavun’u oracıkta, hemencecik öldürüvermiyor da, yaşatıyor, bir de peşine Hz. Musa’yı (a.s) gönderiyor? Musa (a.s) kim, Firavun kim? Niye Musa (a.s) Firavunla uğraşıp, savaşıp duruyor? Daha önce de belirtildiği gibi dinde tenzihin öğrenildiği mertebe “Musevilik”tir. Teşbihten yoksun, aşırı tenzih “tanrı” inancına sebep olur. Enfüsteki bu “tanrı”, o kavme  âfâkta “firavun” olarak gösterilmiş. Nitekim tanrılığını ilân eden Firavun “deli” değildi ki… Kendindeki istidracları Hak’tan bilse idi, belki de ona Veli denecekti. Ama o nefsine mâl ettiği için kendini tanrı addediyor ve küfürde kalıyor. Bu “tanrı”, Yaradan’a sırf tenzihle inanan Musa kavminin inancıdır, enfüsüdür bir mânâda. Firavunla âfâkta da gösterilmiş kendilerine ama yine de tanıyamamışlar nefislerini! Bu işler olup biterken Hızır (a.s) nerede, ne yapıyordu acaba?! Hz. Musa (a.s) ile karşılaşmaları Firavun’dan önce miydi, sonra mıydı?! Firavun gösterildiği halde niçin Musa kavmine Hızır (a.s) gösterilmedi?!

 

Hz. Musa’nın (a.s) Firavunu ölünce “firavunluk” makamı sona mı ermiş oldu? Elbetteki hayır. O, ancak geçilmesi zorunlu bir “mertebe”dir. Kızıldeniz’de boğulan, Hz. Musa’nın (a.s) Firavun’udur; benim firavunum değil! Yeri gelmişken, genellikle yanlış bilinen bir hususu da arz edeyim, acizane: Ruh, nefs, can, canan vs bunları hep içimizde birbirinden ayrı yapılar olarak düşünürüz. Ayrılıkçı olduğumuz için! Aynı şeyin farklı mertebelerdeki adı olduğunu bilmemiz gerekir. Meselâ, bana doğduğumda “bebek” denirken, artık “kadın” deniyor! Ama ben aynı benim! Fakat fiziken terakki ettiğimden artık bana bebek denmez. Enfüsü de buna göre düşünmek gerekir. Sünnetullah böyledir.

 

Allah, teşbih makamının “ayetlerini” de enfüste ve âfâkta göstermiştir. Öyle ki, kavmi Hz. Meryem’e “Doğrusu sen görülmemiş bir iş yaptın” diyerek şaşkınlıklarını ifade etmişlerdir. Hz. Meryem kimdir, Hz. İsa kimdir? Enfüste ve âfâkta, ki ikisi birdir. Çok iyi düşünmek ve çok iyi araştırmak gerekir bunu. Firavun ölmeden bu makama gelinemeyeceğine göre, firavunu denizde boğulan bir kişi artık firavunun zulmünden, tanrının elinden kurtulmuş mudur? Hayır. Salik, burada daha da güçlü bir “tanrı”ile, deccalle karşılaşır(mış). “Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.” (Şuara-226) Ahbabıymış gibi deccali anlatabilmek için onunla tanışmış olmak gerekir. Bizler ayn’el yakîn makamında olmadığımız için hiç beklemeyelim, enfüste bize deccal inmez! Bizim oraya çıkmamız lâzım. Bunun için de önce firavunun “denizde” boğulması gerekiyor! Kim enfüsünde deccali bulduysa, o enfüsünde İsa’yı (a.s) da bulmuştur. Herşey zıttıyla kaimdir ve Allah kimseye gücünün yetmediğini yüklemez. Deccali İsa öldürür; Musa öldürmez. Bunları “erkek adı” olarak değil, ilim ve kemal mertebesi olarak bilmek lâzım. Allah’ın yardımıyla Firavundan kurtulur, yani ilmel yakîn makamını aşarsak, ancak ondan sonra hayırlısıyla deccalimize kavuşuruz. Yine ve ancak Allah’ın yardımıyla onu da alt edersek, şeytanımızı müslüman etmiş olarak, inşallah Ademiyyetten nasip alırız!

 

Allah teşbihsiz tenzih ile küfürde kalmaktan, tenzihsiz teşbih ile şirke düşmekten, “tek gözlü” olmaktan cümlemizi korusun, bizleri de ehl-i tevhid zümresine ilhak eylesin. Amin.

 

Hatırlayalım ve aklımızdan hiç çıkarmayalım ki bizler aşağıdayız! “Ben Ademim, bende Ruh var!” demeyip, o çıktığımı zannettiğim yerlerden inip, önce bir nefsi emmaremi tanımam, Hz. Musa (a.s) gibi önce Firavunu müşahade etmem gerekir. Allah insanın içini dışarı da çıkarsa görmeyen görmezmiş. Nitekim, yıllarca “BEN tanrıyım” diyen Firavun’a kölelik eden, tanrıdan zulüm gören Musa kavmi bilebildi mi kime kölelik ettiğini?! Enfüsün âfâkta gösterildiğini anladılar mı? Âfâka bakıp kendilerini gördüler mi? “Onlar sürüler gibidirler, hatta yolca daha da şaşkındırlar!” (25-44) Kimler onlar? Bir düşünmek lâzım. Kur’an bize bizi anlatıyor. Hep ben akıllıyım da hep başkaları mı şaşkın? Kim şaşkın? BEN şaşkınım. Gerek şeytanımla, yani esfeldeki emmare nefsimle, gerek firavunumla ve gerekse - ayrıca kısmetse- deccalimle karşılaşmadan, onları alt etmeden Adem olamam. Onlardan kaçmak yoktur. En aşağıdan itibaren teker teker tanıyıp, tanışıp, yüzleşip, bellerini kırmak vardır, biiznillah. “Büyük cihad”. Bu’dan Hu’ya.

 

                                                                       ***

 

İşte, Adem O ki, O’nda bütün esma talim olmuş (olmaktadır – el an kemakân). Zahir esması hariç tutulmamış. Bütün esma denmiş. Öyleyse o zuhurdadır. Hem de batındadır. Çünkü batın ismi de hariç tutulmamış. Bu yüzden: “Mülke hüküm süren odur / İki cihan elindedir “ denmiş. Bütün esma Adem’den tecelli edince eksik kalan ne var?

 

“Hazret-i Bayezid İnsan-ı kamil makamı için şöyle diyor: “Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve arifin kalbinde bir köşeye konsa, orada bir şeyin varlığını duymaz.” O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsiye sığmayan, Hak Teala’nın azamet ve Celali’nin, cümle zat ve sıfatının tecelli yeri olmuştur.” (Özün Özü / S.48)

 

Cümle zat ve sıfatın tecelligâhına zahirde ne denir, batında ne denir? Zahir ve Batın ayrı mıdır? İşte, anlayana, Adem böyle bir Adem’dir ve surette kalıp, Adem’le beşeri karıştırmamalıdır.

 

Bir kudsi hadiste Allah (c.c) buyurmaktadır kiİnsan Benim sırrımdır, Ben insanın sırrıyım”. İnsan yaratanla yaratılan arasında bir noktada oturmaktadır. Hz. Mevlana Divan-ı Kebir de “ İnsandır desem, aşktan utanırım; Tanrıdır desem, Tanrı'dan korkarım ” diyor” Cemalnur Sargut

 

Allah bilinemez mi, görülemez mi? Görülemez ise Şah-ı Velayet “Ben görmediğim Rabbime iman etmem” der miydi? Bilinemezse, görülemezse biz ne için uğraşıyoruz? Kılalım beşi, yiyelim aşı. Alimler gibi ilim peşinde miyiz, yoksa arifler gibi Allah peşinde miyiz? Cemal’ini görmek istemiyorsak ne istiyoruz?

 

Allah hem testi yapıcıdır; hem testinin çamurudur; hem testiyi alıcıdır; hem testiyi satandır” Hz. Mevlâna (k.s)

 

Zat’ın bilinemezliği şeriat makamına, ikiliğe göre söylenmiştir. İkilikte bilinmez. “Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.»” “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun gönlüne sığdım”. O gönül ve o kul birbirinden nerede ayrılır?! http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/hangidindesiniz.html

 

Ölmeden önce ölen için SEN kalmadığından dolayı “Zat’ını sadece Kendisi bilebilir” denmiştir. Şeriat makamında Zat’a bu yüzden kavuşulamaz. Zat’a kavuşan için de artık SEN kalmadığından “O’nu ancak O bilir”, denmiştir. Öldükten sonra ölmek diye bir şey yoktur. Ölmeden önce ölmek vardır. Peki, ölmeden önce ölen zahiren öldü mü? Tabiî ki hayır. Öyleyse, aramızdadır! Ölmeden önce ölenden tecelli eden, o kişi zahiren ölmediği için hem tüm sıfatları ve o kişi ölmeden önce öldüğü için de ondan tecelli eden hem de “Zat”ıdır. Kulunun gören gözü, işiten kulağı O “Kendisi” ise, o kulun cemalini mehtabı seyreder gibi mi seyredelim, nasıl bakalım cemaline; ne diyelim o kulun nazarına, O’ndan bakana?

 

Çünki bildin mü'minin

Kalbinde bir Allah var
Niçin izzet etmedin

Ol beyte kim, Allah var


Her ne var ise Âdem'de var
Âdemde ara Hakkı sen,
Olma iblis-i şaki

Âdem’de Sırrullah var

 

“Bu makamı bulan zat, her şeye ayna olur. Bu makamın yolcusu, yolunda zatından gayrını göremez ve her şeyi kendine bağlı bulur. “Cübbemin içinde Allah’tan gayrı yok; iki cihanda benden gayrı olabilir mi?” der. Yani, her şey ona; ve her şeye o, bir ayna olur. Belki, ayna ve aynadaki boya, akis dahi kendi olur. Bundan önce, İBN-ÜL VAKİT makamında idi: Allah’tan gayrı mevcut yok, diyordu. Bu makamı bulduktan sonra: Yalnız “BEN” var der. Şimdi buna Ebü’l Vakit tabir olur.” (Özün Özü – S.25)

 

Rabbül Âlemin olan Allah kullarını nasıl eğitiyor, acaba? Ötede bir yerden taktik mi veriyor, ne yapıyor? Nasıl hidayet ediyor kullarına? E, haliyle “Hadi” esması da Adem’den tecelli ediyor! Bütün esma, denmiş çünkü; “kitap”ta hiçbir şey eksik bırakılmamış!  

 

(Senden sana, özünden özüne filan demeyiniz ne olur; Ya imamı bul, ya imam ol demişler! BEN imam yani Adem değilim ki, ben aşağıdayım ve aşağıda şeytan var! Şeytanım Allah’a inanıyor ama Adem’e inanmıyor!)

 

“İnsan-ı Kâmil’in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: Onsekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, terkibi İnsan-ı Kâmil olur. Bu insan; onsekiz bin âlemi, onsekiz bin gözle seyreder. Her âleme has olan gözle bakar. Duygular âlemini, his gözüyle; mâkulatı akıl gözüyle, mânaları da kalp gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. His gözüyle, mânaları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir.

 

Bu ehline malumdur.

 

Yürü, bir göz bul çare eyle;

Bu kez, ondan ona nazar eyle.

 

Gayb âlemini seyredebilmek için, Hakkanî bir göz gerek” (Özün Özü – S.46)

 

Bizler “olgun” olmadığımız için her şeyin İnsan’da toplanmış, bütün boyutların toplamına İnsan denmiş olmasını anlayamıyoruz. Sanılıyor ki, işte, her şey bende ve benim kimseye ihtiyacım yok! “Her şey bende”nin anlamı ve mesajı böylesi bir ben merkezcilik olabilir mi hiç? Halbuki, sözgelimi bir pirinç tanesi bile meydana gelirken bütün KAİNAT birlikte çalışıyor. O pirinçte güneşten, toprağa, suya kimlerin emeği yok ki! Her şey bendeyse, bu demektir ki benim her şeye ihtiyacım var “ben” olabilmek için. Öyleyse, bütün mahlukata öncelikle saygıyla eğilmeliyim, eğer gerçekten her şeyi kendimde bulduysam. “O’nu sende ara” demek, körü körüne kafamızın içinde aramak demek olmamalı.

 

“Beni gören O’nu gördü” buyuran Resulullah (sav) Kendisinin hangi boyutta müşahadesini işaret etmişler? Kafamızın içindeki esma boyutunda mı?! Resulü (sav) hangi âlemde; lahutta mı, ceberutta mı, melekutta mı yoksa şehadet âleminde mi görürsek O’nu görmüş oluruz? Bu âlemler birbirinden nerede ayrılıyorlar ki?! Hepsi birlikte “nokta” değil mi? Allahu Ekber!

 

Bizler genellikle çekirdekteki “meyve”yi konuşmak, yani görmemek ve görmediğimiz “gayb” hakkında konuşup durarak tenzih etmenin huzurunu yaşamak isteriz! Ondan sonra da “firavunu” ne enfüste, ne de âfâkta tanıyamayız!

 

“Bırak o çekirdeği de ondan çıkan ağaca bak! Meyvesi de üstünde duruyor! Çekirdekte (gaybda) meyveyi göremezsin, ağaca bak! Bak ki çekirdek açılmış da ağaç olmuş. Uyuma da gözünü aç! Ne diye ‘çekirdekte meyve var’ deyip duruyorsun? İşte, meyve ağacın dalında asılı duruyor. Sen ise çekirdekte meyve arıyorsun!!!”

 

dendiği zaman teşbih makamı zor olduğu için “Tövbe de, o nasıl şey?” diye tepki bulur. Yoksa, biz “ayn” olmadan “Hak” olduğumuzu idrak edeceğimizi mi sanıyoruz? Çekirdekteki hayalî meyveyi, kendi ZANnını konuşmak yerine, biraz da meyvedeki (hakikat) çekirdeği (marifet) konuşmalı!

 

“Hımm.. Çekirdek hakikatten meyvedeymiş”

 

Diyebilmek için o meyveyi yemek lâzım! Ama ne demiş Erenler? “Yiyemezsin demedim mi?”

 

“İnsan” meyvesinde bir çekirdek varmış ki adına “gönül” diyorlar. Bilmeyene, gönül “gayb” imiş. Ya İnsan’da gaybı/ gönlü arayacağım, ya gaybda İnsanı arayacağım, ya da gaybda gaybı arayacağım! Gaybda gayb aramak veya gaybda İnsan aramak anlamlı ve mümkün müdür? Adı üstünde: Gayb! Hâzır ve nâzır olan “İnsan”. Öyleyse, bana gayb olanı, İnsan’da arayacağım. Ve gerçek anlamda ancak o zaman TENZİH etmiş olacağım. O gönlün genişliğini bilmeden bedenin darlığını gerçek anlamda anlayabilir miyim? Anlamadan, gönlü tanımadan neyi, kimi tenzih ediyorum? Lâf-ı güzaf!  “Çekirdekte meyve var” demekle ne meyveyi ne de çekirdeği bilebilirim, vesselâm!

 

Her kim dilerse konuşmak Allah ile, sohbet eylesin Ehlullah ile.” Hz. Mevlâna (k.s)

 

Yeryüzünde Tanrı bizatihi Tanrı olarak kimsenin karşısına çıkmış değil. İnsan “Tanrı” tecrübesini dahi yine bir insan üzerinden yaşadı. Bir Tanrı elçisine inandı, Tanrı'ya inanmış oldu. O insanı inkar etti Allah'ı inkar etmiş oldu. Allah yeryüzü planında insan üzerinden bilinir, tanınır. İnsanı tanımayan Rabb’i tanıyamaz...” Mahmud Erol Kılıç

Başımız meydana koyup keşf-i esrâr eyledik
Enbiyâ ve evliyânın setr ettiği ma’nâ budur

Hz. Gaybî Sunullah Efendi (k.s)

Nedir o mânâ?

Allah’ın RAB sıfatı İnsan’dan tecelli eder !!!  

Hz. Gaybî, bu sözleriyle: “Peygamberlerin ve velilerin kapattığını ortaya koydum. Bunu yaparken başımı da ortaya koydum,” diye buyuruyor. Elbette bu kadar üryan ve açık konuşan bir veli, halktan çok taş yer.” Aziz Mehmet Dumlu

Tâc ma’rifet tâcıdır sanma gayri ola tâc
Taklîd ile tok olan ledünnîden ola aç

Düşe düş olma sakın düşe aldanıp kanma
Hakk’tan gayri ne var ki tâbire olmaz muhtâc

Sana âlem görünen hakikatte Allah’tır
Allah birdir vallahi sanma olası birkaç

Bir ağaçtır bu âlem meyvesi olmuş âdem
Meyvedir maksûd olan sanma kim ola ağaç

Bu sözlerin meali kişi kendin bilmektir
Kendi kendin bilene hakikat ola Mi’râc

Bu âdem meyvesinin çekirdeği sözdür
Sözsüz âlem âdem bir anda ola târac

Hakk denilen özündür özündeki sözündür
Gaybî özün bilene RÛBUBİYET ola tâc

 

“Tasavvuf, demir leblebidir!”

 

Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla: Beni niçin buğday yapmadın? dese; ekinciden alacağı cevap: Senin istidadın, kabiliyetin buydu, olur. Ayrıca arpa tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır. Bu anlatılanlara göre, herkesin mahiyeti ve ayan-ı sabitesi ezelde her ne hal ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kısmetine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir. Her şey ezelde verilen şekilde âşikar olur. İlâhi bilginin ona bir tesiri yoktur(Özün Özü – S.71)

           

İLLÂHÛ.

                                                                       ***

 

İnternet açık ortam olduğu için, hangi bilgi, idrak ve istidad seviyesine hitap ettiğinizi bilemediğinizden, herkesin hâlini ve hakkını gözetmek gayesiyle konuyu şöyle noktalayalım: İşbu sözlerin meali “İnsan Allah’tır” demek değildir. Hâşâ ve Estağfirullah el azim. Fakat İnsan’dan tecelli eder. İnsan tecelligâh olduğu için eşrefi mahlukat ve gerçek “câmi”dir. Beytullah’tır. Kur’an’da bize şah damarımızdan daha yakın olduğu bildiriliyor. Ve aynı zamanda “Allah’a ulaşmaya vesile arayın” buyuruluyor. Ehlullah “seni sende ara, sende bul” dedikten hemen sonra “öyleyse durma, bir gönüle gir” diye ilâve ediyor. Ehlinin “sende ara” sözünü kabul ediyoruz, her fırsatta söylüyoruz da, -Bektaşi fıkrası gibi- devamını niye söylemiyoruz?! “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (2-85) Yoksa biz canlı “kitabın” bir dediğine inanıyor, öbür dediğine inanmıyor muyuz?!

 

Niçin gaflet ile mağrur olursun, geçer kervan gider yolda kalırsın

Pişman olur sararıp da solarsın, uyan gel gözlerim gafletten uyan!

                                                                        Âşık Ali Metin

 

 

 
 
İstanbul - 01.04.2009
meryemirmak@gmail.com
www.semazen.net
http://sufizmveinsan.com