05
Mayıs 2009
Fâniya bu sözleri
sen değilsin söyleyen
Nutk eden Hakkın
dili, dilde tercüman benem
TESETTÜR
Tesettür
Nedir?
Hayvanlarda
mükellefiyet olmadığı için, onların elbise giymelerine
gerek yoktur. Ama, insan mükerrem yaratık olduğundan,
elbise üzerine elbise giymesi şart olmuştur.
İnsanın ilk
elbisesi bedenidir. O beden, ruhun elbisesidir. Ruh çok
kıymetli olduğundan, onu ve koruyucusu olan bedeni,
soğuk, sıcak ve diğer dış etkenlerden daha iyi
koruyabilmek için, o elbisenin üzerine bir elbise daha
giymek gerekmiş, böylece de, örtünme, gizlenme anlamına
gelen tesettür konusu ortaya çıkmıştır.
Tesettürün
amacı, kutsal bölgeleri kötü gözlerden saklamaktır.
Allah, kötü bir şey yaratmamıştır. Ancak insanın, oluşum
safhasının bir öncesi hayvaniyet olduğundan, meyli de
daha ziyade o tarafadır. Bu nedenle üreme organları
bölgesini kötü görür. Öyle olduğu için de, o kısımların
örtülmesi uygun görülmüştür.
Genital
organlar gibi, göğüsler de kutsaldır. Göğüsler, Allah’ın
şefkat ve merhamet yuvasıdır. Bu yüzden analar
çocuklarını sütle besler. Sütte hem nâr, hem de nur
olduğu için, çocukların hem maddi, hem de manevi
gelişmesini sağlar.
Bu
organların örtülme nedeni, onların yaratılışı değil,
bizim onları hayvanlar gibi kullanmaya kalkmamamızdır.
Böyle kullanmaya kalktığımız için, onları gözden
saklamak gerekmiş ve tesettür konusu ortaya çıkmıştır.
Tesettür
konusu içine mahremiyet de girer. Bunun ne demek
olduğunu anlatmıştık. Peygamberimiz zamanında el
tutanlar (yani ümmet-i icabet) ve el tutmayanlar
(yani ümmet-i davet) diye iki tür ümmet vardı. İcabet
edenler, etmeyenlere karşı başlarına örtü alırdı.
Kadınlar
neden saçlarını örter?
Saçlarının her telinde birer
Mansur
gizli olduğu ve her teli insana
işaret olduğu için…
Saç,
hazret-ül cem’in kökeninin işaretidir. İnsanın maddesi
kâinat olduğundan, her saç teli de o kâinattaki bir
insana işarettir. Böyle olduğu için de Zât, her insanla
bütünleşir. Buraları kimse
bilip söylemiyor. Saçın daima taralı olması
lazımdır ki, insanlara düzen
verebilsin, yoksa kâinat karmakarışık olur. Tabii
bu durum kâmil zâtlarla ilgilidir.
Bunlar
bütûna ait sözler olduğu için havassın yanında
söylenebilir. Avamın yanında veya umuma açık yerlerde
söylenmez. Söylenmesi icap
ettiğinde, üstünün örtülmesi gerekir. Onun için,
esas örtünmesi gereken havastır. Avamın örtünmesi ise
bir nevi taklitten ibarettir. İşte, örtünme veya
tesettür denen olayın aslı budur. Onun için esas
tesettür ehl-i tevhidin uyguladığı tesettürdür ki, bu da
sohbetin mahrem
olmayanların yanında yapılmamasıdır.
Hakikat
Açısından Tesettür Nedir?
Allah
nazarında en makbul şeyin temiz yürek olduğunu ve
gerisinin sadece süsten ibaret olduğunu biliyor ve
inanıyoruz. Şeriat dinin süsüdür. Nasıl, insanın çıplak
gezmesi doğru olmadığı için elbise giymesi gerekiyorsa,
din için de bir elbiseye, yani şeriata ihtiyaç vardır.
Şeriat, bir nevi dini elbisedir. Bu elbiselerin
en güzeli de İslamiyetin giydiğidir. Şeriat erbabı, bu
elbise tabirini yanlış anladığı için, insanları baştan
ayağa kadar giydirip örtme çabasına girmiştir.
Elbise, esas anlamıyla, huy,
ahlak demektir ve amacı da “Allah’ın ve
Resûlullah’ın huylarıyla huylanma”yı sağlamak, yani
Allah’ın huylarıyla huylanmayı gerçekleştirmektir. İşte,
insan olarak bürünülmesi gereken elbise, bu ahlak
elbisesidir. Yoksa kumaştan yapılmış zahiri elbise
değildir.
Örtünmenin
bir başka türü de, yine insanın kendini gizlemesine
matuf olarak mahalli kıyafetlere girmesidir.
Örneğin, buradaki kıyafetlerimizle Arabistan’a
gittiğimiz takdirde, yabancı olduğumuz hemen belli olur.
Ama Arapların giydiği tür bir elbise giyip aralarına
karışırsak, bizimle konuşmadıkça kimse yabancı
olduğumuzu anlamaz. Bu durumda da tesettür, bizi gözden
ve ilk nazarda tanınmaktan koruyan bir araç olur.
Örtünenlerin örtünmedeki amacı, başkalarının kendilerine
bakışından kaçmaktır. Bunu yapan bir kimsenin de bir
başkasına bakmaması gerekmez mi? Bu gerekliliği
idrak edemeyen bir insan, örtünse ne olur, örtünmese ne
olur?...
Örtünmediği
halde daha içten davranan toplumlar da vardır. Bu
toplumlar Müslüman veya Hristiyan olabilirler.
Aralarında hududu aşanlar da bulunabilir ama onlardaki
hududu aşanların aşmayanlara oranı, örtünen
toplumlardakinden daha fazla değildir. Nasıl, daima
gündüz olması mümkün değilse, hiçbir toplumda da
herkesin aynı kararda gitmesi beklenemez. Çünkü,
aydınlığın yanında mutlaka karanlık da olacaktır ve
bunlara da tahammül edilecektir. Zaten tolerans,
rıza âlemidir.
Tesettür konusunda kraldan
fazla kralcılık yapılmıştır. Bu konuda,
Hazret-i Peygamber zamanında bu kadar yasak yoktu.
Hattâ, Mekke’den Medine’ye hicretlerinde, Medinelilerin
kendisini dört gözle bekledikleri ve geldiğini haber
verebilmek için kadınlı erkekli hurma ağaçlarına
çıktıkları, şehre geldiğinde de, aynı şekilde yollara
dökülüp teflerle, zillerle karşıladıkları, oyunlar
oynadıkları bilinmektedir. Bu oyunlara kadınlar da
iştirak etmiştir. Oyun, dans, raks, insanı sevaba
soktuğu gibi, kötü nazarla bakıldığında günaha da
sokabilir. Bunu anlatmak için “Dilberi görmek var,
ama her yüzden / Sizde bir çeşit, bizde bir çeşit”
diye söylemiştik. Önemli olan, insanın bir olaya bakış
açısıdır.
Tesettür, insan-ı kâmil için geçerli ve gereklidir.
Çünkü, onun her saçının teli bir insandır. Onların
birbirine karışıp birbirine karşı tecessüste bulunmaması
için örtülmesi gerekir.
“Mürşitlerin göğsü, sırların mezarıdır”
keyfiyeti Hazret-i Peygamber içindir.
İnsanın
yüzü, hüviyet-i İlâhi olduğu ve insan, ancak yüzü ile
tanındığı halde, niçin yüz açık bırakılmış da saçlar
örtülmüştür? Bunun sebebi saçların baştaki esrara
tekabül etmesidir. Örtülen
de o sırlardır. Kime karşı örtülüyor? Kendine
mahrem olmayanlara, kendine bağlanmayanlara karşı… Onun
için baş örtüsü veya tesettür insan-ı kâmile farzdır ve
tesettüre tam anlamıyla riayet edip başını örten insan-ı
kâmildir.
Mürşitlerin başlarına örtü
almaları, önüne gelenle sohbet etmemeleri demektir.
Aksine hareket düşmana kılıç vermeye veya
kullanmasını bilmeyene koz vermeye benzer. Sonunda, o
verilen kılıçla, kılıcı verenin başını vurmaya kalkanlar
bile çıkabilir…
Lütfi
Filiz – Noktanın Sonsuzluğu
***
Zülfünün
sırrın ne bilsin zâhid anı sor bana
Ger esîr
olmak dilersen zülf-i cân-efşânına
…
Gözlerin
süzmüş vü üzmüş cânını âşıkların
Asılı
zülfünde yüz bin Şiblî
vü Mansûr idi
Zülfü
sübhane’llezi esrâ bi’abdih âyeti
Yanağı üzre
müselsel hatt ile mestûr idi
….
Kaşın
mi’râcına sûfi irişmek ister ey hûrî
Velî her
kâsır idrâkın urûcu irmez ol yâya
….
Saçın
vaslından ol âşık hayât-ı sermedî buldu
Ki teslîm
eyledi cânın bu reyhân-ı semen-sâya
…
Saçından
keşf olur her dem bana ahd ü vefâ-bûyu
Saçın ahd ü
vefâsından bana ahd ü vefâ geldi
….
Kimin ki
gönlü dolaşı saçınla Kâlû da
Ayırmaz anı
saçın zülf-i dil-rubasından
….
Saçın
Hümâyı gölgesini sala üstüme
Ol kim
başına giydire devlet külâhını
….
Saçı
karasının gamın ol ne bilir ki çekmedi
Sır bilene yeter bu söz ince
su’ale düşmesin
Hz. Nesîmî
ŞİRK
Şirk
Nedir?
Şirk,
Allah’a ortak koşmaktır, Allah’tan başka bir varlık
kabul etmek, varlık birken, ikinci bir varlık
göstermek, kula varlık vermek, ikinci Allah’lık,
ikilik, iki varlık olduğunu düşünmek veya aslında
olmayana var gözüyle bakmaktır.
Ehl-i şeriatın dediği gibi taşa
veya puta tapmak değildir.
Taşa veya toprağa tapmak, onların özü de Allah
olduğundan, yine bir yolla Allah’a tapmak demektir.
İnsan neye taparsa tapsın, Allah’tan başka bir varlık
olmadığına göre, her halükârda yine Allah’a tapmış olur.
Totemlere tapmak bile, yine dolaylı olarak Allah’a
tapmadır.
Şirkin en
bariz şekli, insanın kendine varlık vermesi, egosu veya
benliğini öne sürmesidir. Çünkü, en büyük put insanın
kendine verdiği varlıktır. Bu, kendine varlık vermek
de olabilir, puta tapmak da… “Kendinde varlık
görmen, diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar büyük
günahtır” sözü bunu anlatmaktadır.
Var olan
sadece Allah’tır. Her halükârda ölen kuldur. Allah’ı
bilmek için de ölmek şarttır.
Şirk en
büyük günahtır ve şirkten kurtulmayana
ebedi azap vardır.
Boy
abdesti alınırken, “Bir kıl kadar ıslanmadık”, yani
“Temizlenip arınmadık yer kalması” tabiriyle kastedilen
husus, benlikten eser kalmasıdır. Benlikten eser
kalması halinde, bir Allah var, bir de kişinin kendi
benliğinden eser var, yani iki varlık var demektir ki,
şirk olan da budur. Çünkü, sadece Allah vardır ve O’ndan
başka bir varlık yoktur.
Şirk
dediğimiz bu ikilik, bir anlamda şaşılıktır. Vahdete,
yani tekliğe ulaşabilmek için bu ikiden birinin yok
olması gerekir. Allah yok olmayacağına göre, kul yok
olacaktır.
…
İşin aslına
bakılırsa muhabbet bile şirktir. Çünkü, muhabbet
de iki kişi arasında olan bir keyfiyettir.
Burada,
fark-ı saniden sonra kişi, “Ben” dediğinde yine şirk
olur mu diye bir soru akla takılabilir. Bu sorunun
cevabı, “Olmaz”dır. Çünkü, artık o kişi “Ben” dediğinde,
“Ben” diyen kendisi değil, ondan tecelli eden varlıktır.
Bu
mertebeye gelmiş kimseler, bir kusur işleyecek veya bir
an için kötü bir şey düşünecek olsalar, hemen
uyarılırlar ve düşünceyi kuvveden fiile çıkmadan def
ederler. Allah da onları affeder.
Ancak,
kendilerine gelen uyarıya kulak vermeyip kusurda ısrar
ederlerse, düşerler ve hem de öyle bir düşerler ki,
hayat-ı ebediyeleri kaybolur, kendilerini fark-ı evvelde
buluverirler. Allah, cümleyi böyle düşüşlerden
korusun!...
…..
Fikren
ölüm, sözle “Ben öldüm” veya “Ben benliğimi verdim”
demekle olmaz. Bu sözü söyleyebilmek için kişinin
gerekli imtihanları vermiş olması şarttır. Aksi
halde söylenen söz laf olmaktan ileri gitmez. Onun için,
sözün gerçeğini yaşamak gerekir.
En büyük
şirk kuldaki benliktir. Bu benlik, yola giren kişinin
kaçınması gereken en büyük tehlikedir. İnsan vehme
düşer, yani şüphede kalırsa, Lâ ile İllâ arasında
bocalar durur ki, bu çok berbat bir durumdur. Kul, kul
olarak bir hiç olduğunu bilmek durumundadır. Bunu bildi
mi, rahata erer, çünkü hiçliğe ulaşanın suçu, kabahati
olamaz. İnsanı kabahatli veya suçlu duruma düşüren şey,
kendine benlik vermesidir. Bu konuda kitaplarda
“Şöyle olursa mütezile, böyle olursa kaderiye olur” gibi
bir sürü şeyler yazılmıştır ki, bunlar insanın aklını
karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Bundan
kurtulmanın tek yolu, hayali bir ilah-ı mec’ul yaratıp
ona tapmamak ve “Hep sensin”
deyip rahata ermektir.
.....
Şirkten
kurtulabilmek için kendini kendinde, yani
karşısındaki ulûhiyet aynasında görebilmek lazımdır.
Allah, Kur’an’da söylemedik bir şey bırakmamıştır.
Ehl-i şeriat yüksek mertebeleri bir türlü anlayamadığı
için, Allah’ı ayrı ve vehmî bir varlık olarak görür.
Böyle görünce de, O’nun söylediklerini anlayamaz.
Kendini ayrı görüp kendine ayrı bir varlık verenler
şirkten kurtulamaz. Bunun sebebi de, zirve-i hîçîye
(hiçliğin zirvesine) çıkamamak, yani kendini yok edip
Allah’ın her yerde olduğunu düşünüp, bu sözün gerçek
olduğunu, kendinin de o
“her yer”e dahil olduğunu
kabullenememektir.
İnsanın en
büyük günahı, bedenidir. İnsan, “Bu beden de
O’nundur” diyebildiği anda “ölmeden evvel ölünüz”e
erer ki, sonrası çorap söküğü gibi kendiliğinden gelir.
İnsan, bedenini kendisi
yapmadığına, hattâ o bedenin bir kılını yapmaya bile
gücü yetmediğine göre, bu düşünceyi kabullenmek
zorundadır. Bunu kabullenememek, ancak insanın
akl-ı maaş seviyesinde
kalmış olması ile mümkündür. Bu seviyedeki
bir insanın Allah’ı tanıması da aynen körlerin fili
tanımasına benzer. Yani hayalinde tanıyabilir.
Gerçi o tanıyabildikleri de Hakk’tan gayrı değildir, ama
Hakk da değildir. Bu yüzden, Hakk’ı bilenler, bu âlemden
geçip ar ve namus şişelerini taşa çalmış ve tüm dünyevi
düşüncelerden soyunmuşlardır.
Lütfi
Filiz – Noktanın Sonsuzluğu
***
Nakş
arasında ben ki pinhânım
Sanki
bulutta mah-ı tâbânım
Defterinden elif durur Kur’ân
Nokta şeklinde gör
ne dîvânım
Ma’nî
yakûtun iste ey gavvâs
Katre
bahrında gör ne ummânım
Habs edeli
cehâletin dîvîni
Ma’rifet
mülkûne Süleymânım
Sûre-i Nâs
u sûre-i Rahmân
Bu haber
huccetine bürhânım
Seni zâhid beni beşer sanma
Âdemî sûretinde rahmânım
Târumâr
eyledi gamın çerisin
Bu sözün
ma’nisine handânım
Ki nişân
içre bî-nişâne benim uş
On sekiz
bin cihâna cân benim uş
Hz.
Nesimi |