FELSEFEMİZ NEDİR?


Mistisizmi yaşam biçimi olarak kabul edenler, biraz daha derinliğe indiklerinde, öğrendiklerinin aksine, çok farklı ve potansiyel istenen bambaşka bir alana vardıklarının farkına varacaklardır.
Gerçek arınmanın giriş kapısı olan bu noktada, eski bilgilerin çok değişik bir şekilde algılandığını, ilim ile bahsedilen tabanın sonsuz, sınırsız tek bir yapı olduğunu, ilimin bilinc ile sûretlendiğini, bildiğimiz anlamda bir suretleniş olmadığını, beş duyunun sadece kesitsel algılamada kullanıldığını, ancak bu kesitleri artırmanın, hatta sonsuza ulaştırmanın mutlak gerekli ve olabilirlik şansı ile var olduğunu belirten bir düzey...

Siz, şayet bu kapıdan içeri, Hz. Musa’nın mukaddes vadiye adım attığı gibi girmek arzusundaysanız, ister istemez o bütünlüğü benliğinizde, tüm hücrelerinizde hissetmek durumunda kalacaksınız.

Söz konusu bu mukaddes vadi sınırına çok yaklaşan oldu ve çoğu da inkâra düştü. Vahdet denilen algılamaya benliklerinin müsâit olduğunu düşünenler, zorluklarda duygularına teslim oldular. Teslim olmak bir yana, daha önceki sarfettikleri sözleri dahi hemen hemen yalanladılar.

Bir nedenle siz bugün söylediğinizi yarın inkâr ediyorsanız, bir anlamda, dünü bugüne taşıyamıyorsanız, bırakın vahdet (teklik yaşamını) emin olun, imân dahi sizde hayâllerdedir.

Aslında imân , her şeyden önce, belirli bir bilgi birikimine sahip olmayı gerektiriyor. Kesitsel algılama araçlarımızla değerlendiremediğimiz, ‘soyut’ diyebileceğimiz varlıklar, oluşlar amentü içeriğine dahildir.
Allah’a
Meleklere
Kadere
Baas gününe inanmak gibi...
Geriye iki inanç faktörü daha kalıyor... Resûllere imân ki, somut hale gelmiştir. Diğeri, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak. Şimdi, burada epey konaklamak zorundayız...
Hayır ve şer Allah’tan!..
Kadere imân ettin, iyi düşünün... Peki, başınıza gelen bir olay, soyutun somuta dönüştüğü olgu değil midir?
Sen kadere, daha belirgin bir hâlde de Allah Resûlü’nun getirisine imân ettiysen, kaderin soyutta programlandığını peşinen kabul etmiş olmuyormusun?

Soruyorum; kim nerede, hangi platformda açık ve net bir şekilde başına gelen ters bir olay sonucunda bu fiili ‘yerli yerinde’ gördü?!.

Otuz, kırk, elli... Kaç yaşında olursanız olun, filmi geriye sarın. Cenâb-ı Hakk’ın aynasında, kendinizi kayırmadan, O’nun bahşettiği, hâfıza denen mekanizmayı çalıştırarak kendinizi seyredin.

Eleştiri oklarına hedef olacaksınız bunu farkedebilirsiniz.

Aklımızı başımıza toplayalım!. Bizde bu imân düzeyi varken, imânlı olmamız bile mümkün değildir...
Suçlamak ise, bu işi hiç anlamamak demektir!..
Hele suçlamaya, Hz. Resûlullah ile kılıf bulmak, anlaşılmaz bir cehâlet içinde yaşamak mânâsına gelir.

İnsanların, sorumluluklarının bilincinde, kesinlikle güler yüz ve anlayışla davranmaları gerekir. Algılanamayan olguların "Red" di mantıklı olamaz. Dostluğun emaresi de değildir. Esasen insani felsefeye de uygun oluşundan bahsedilemez.

Muhabbetle olgunlaşma, hâlinin ve ihtiyacının Allah tarafından bilinmesi tabidir. Bu özellik, Hz. İbrahim a.s.’da doruk noktaya ulaşmıştır. Mistisizim, onu “Halilullah” sıfatını hak eden bir Nebi olarak bilir. Burada, onunla ilgili bir olayı nakletmek istiyorum;
İbrahim Nebi’yi yakmak için müthiş bir ateş yığını hazırlayıp içine atmışlar. O sırada gökte, ağzında küçük bir kuru dal olan minik bir kuş belirmiş ve üzerinden geçerken kuru dalı ateşe bırakmış. İbrahim Aleyhisselam, kuşa seslenmiş: ‘O minicik çöpü atmışsın, bu kocaman ateş için ne fark eder ki?..’ Kuş  ‘olsun, düşman olduğumuz belli olsun’ demiş.
Az sonra minicik gagasında bir damla su ile, bir başka kuş belirmiş ve o da suyu ateşin üzerine bırakmış. Hz. İbrahim ona da sormuş: ‘Bir damlacık suyu bıraktın; ama bu kocaman ateş için ne fark eder ki ?..’ Kuş cevap vermiş: ‘olsun, dost olduğumuz belli olsun.’

Muhakkak ki, Mutlak Yaratıcı kendinde değil, mahlukâtında rızk sahibidir. Dilediğine, dilediği kadarını verir. Tek isteğim,  bildiklerimden sapmadan, vehimsiz, pişman olmadan, geriye dönmeden ve fosilleşme anlayışı dışında eleştirisiz bir yaşama devam edenlerin yanında olmaktır.

Felsefem budur!..

Ahmet F. Yüksel
Londra - 22.2.2000