Fırkayı Naciye
Bilal Atış
 
 

Allah resulü (sav)  bir hadislerinde uzunca bir izahattan sonra; kendi ümmetinin de yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve bunlardan sadece bir tanesinin fırkayı naciye, yani kurtuluşa eren yol olacağını bildirir. O mübarek peygamber ömrü boyunca da fırkayı naciyenin Kur'an-ı kerim'e ve Ehlibeytine sıkıca sarılanlar olduğunu anlatır. Yine yüce Mevla kitabında Allahın ipine sıkıca sarılmadıkça kurtuluşa eremeyeceğimize dikkati çeker. Ayeti celilelerde Sünneti saniyeye sımsıkı sarılmaktan başka yol gözükmüyor. Mevla kitabında Resulüne (sav) itaati kendisine itaat olarak gösteriyor. Ve ''O kendinden bir şey söylemez.'' diye bizi uyarıyor. Nebi-i Muhterem (sav) hazretleri de kurtuluş yolu olarak defalarca Ehlibeytini işaret buyuruyor.

Kur'an-ı azimin ve Allah Resulünün sünnetinin açıklayıcıları ve yaşayanları da Ehli beyt-i Muhammedî’dir. Bu gerçeği bulmam uzun senelerimi aldı. Yine de Rabbime son nefesimi vermeden Ehlibeyt mektebini tanımayı nasip ettiği için defalarca şükür ediyorum. İslâm dininin özünü, fırkayı naciyeyi bulmak nasip oldu sonunda, elhamdülillah. Şeyh Sadi'nin ifadesi ne güzeldir; '' Çöllerde yapılmış sarnıç ve havuzları çölde yolunu kaybeden kervan halkına sor. Sen Fırat’ın kıyısında suyun kıymetini ne bilirsin?''

İslâm dünyasında Allah’ın rızasını gözeterek, takipçilerini O’nun razı olacağı yola götürmek muradıyla hareket eden onlarca yol, tarikat, mezhep ve benzeri hareketler var. Muhakkak ki hepsinde de Mevla’nın rızasını talep gayreti var. Hepsinden Allah rahmetini esirgemesin. Hepsinin Allah rızası için güzel gayretleri var. Ne ki bunların içerisinde en doğru ve Allah Resulünün (sav) öğretilerine en yakın olanı hatta Muhammedi yolun kendisi olarak Şia-i İmamiye’yi kabul etmek benim için, fırkayı naciyeye kavuşmak demekti.

Sadi yine diyor ki, ''gördüğünüzde size Allah’ı hatırlatan insan velidir, Allah dostudur.''  Bu bağlamda her ehli tarik kendi mürşidini ve şeyhini Allah dostu diye bağrına basıyor. Allah muhabbetlerini eksiltmesin. Ne var ki, bu insanlar, şeyhler, hoca efendiler, yekdiğerini bağırlarına basıyorlar mı? Kendi gönüllerinde ve takipçi kardeşlerimizin gönüllerinde vahdet ateşini yakıyorlar mı? Öyle ise ne mutlu bu mübarek zevata. Birisi yekdiğerinin kusurlarını değil de iyiliklerinden bahseder ve kusuru her daim kendisinde görürse ne mutlu.

Bir cemaat önderi âlimler arasında münakaşa edilecek meseleleri kendi cemaatine açarsa, sıradan bir vaazında avam halka şu taife şöyledir, bunlar fasıktır, bunlar ehli küfürdür derse, ülke sathında yaygın olarak izleyici bulan programlarda başka mezhep ehline kerih sözlerde bulunabiliyorsa, eyvah ki ne eyvah. Meyhane ehlini günahkâr görüp İslam dairesindedir der ki, yaptığının haram olduğunu kabul ediyorsa doğrudur. Kıble ehlinden bir cemaati de kâfir addederse eyvah ki ne eyvah.

Şia-i İmamiye’yi tanıyıp bu yolun huzurunu tadana değin şunu müşahede ettim ki, ne acıdır, Sünni ilim erbabı şiayı tanımıyor. Din görevlileri cemaat önderleri şiayı bilmiyor, bilmediklerini de itiraf etmiyorlar. Sonra da içlerinden bir kısmı asırların hurafelerini malumat diye anlatırsa avam halkın tavrı nice olur? İmamiye mezhebinin mübarek imamları saf iman ve din sahipleriydiler. Onlar İnançlarının karşılığında cennet beklemeden inandılar.

Fikirler ortaya atan insanlar ölmezler. Ölüler bugün canlılardan daha güçlüler. Onlar, sanki buradalarmış gibi bize çalışmamızı, Allah’ın nurunu en ücra köşelere kadar iletmemizi emrediyorlar. Bir ülkü uğruna ölenler, son arzuları yalnızca şu sözcükler olan kahramanlardır: “devam edin…” Ama kahramanlar yalnızca eylem istemiyorlar; adalet de istiyorlar. Ve vicdanımız bize adaletin, hem gerçeğin açığa çıkarılması hem de bu gerçek üzerindeki engellerin ve iftiraların temizlenmesi ile sağlanacağını haykırıyor.

Her dem Hak bana gel diye çağırıyor. İnsan kulak kısıyor duymak istemiyor. Sanki kaçınmak için çırpınıyor. Fakat çırpınıp çırpınıp akıbete teslim olmaktan başka ne yapıyor? Hâlbuki sevmediğine teslim olmakla sevdiğine teslim olmak arasında ne büyük fark vardır!  Demek ki insan için Hakkı sevmek, Hakka hizmet etmek ve akıbeti Hakka ermekten daha büyük bir saadet yoktur. Lakin Hakkın zevkine eremeyen hayaline mahkûm olur. Hakikati bilmeyen de taklide mecbur olur. Allahı bilmeyen dünyaya sarılır. Dünyayı bilmeyen hülyaya sarılır, hülyalara sarılan da hakikate darılır (Muhammed Hamdi Yazır)

İslâm her türlü soy sop ve kavim, vatan, ırk anlayışlarına dayalı olan bütün cahili taassupların tümünü kaldırmak için gelmişti ve gerçekten de Rasulullah’ın devletinde hiç biri kalmamış, hepsinin kökü kazınmıştı. İnsanlar vahye dayalı bir toplum oluşturmuş Kuran’ın gölgesinde Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde kurmuş bir ümmet olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Zira vahyin gözünde tüm insanlar aynı hak ve hukuka sahip kimselerdi. Onlar bir ümmet olarak vasıflandırılırken hepsinin kardeş olduğu ilan ediliyordu. Ama Ümeyyeoğuları iktidarı Muaviye devrinde tesis edilince İslâm ümmeti sanki bir tek kabileye dayalı bir Arap devletine dönüşmüş ve kavmiyet taassubu yeniden gündeme gelmişti. Hukuk nazarında eşitlik bozulmuş, Arap olmayanlar arasında ayrı bir hukuk uygulandığı gibi Araplar arasında da üstün kabile anlayışı yeniden başlamıştı. Zaman ilerledikçe Muhammed (sav) efendimizin İslam’ından Sultanların mevcudiyetini onaylayan bir noter anlayışını yansıtan İslam’a kayış net bir şekilde gözükmeye başladı. Muhammed’in (sav) ve Ehlibeyti’nin din anlayışı hızla azınlığa ve muhalefete düşüyordu.

Tarihin yakından tanıklık ettiği gibi Şia ne kadar sukut ettiyse ve gerçekleri dile getirmekten sakındıysa bazı çevreler bir o kadar cesaretlenerek ilmi, edebi ve medeni olmayı bir kenara bırakarak şiddetle dili ve kalemi ile Şii Müslümanlara saldırmışlardır.

Kur'an ayetleri, Peygamber'in (sav) emirleri ve Ehlibeytin tavsiyeleri doğrultusunda Müslümanların birlik ve beraberliği tesis edilmelidir. Zira İslam ümmetinin saadeti, büyüklüğü ve ihtişamı Müslümanların birliğindedir. Elbette bunun gerçekleşmesi ve Müslümanların kardeşliğinin sağlanması için her iki tarafın da buna dikkat etmesi gerekmektedir. Fırkayı naciyenin özü her yoldan müslümanların; “ben Müslümanlardanım diyenden daha hayırlısı var mıdır” düsturu dairesinde birleşmeleridir.

Sünni ve Şii ulemanın dostluk ve samimiyet içerisinde bulunmaları, İslam fırkaları arasında güzel ilişkilerin kurulması ve dostluk anlayışının hâkim olması için gayret sahibi olunması elzemdir. İslamın ve Müslümanların saadeti ve maslahatı da bundadır.

 

 
 

Bilal Atış
İstanbul - 22.12.2009
b.atis73@gmail.com
http://sufizmveinsan.com