Gaflet
uykusu tatlıdır. Öyle rüyalar görür ki insan uykusunda,
hiç uyanmak istemez. Meselâ, tatlı uykusunda
kendini vahdette görmeye bir başladı mı, sonra cenneti
beğenmez olur! Ne cenneti? Abdullahın cennette işi ne?!
-Cennet
bühl sınıfına ait olup, onlar düşük sınıfın
insanlarıdır. Biz vahdet yaylasına açılmışız! Neyleyelim
daracık cenneti? İlim! İlim! İlim! Delil iterseniz
ilmimize, koskocaman egomuza bakın! Nasıl
büyüttük biz bu egoyu sanıyorsunuz? İlim ile! Görmüyor
musunuz ilmimizi?
-Yok,
valla! Egonuzdan pek görünmüyor ilminiz! Biraz aşağı
indirseniz egonuzu, belki görünür ilminiz…
-Bizim
aşağıda işimiz ne? İlim lâzım tabiî ilmimizi görmeye! E
siz ne göreceksiniz ki zaten? Kör, cahillersiniz ancak!
-Haklısınız, tam da öyle. İsâbet buyurdunuz!
***
Âhir zaman
tasavvufu!
Yeni!
Esfeldekilerin vahdet rüyası!
İronik!
Ruhsati’nin
dediği gibi, “Gel de bu rüyayı yor deli gönül!”
“Mülkün
sahibi sensin! Dilediğin gibi tasarruf edersin! Muhakkak
ki her şeye kâdirsin, hâbirsin! ”
Hû!
***
Ve çorbayı
uzun uzun kepçelerle birbirine içiren, “buyur kardeşim,
sen iç” diyen dervişlerin hikâyesi ne hoş değil
mi? Nostalji işte! Özlememek mümkün mü geçmişin edeb
meclislerini!
***
Zaman zaman
okurdan mail geliyor: Allah ilminizi artırsın!
Efendim,
Tâbiri
caizse, ilmi kim kaybetmiş de biz bulalım!
Ne ilmi?
Hangi ilim?
İlmi olana
“âlim” denir. Âlim ise cahilin zıt anlamlısıdır. Oysaki,
cahil olduğumu kaç defa söyledim! Tasavvufta nefsini
bilmeyene “cahil” denir. Çünkü ilim, kendin bilmektir.
Kendini bilmeyen, başkaca bildikleriyle
tasavvufta âlim kabul edilmez!
Ve BEN
CAHİLİM!
Herkesin,
başta ben olmak üzere, eline kalem alıp, hem de
tasavvuf gibi bir alanda yazı yazmaya çekinmediği bir
açık alan internet! Cahil cesareti, işte! Neler
yok ki internette? Arasanız peygamber bile bulursunuz!
Ama
madalyonun bir de öbür yüzü var ki, bendeniz, cehlime
hamd ederim! Allah’a şükürler olsun ki, O’nun yardımı
ve izniyle, lûtfu ihsanıyla, cahilim,
inşallah! Cahilim, bilmiyorum ve bilmediğimi
biliyorum, O’nun izniyle. Şu anda, şimdilik…
Bilmediğini bilmekle övünüp, şımarmaktan Âlemlerin
Rabbine sığınırım. Rahman’ın iki parmağı arasındayız
ve Allah, azanları sevmez. Allah, “biliyorum” deme
zehabından, gaflet uykusundan muhafaza buyursun. Çünkü
gaflet, cahil olduğunu bilmemek, “bilmediğini
bilmemek”, zulmetin koyusudur. Zifir! Cahil olduğumu
bildirdiği için, Rabbime şükürde acizim!
Allah,
karanlıklardan aydınlığa çıkarandır. Allah’tan ümit
kesilmez hiçbir zaman! Nura gark etsin Rahman, bütün
gafilleri ve bütün cahilleri! Amin.
Âli İmran –
8/9 (Elmalılı Hamdi Yazır- orijinal)
“Ya rabbena
bizleri hidayetine irdirdikten sonra kalblerimizi
yamıltma da ledünnünden bize bir rahmet ihsan eyle,
şüphesiz sensin bütün dilekleri veren vehham sen.
Ya rabbena!
muhakkak ki sen insanları geleceğinde hiç şüphe olmıyan
bir güne toplayacaksın, şüphesiz ki Allah mi'adını
şaşırmaz”
Efendim,
Bendeniz
“yazar” da değilim. Yazan’ım. Gerek yazarlar, gerekse
yazanlar vicdanlarıyla baş başadır. Yazdıklarının
vebalini üstlenmektedirler. Çünkü bir taraftan Allah
da yazıyor, bizlerin yazdıklarını!!! Ama maalesef
kimi zaman vebal çok kolay unutulabiliyor. Vicdanın
yerini ego alıyor! Birkaç övgü almak, güzel söz işitmek
her an azmaya hazır nefsin hoşuna gidiyor. “Şüphesiz
ben nefsimi temize çıkaramam.
Çünkü gerçekten nefis, Rabbimin kendisini esirgediği
dışında, var gücüyle kötülüğü emredendir.
Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir”
(12-53)
Âlim
olmayanlar “ilim paylaşınca” ortaya âlimcilik
oyunu çıkıyor, âdeta. Oynamak isteyenler oynar elbet. Al
gülüm, ver gülüm, misâli! Körler sağırlar birbirini
ağırlar, misâli! Ama oynamak, kör ve sağır
kalmaya devam etmekten başka bir fayda getirmez! Eğer
ki bu, fayda ise!
“Kişiyi
övmek onu mânen boğazlamaktır” Hadis-i Şerif
“İlmim,
ilmin” diye birbirini övüp, hem kendi nefsine, hem
birbirinin nefsine zulmetmek, nasıl bir ilimdir? Adı
nedir bu ilmin?
Ölçü:
Kendine
istemediğini başkasına da isteme!
Zulmü ne
kendi nefsime, ne de başkalarının nefsine isterim,
Allah’ın izniyle!
Amaç,
kozadan kurtulmaktı; eskisini söküp, yerine yenisini
örmek değil! İnsanların bir kısmı gafil kaldıkları
konular kendilerine hatırlatıldığında, kimbilir, belki
de yeni ördükleri kozalarından çıkmamak için,
hatırlatanı hemen taşlamaya kalkıyorlar!
Olsun!
Canları sağ
olsun!
Ellerine,
dillerine sağlık!
Allah
hepsinden razı olsun!
“Zulme rıza
zulümdür”. Taşlanmaktan daha can yakıcıdır!
Evvel zaman
içinde, koza koza içinde… Yetmiş bin hicap, yetmiş bin
perde, yetmiş bin koza. Dile kolay! Hû!
Yazının
başındaki diyalog bir karikatürden alıntı değildi. Evet,
biraz abarttım, ama gerçekten de benzer “zan”lara ve
üsluplara tanık oldum! Peki, ne yapmalı? Bunları fıkra
niyetiyle okuyup, içimizden kıs kıs gülmeli mi?
Hayır!
“Zulme
rıza zulümdür”.
İnşallah,
ölçüye uyup, kendimize istemediğimizi başkalarına da
istememek, daima nasibimiz olsun!
Allah taş
atanlara gül atmak nasip etsin! Gönülleri ağarsın,
hikmet pınarları fışkırsın, ilimleri irfan olsun,
inşallah! Öyle kemale ersinler ki onların yüzü suyu
hürmetine, Rahman, bizlere de mağfiret etsin! Amin.
Hû.
***
Neden
yazıyorum?
Öğrendiklerimi, okuduklarımı, yolculuğumu, kendimle
tartıştıklarımı, düşünce süzgecimden geçenleri;
payıma düşeni paylaşmak için. Kimi beğenir, hak verir;
kimi karşı çıkar, o da öyle faydalanır!
Ama ne
hikmetse, en sıkı takipçilerim beğenmeyenler!
Niye
okuyorsun?
Eskiden
arabesk müzik sevdiğini gizleyen entelektüeller
vardı! Gizli gizli Orhan Baba dinler, ortalıkta
cazdan, hard rocktan bahseder, arabeski kötülerlerdi!..
Mert
olmamak, başka bir zulüm!
Maksat,
birine bir şey öğretmek veya herhangi bir öğretiye ikna
etmek değil elbette. Yüksek sesle düşünmek! Bu süreçte
insan, tanık olduğu yanlışlara ve yaygın çelişkilere
ya sessiz kalabilir, vebal yüklenir veyahut da bilinen
doğruları hatırlatır. Bu hatırlatmanın kardeşlik ve
kulluk görevi olduğuna inanıyorum. “Biliyordun da
neden sesini çıkarmadın, insanlardan mı korktun,
Allah’tan korkacağına?” vebalinden kurtulmak için. “Neme
lazımcı” olmamak için.
Fikirleri
argümante etmek, düşünceleri, yaklaşımları
karşılaştırmak, tartışmak ve tartıştırmak,
çelişkileri göz önüne sermek, soru sormak, doğru
olanı aramak insanları eleştirmek değildir.
İnsanları çekiştirmek hiç değildir. Fakat elbetteki her
fikrin bir sahibi ve savunanı vardır. Sonuçta, fikir
dediğiniz ağaçta yetişmiyor; birisinden
çıkıyor. İşte, bazen savunucular fikirlerini
savunamadıklarında, “insanları kritik ediyor” diye,
fikir kritik edenlere iftira edebiliyorlar. Kendi
payıma, iftiracıların iftiralarından Allahû Tealâ’ya
sığınırım.
Gaflet ağır
ve tatlı bir uykudur! Hele uyuyan kendini cennette değil
de, vahdette görüyorsa...
Fikir ve
kişi eleştirmek farkı ve bu konudaki hassasiyetim
şundandır:
Tasavvuf
ile öğrendik ki, insana zâtından dolayı saygı
gösterilir; sıfatından dolayı değil. Çünkü Zât değişmez.
İnsana verilen değer de bundandır. Kim olursa olsun!
Kâfir, cahil, gâfil, çingene, düşük, fakir, erkek, kadın
vs.
Kişinin
sıfatları devamlı değişir. Bugün hırsızdır, yarın bir
tevbe nasip olur, dünyanın en namuslu insanı oluverir.
Sıfatlar değişir, Zât değişmez. O hırsızken de insandı,
tevbe edince de insandır ve saygıdeğerdir.
Sıfatta
kalanlar bir insana, örneğin zengin diye itibar edenler,
yarın o kişi fakirleşince yüzüne bakmazlar! Ehl-i Zât
ise, herkesin zâtına itibar eder, sıfatına değil.
İşte,
tasavvuf eğitimi bize sıfata değil, Zât’a yönelmeyi
öğretiyor! Zât’ın hakikâtte kim olduğunu
öğretiyor! “Her ben diyende ben diyen O’dur” (Yunus)
Bütün
sıfatlar Zât’a aittir!
O yüzden
kimseyi fikrinden, inancından dolayı eleştirmemiz
mümkün değil! Ama fikrine katılmıyorsak düşüncesini
eleştirebiliriz. Bildiği yanlışsa, onun hidayetini
umarak doğrusunu söyleyebiliriz ve söylemeliyiz. Kendi
cehlimizden başlayarak cehaletle mücahade ederiz.
Herkesin “Fatır” ismi ile programlanmış
anlayışına/anlayışsızlığına saygı göstererek…
***
Internet
ortamında şöyle bir gözlemim oldu: Salt bilgi,
insanların kalbini katılaştırıyor!
Malûm,
eğitim ve öğretim farklı olgular. Bilgi daha çok
öğretimi ilgilendiriyor. Eğitimsiz öğretim, yani salt
bilgi âdeta kalbi katılaştırıyor! Dikkat ederseniz
velilerin eğitiminden bahsedilir daima, öğretilerinden
değil! Mutlaka eğitirken öğretiyorlar da. Ama öncelikli
amaç eğitmek! Öğretmenin gayesi eğitmek! Nitekim,
cahillerin elinde bilgi, atom bombası
oldu!
“En büyük
yazar bizim derginin yazarları, en büyük okur bizim
derginin okurları, en yenilikçi de bizleriz. Öteki
dergi mi? Onlar eskilerin masallarıyla uğraşsın.
Zavallılar! En büyük MUVAHHİD biziz, siz değilsiniz! Siz
küçüksünüz, büyüyünce öğrenirsiniz!!! Ama, bu
hâlinizle, biraz zor!”
Şangır,
şungur!
Gitti ayna!
Kırıldı!
Her atılan
taş aynayı kırar.
Kişinin
kendi aynasını.
Aynadaki
bir tek çatlak bile, BİRi iki yapar!
Kolay mı
muvahhid olmak?
Taş atan,
kendi aynasını kırmıştır, sadece.
Kendi
kalesine gol atan futbolcu gibi, kendi nefsine zulmeder,
kendi attığı taş ile!
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
Hadis-i Şerif
Bilip de
susmak ha keza aynı şeydir.
En büyük
haksızlık ve bütün haksızlıkların başı, sebebi, hep,
“nefse zulüm” değil midir?
*
Behey
Yunus sana söyleme derler
Ya ben
öleyim mi söylemeyince…
*
“KÜÇÜMSEYEREK SURAT ASIP İNSANLARDAN YÜZ ÇEVİRME VE
YERYÜZÜNDE BÖBÜRLENEREK YÜRÜME! ÇÜNKÜ ALLAH HİÇBİR
KİBİRLENENİ, ÖVÜNGENİ SEVMEZ.” Lokman 18
Değerli
Okur;
Bugüne
kadar, satır aralarında, “Hz. İnsan” gerçeğinden
habersiz, mârifet erbâbı olan kâmil mürşidleri
“şıh” kategorisine koyan, “bu devirde İNSAN kalmadı, hem
ne lüzumu var canım, BEN kendim erebilirim” EGOcu
tasavvuf yaklaşımına; böylelikle ölmeyen İNSAN’a
öldü denmesine (Ölen hayvân imiş / Aşıklar ölmez),
açıkça veya örtülü olarak avamın inancıyla alay
edilmesine; vâz edilen bilgi yeni bile olsa ezberciliğe
ve taklitçiliğe, salt bilgiciliğe, büyüklenmenin
her çeşidine karşı durarak bunların İslâm tasavvufunda
asla yeri olmadığını, her biri “Kâmil Mürşid” olan
mutasavvıfların, pîranın, mârifet erbâbının
eserlerinden faydalanarak nakletmeye çalıştım. Elimden
geldiğince, dilim döndüğünce.
Satır
araları, bugün, satır oldu…
İstisnâları
tenzih ederim; ve/fakat, Lâ ilâhe illallah’ın mânâsını
bilmeden tekrarlamak nasıl ki ortaya bir “tanrı”
çıkardıysa, nefsini bilmeden, nefsini bilenlerin
bildiklerini eğitimsiz bir öğrenmeyle
öğrenmek de ortaya sadece ego çıkardı. Bilgi,
zulüm oldu. İlaç, şifâdır ama tüm kutuyu birden
içiverince zehir olur. Ve bütün ilaçların üstünde yazar:
Doktorunuza danışın!
“Emaneti
ehline verin!”.
Ham kişide
“olgun” bilgi, ziyanlıkmış, meğer. “Bundan ötesi sır”
diyen Ehlûllah, ketum olduğu için mi, bildiklerini
kendilerine saklayıp bencil davrandıkları için
mi, yoksa zulmetmemek için mi sırladılar bazı
bildiklerini? Allah Ehli, Yâ Hû, bencil olur mu? “Sır”
derken, yoksa, bir bildikleri mi vardı, dinleyen kulağa
göre mi konuşuyorlardı? İlacı yavaş yavaş mı
içiriyorlardı? Genel bir reçete yerine, kişiye özel
reçeteler mi yazıyorlardı? Böylece, birine sır olan
başkasına açılıyordu da, emanet, böyle böyle mi yerini
buluyordu? Ehil kişi sohbette mi yoksa sükûtta mı
bulunuyordu?!
Allah’ın
lûtfû sadece sırrı bilen havassa mı?
Ya,
takdir-i Hüdâ, bünyesi tedaviye cevap vermeyen
avamın hali nicedir?
Ayetle
sabit ki, Rahman’ı görmediği halde (nefsini
bilmeyenler/Enel Hak demeyenler) görüyormuşçasına ibadet
edenlerden, hûşû duyanlardan Allah razı ve onları
cennetle müjdeliyor! Tabii, bu kibrimizle,
görmeyenlerin cennetini gecekondu mahallesi
gibi düşünürsek, sonra gecekonduyu da bulamayabiliriz!
Bu nefsinin hakikâtini tam olarak bilmeyen ama O’ndan
korkan ve O’nu seven kulların, avam sınıfının, şöyle bir
özellikleri var: Kibirli değiller. Onlar, “Ben
bilmem, Allah bilir; Allah ne yazmışsa onu görürüz”
inancında ve teslimiyet içinde, ellerinden geldiğince,
kendilerine ulaşan bilgi çerçevesinde, öğrendikleri
kadar emir ve yasaklara uyma gayretindeki insanlardır.
“Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez”
(Hadis). İşte o insanların, avamın itikadında kibir
yoktur. Fazla bir “ilim”leri olmasa da bildikleri
kadarı onları kibirden temizlemiştir.
İlmin
gayesi temizlenmek değil mi? İşte, belki de bu
yüzden, Enel Hak demedikleri halde, Rahman onlardan razı
olduğunu beyan etmiştir. Allah, bütün kullarına
lütûfkârdır!
Tevazûdaki dahil, her türlü kibirden arınmak,
inşallah, hepimize nasip olsun, kardeşler! Taklitçinin
tevazusu bile kibirdir. Kibir, vaktiyle meleklere
ders veren, ilim bilen iblisin sıfatıdır. İlim ile
kendin bilen Adem’de kibir olmaz. İlmin gayesi
arınmaksa, arındırmayan ilim neye gerektir?
Bir de,
İslâm dininin adını kullanan eli kanlı katiller var,
maalesef. Bunlar da nereden çıkıyor? Avamdan, “Rahman’ı
görmediği halde görüyormuşçasına inananlar” denilen
sınıf, herhalde bunlar değil! Görmedikleri belli! Ya
gördükleri nedir? Din neden ve nasıl bu kadar yanlış
anlaşılıyor? Onların, Allah’ı ve dinlerini yanlış
tanımaları, tarikat veya mârifet bilgisine sahip
olmamalarından mı, yoksa daha şeriat kapısındaki
yanlışlarından, şeriatı içi boşaltılmış, taklitçi,
şekilci bir anlayışla uygulamalarından, “dinime hizmet
ediyorum” diye nefislerinin hevâ ve hevesine hizmet
etmelerinden mi kaynaklanmaktadır? Yunus diyor ki: “Din
tamam olucak, muhabbet doğar”. Daha, ilim öğrenmenin
farz olduğu şeriat kapısından geçemeyince, o kapının
hakkı verilmeyince, muhabbet, yani gerçek tarikat
kapısına nasıl varılsın? Eğri bacadan, doğru duman
çıkmaz, misâli... Şeriatla tarikat tamam olmayınca,
hemhâl olmayınca, ikisi BİR olmayınca, hakikâtle mârifet
hiç bulunamıyor! Şeriat doğru anlaşılır ve doğru
uygulanırsa ondan zaten tarikat çıkar! “Komşun açken
tok yatma” demek, “Egoist olma, bencil olma, nefsini
arındır!” demektir. Komşusu açken tok yatmamak düsturu,
sosyal yaşama, âfâka, zahire huzur getirirken (şeriat
kısmı), kişiyi nefsinden arındırıp (tarikat kısmı),
bölüştürüp paylaştırıp, ona enfüsî bir aşama
kaydettirir. Böylece şeriattan tarikat doğar! Kâl,
hâl olur! Enfüs, âfâk BİRleşir. Selâm, yayılır.
“Şeriat tarikat yoldur varana / Hakikât mârifet andan
içeri”. Mârifetin başı şeriat, şeriatın sonu
mârifettir!
Bu dört
kapı, dört lokma değil; TEK lokmaymış! Kapı,
lokmanın çiğnenme derecesini gösterirmiş sadece. Gaye,
lokmayı yiyebilip, bünyeye katmakmış. OLMAKmış. Birden
yutulursa, ya boğaza takılır veya mideye oturuverirmiş!
“Bu bir
rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?”.
Hâsılı,
ezbere tasavvuf bilgisiyle, değil ehl-i tasavvuf
olmak, ehl-i şeriat bile olamayız. O ego değil
midir Kabil’i katil eden; meleği şeytan eden?
Dünyanın bütün fen ve din ilimlerini de bilsek, egomuzla
Allah’a yaklaşamayız; hattâ uzaklaşırız. Hem biz, hem
siz ile bırakınız abdullah olmayı, böyle kibir ile, bühl
cennetini bile bulamayız! “Ben ilmin şehriyim” buyurduğu
halde Resûlullah (sav) faydasız ilimden Allah’a
sığınmıştır. Öyleyse, hangi ilim? Fırsat
eldeyken, âr ile temizleniriz inşallah, sonra mâzallah
nâr ile temizleniriz!
Arefe günü
TRT 1’in iftar programının konuğu Postnişin Tuğrul
İnançer idi. Sunucu sordu: “Efendim, bu kendi kendine
Allah’ı bulmak, Allah’ a varmak nasıl bir şey? Böyle şey
olur mu? Mümkün müdür?”. Tuğrul Bey cevapladı:
“ Olmaz öyle şey efendim. ‘BEN
kendim Allah’ı bulurum!’ Ben dediğiniz anda zaten
olay baştan bitmiştir. Bir gün bana birisi şöyle dedi:
‘Efendim, Allah Kur’an’ı anlamayalım diye mi indirdi?
Madem herkes anlamayacaktı niye indi?’. Tabiî ki
Kur’an anlamayalım diye inmedi, ama anlayandan
öğrenelim diye indi. Kur’an sana bana inmedi ki...
Risâlet, Resûl’ün (sav) risâleti. Kur’an derken bile O
Kur’an dediği için Kur’an diyorsun!… O’na, Resûl’e,
İNSAN’a uymakla ancak, Allah’a uyuyorsun.”
Tekke
demek, “bina” demek değildir. Tekke, insan
demektir. İnsan varsa tekke vardır. İnsan yoksa tekke
yoktur. Ve İnsan’ın tekkeye/binaya ihtiyacı
yoktur. Kuşadalı İbrahim Efendi Aziz (k.s), tekkesi
yanınca “Üzülme İzzet, mâsivayı yaktın; şimdi her taraf
tekke oldu” demiş. Eskiden, muhtemelen dinî hayat
ağırlıkta olduğu için, sosyal yaşam ‘dinî yaşam’
olduğu için, yani din ve sosyal yaşam arasında büyük bir
uçurum olmadığından, ayrıca bugünkü gibi TV, internet,
playstation, tatiller vs bulunmadığından (!) ve din
eğitimi veren kurumlar da mevcut olduğundan insanlar bir
binada, bir çatı altına toplanmışlar. Toplanmasalardı ne
yapacaklardı? Alternatifleri neydi? Denebilir ki bugün
tekke âdeta celvet devrini yaşıyor. Tekke artık o
kadar celvetî ki, binası da yok! Sırf gönül!
Tasavvuf, yenilenmektir. Ama yenilenmek “biz bıktık bu
dörtten; biraz da beş diyelim iki kere ikiye” demek
değildir. Bu, sapmaktır. Tasavvuf, ibn-ül vakt olmak
demektir. Ân-ı daimi bulmaktır. “Dün dün ile gitti
cancağazım, yeni sözler söylemek lazım.” Tasavvuf,
inkılâptır. “Unutup bildiğin nâdân olmaktır” ‘Ben
bilirim’ dememektir. En önemlisi ise, tasavvuf, İNSAN
demektir. İnsan sırrına ermektir. Allah buyuruyor ki
“Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrımdır”.
Tasavvuftan insanı çıkarınca, bir şey kalmaz!
Günümüz
insanı her şeyi kapsülleştirmek istiyor. “Bir
hap içiversem de derdimden kurtulsam. Mutmain olsam!”
Hakikât yolu bir kapsüllük yol değildir. Niyazî
Hazretlerinin buyurduğu gibi:
Aşk yolu
belâlıdır her kârı cefalıdır
Candan ümidin kes canana erem dersen
Sabretmede Eyyûb ol gam çekmede Yakûb ol
Yusuf gibi mahbûp ol Kenan'a erem dersen
Hormonlu
domateslerde ne yok? Sabır yok! Hızlı hızlı
kızaran domates dışardan bakınca eski
domateslere benziyor ama hiçbirinin tadı tuzu yok!
Üstelik de kanserojenler! Oysaki, eski domatesler,
koca bir kışın, karın, boranın ardından kavuşulan o
eski, sabırlı domatesler, kanser yapmak şöyle
dursun, kansere şifâ idiler! İllâ modern olacak
ya, dedelerimizin tarımına “organik tarım” deniyor
şimdilerde. “Bizim yaptığımız zarar getirdi, yanlış
yaptık” diyememekten olabilir mi acaba? Sözüm ona
eskinin hakkını teslim etmek neden bu kadar zor ki?
Emmare özelliği olan gururdan olabilir mi? Yoksa
etraf ne der korkusu mu?!
Yakın bir
gelecekte, genleriyle oynanmış sebzeler hormonlu
domatesleri aratacak gibi görünüyor! Vaktiyle, Genom
Projesi aklıma Allah’ın şu uyarısını getirmişti:
Ölçüde, tartıda haksızlık yapmayın! Ölçü, tartı
sadece bakkalın terazisi değil ya! Bilim de bir nevi
“ölçü-tartıdır”. Allah, suyu bir ölçüye göre
indirdiğini beyan ediyor! Allah, “ölçüp, tartmayın” da
demiyor; “haksızlık yapmayın”, buyuruyor. Ölçüde-tartıda
haksızlık yapılır da, örneğin genlere zulmedilirse,
bu tüm insanlığa zulüm getirir. Halbuki genleri
okuyabilmek, ne muhteşem bir keşiftir; ne muhteşem bir
okumadır! Hû! Ne var ki, şeytan-melek bileşimi
insan, bilgisizlikle olduğu gibi, bilgi ile de kendine
zulmedebilme yeteneğine sahiptir. İşte, bu noktada
din tanımı, ‘güzel bilgi’ değil, ‘güzel ahlâk’
olmaktadır! Eğitim olmayınca, Rububiyet nuru
parlamayınca, bilgi kararıp, zulmet oluyor.
“Biz, Kur’an’dan mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyi
indiririz. O,
zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.” (17/82)
***
Bütün bu
ifade etmeye çalıştıklarım şahsımın ortaya attığı
fikirler, yeni fikirler değildir. Sadece
benim de katıldığım, iman ettiğim görüşlerdir. Cahil
halimle, her aklıma geleni fikir diye halka beyan
etmekten Allah’a sığınırım. Her yeni fikir doğru
fikir demek değildir. Bilim, bugün doğru kabul
ettiği bir önermeyi elli sene sonra yanlışlayabilir!
İşte, tam da bu yüzden, bilimin metodu güvenilirdir,
sağlamdır! Ve yine bu yüzden, din, vahiy ve imana
dayalıdır!
Umuyor ve
diliyorum ki, tanık olduğum hususları, tanık olmam
hasebiyle; inşallah, lâfı dolandırmadan, açık
yüreklilikle ifade ettim ve işim bitti! Kimsenin
kimseyi bir fikre inandırmaya gücü yoktur! Lâ havle!
O yüzden amaç ikna etmek değil, ifâde etmek, nakletmek;
böylelikle, kulluğunu ifâ etmektir. Bundan başka da bir
şey söylemek tekrara girer ki “İki günü eşit olan
ziyandadır”. Hepimiz, her konuda programımıza göre
değerlendirmemizi yapar, nasibimizi yaşarız. Sonuçta,
dört kapının dördü de kullar ile doludur. Kapılar,
kulsuz kalmaz!
Ne demişti
Hz. Ali (k.v): “El
an kemakân!”
Yâ!
El an kemakân!
Kapılar,
kulsuz kalmaz!
Öyleyse,
bugün de mârifet erbabı vardır. Biz bilsek de, bilmesek
de; bulsak da bulmasak da… Çünkü
el an kemakân!
Sistemde
boşluk yok, öyle değil mi?
“Tasavvuf, Âdem baba mesleğidir. Dünya var oldukça İsâ
nefesli yüce insanlar var olacak ve onlar, dikenler
içinde yetişen güller misâli kokularıyla kendisini
tanıyıp sevmek bahtiyarlığına eren müstaid kişilere
âdemiyyet esrârını anlatacaklardır.”
Hoca Hafız Aziz Mehmet Dumlu
“Ne kadar
bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği
kadardır”. Meselâ ben, şu kadar zamandır tasavvuf
okuyorum; değil vuf’una ermek, tasa’sına gelemedim
tasavvufun! E’sinde kaldım! “ ‘E’ de nerden
çıktı?” derseniz: e-tasavvuf ! Devir elektronik
devri, her şeyin sanalı var! Açık öğretim usulü,
e-tasavvufla nefsini bilmek de bu kadar OLuyor!
***
Umulur ki
tuttuğumuz yol bizleri delâlete değil, hidâyete
götürsün. Sevgili’ye kavuştursun.
Elif Lâm
Mim!
Hak bizlere
öyle bir ilim ihsan buyursun ki, Muhabbeti İlim
ile Mârifete tebdil edelim! MİMlesin bizi Rahman!
Amin.
Allah
muiniz olsun!
Eyvallah!
Meraklısına:
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=345 |